Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Gürcistan ::::: Tiflis ::::: Kaf Dağı'nın Berisi: Tiflis ve Batum...        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Gürcistan Tiflis 07 Eylül 2015 15 Temmuz 2015
20 Temmuz 2015
7284 5 Mor Uçurtma 

 Kaf Dağı'nın Berisi: Tiflis ve Batum...
 (Gezi)

Stresli bir meslek.. Yoğun mesai saatleri.. Ayaklarımdan daha yorgun kafam.. Dinlendirmenin tek YOL'u ise, YOL'a koyulmak.. Yoran, yıpratan, tırmalayan tüm düşüncelerden uzaklaşmak.. Yeni kokular, yeni sesler, yeni lezzetler keşfetmek.. Öyle Ege sahillerine gidip güneşin altında uzanmak zihnimi dinlendirmeye yetmez olunca tanıştım asıl ilacımla.. Bütün yorgunluğumu alan şifam, yeni coğrafyalarmış meğer.. Yeni dağlar, yeni göller, yeni nehirler.. Vel hasıl yeni şehirler, yeni ülkeler.. O yüzden, ne zaman iki gün boşluk bulsam, atarım kendimi yollara. Öyle uzun uzun düşünmeme de gerek kalmaz haa. Şehirler beni çağırır zaten zamanı gelince.. Ben de çok bunalınca kulak kabartır, hangisinin sesi en yakından geliyorsa o gün, ona doğru çeviririm dümeni.

Bu defa öyle olmadı ama. Önümde yeni keşifler yapmaya yetecek 5 günlük bir süre vardı. Ve fakat içimdeki ses susmuştu. İş bu kez başa düştü yani. Ben de önceden aklımda kalan, rotamda olan bazı ülkelerle ilgili çalışmaya başladım ufaktan. Ama her birinde bir sorun çıktı nedense. Tam da internette rota denemeleri yapıyorken, gözüm açık kalan televizyona kaydı ve gülümsediğimi hissettim bir an. Hangimizin çocukluğunda Kaf Dağı'nda yaşayan peri padişanının kızı, ya da zümrüdü anka kuşunu aramaya çıkan yakışıklı prens yoktu ki.. Tamam dedim o anda. İşte bu..! Yeni rotam, Kafkaslar..!!

Gerçi masaldan çok, acılar yaşanmış olan bir coğrafya Kafkasya.. Tarih boyunca çekişmenin ve savaşın eksik olmadığı bir bölge. İlk çağlarda Persler, Romalılar ve İskitlerle başlayan, Ortaçağ'da Bizans ve Hazarlılarla devam eden, daha sonra Selçuklular, Moğollar gibi islam devletlerinin de katıldığı siyasi çekişmelere hedef oluyor.. Sonrasında ise, Rusların emperyalist emelleri ve sıcak denizlere inme arzusu Kafkas-Rus Savaşları'nı başlatıyor.. Yaklaşık 100 yıl süren mücadele, Şeyh Şamil'in teslim olmasıyla hazin bir şekilde son buluyor. Ve ardından 1864'te, büyük göç, sürgün geliyor.. O dönemde yaklaşık 2 milyon kişi, kağnılarla, gemilerle ve kitapları bile kızartacak bir utançla anayurtlarından sürülüyor. Büyük bir kısmı ise yeni vatanlarına ulaşamadan yolda hayatını kaybediyor. Bu olaylar Çarlık Rusya'sının son dönemlerine denk geliyor. Bolşevik İhtilali'nden sonra ise, bölgede Sovyet dönemi başlıyor. Sovyetler'in dağılmasından sonra bir çok Kafkas halkı bağımsızlığını ilan ediyor.. Günümüzde ise yeni enerji kaynaklarına sahip olmayı arzu eden dünya devleri, Kafkasya politikalarını yeniden oluşturuyor. Oyunda kartları Amerika ve Rusya dağıtıyor ve Kafkas halklarının arkasına aldığı bu dev güçlere göre, coğrafya yeniden şekilleniyor.

 

Hikayenin başına,"bana gel"diyen Kaf Dağı'na dönersek; şark masallarında ve söylencelerinde yer alan aşılması güç bu efsanevi dağın, Kafkas sıradağları, hatta bu dağların ve Avrupa'nın en yükseği olan Elbruz olduğunan inanılıyor. Karadeniz, Azak Denizi ve Hazar Denizi arasında uzanan Kafkas sıradağları bölgeyi Kuzey ve Güney Kafkasya olarak ikiye bölüyor.

Benim bu coğrafyadaki asıl gezi planım da, Karadenizden Hazar'a kadar uzanıyordu aslında. Ancak kısıtlı zaman, grubun diğer üyelerinin farklı programları derken, ancak güneyinde, Gürcistan'da küçük bir keşif turu yapma şansımız olabiliyor bu kez.

Ülkeye ayıracak yol dahil 5 günümüz var. Bu kadar zamanda, biraz sıkıştırılmış bir programla 4-5 şehir görülebilir. Ama bu defa yaz tatilinin de getirdiği rehavetle sindire sindire iki ana şehrinde, Tiflis ve Batum'da vakit geçirmeye karar veriyoruz biz. Gürcistan'a gitmek için kara ve hava yolunu kullanmak mümkün. Bir de sabırsızlıkla beklediğim, Kars-Tiflis-Bakü tren hattı olacak çok yakında ki, henüz tamamlanamadı. Aslında ben bu seyahati biraz da ona saklıyordum galiba.. Pek çok kişinin tercihi ise, kara yolu ile Sarp Sınır kapısından Batum'a geçmek. Ülkeye girerken değil vize, pasaport bile sorgulanmadığı ve Hopa'ya uçuşların Batum uçuslarından daha ucuz olması sebebi ile, pek çok gezgin bu yolu tercih ediyor. Yalnız orada da biraz kulağı tersten gösterme durumu var. Şöyle ki ; Artvin havaalanı Batum'da ve TAV işletiyor. Ancak Hopa'ya uçmayı tercih ettiyseniz, nasılsa Batum'da indim diyerek, öyle elinizi kolunuzu sallayarak şehre giremiyorsunuz. Havaalanında indikten sonra görevliler sizi Hopa merkeze giden servislere yönlendiriyor. Taksi bulduğunuz noktada inip, sınıra gidip, sınırı yürüyerek geçerek Gürcistan tarafında tekrar taksi ya da minibüs ile yola devam edebilirsiniz. Böyle bir enteresanlık var yani.. Ya da bir kaç otobüs firmasının gün içindeki seferlerinden birini kullanmak mümkün. Ama özellikle otobüs ile geçişlerde gümrük çok yoğun olabiliyor. Buna Gürcü tarafındaki personelin yavaşlığı ve kabalığı da eklenince epey zahmetli bir yola dönüşebiliyor.. Tüm bu alternatifleri değerlendirdikten sonra, tam tersi bir güzergah izlemeye karar verdik biz. Seyahatin bayrama da denk geliyor olması sebebiyle, özellikle sınırın ve Batum'un çok kalabalık olacağını düşünerek, geziye Tiflis'ten başlayacaktık.. Tercihimizin akıllıca bir hareket olduğunu dönüşte anlayarak kendimizi tebrik ettik.

 

Tiflis'e THY, Atlas Global ve Pegasus'un her gün uçuşu var. Biz Atlas Global'den 235 TL.ye bir uçuş yakaladık. Sorun; uçağımızın gece saat 02:40'ta Tiflis'te olmasıydı. Ancak onu da otelden transfer ayarlayarak çözdük. Uçuş 2 saat 15 dk sürüyor. Ama Gürcistan bizden 1 saat ileride. Yani iniş saatinizi 3 saat 15 dk olarak planlayacaksınız. Ülkeye girerken pasaport kullanmak istemiyorsanız, Kıbrıs girişlerinde olduğu gibi bir kart dolduruluyor ve her iki taraf ta bunu damgalıyor. Çıkışta da aynı kart kullanılacağı için seyahat boyunca sahip çıkmanız gerekli. Pasaport kullanmadığınız takdirde yurt dışı çıkış harcı ödemeyeceksiniz. Ancak ülkede pasaporta ihtiyacınız olabileceği için yanınızda bulunmasında fayda var. Otellerde ve tren bileti alırken ciddi anlamda sorgulandığını hatırlıyorum.

Yolculuk akşamı, Tiflis Havalimanında inip bagajlarımız aldıktan sonra, gelen yolcu karşılama salonuna geçtik. Üzerinde adımın yazılı olduğu kocaman bir kağıtla otel görevlisini gördüğümde keyfim fazlasıyla yerine geldi doğrusu. Turiste fazla alışkın bir şehir olmadığı için, içten içe sorun yaşanabileceğini düşünmüşüm demek ki.. Geç saat olmakla birlikte, organizasyon sorunsuz işlemeye devam ediyordu. Biz özellikle Old Town'a yakın bir otel seçmiştik. Havalimanı ile mesafesi yaklaşık 15 km. Bu mesafeyi taksilerle pazarlık ederek 20-25 GEL'e gitmeniz mümkün. Otel benden transfer için 30 GEL talep ettiğinde çok da itiraz etmek istemedim açıkçası. Gecenin o saatinde karşılanmak ve otelin yerini aramamak daha büyük konfordu benim için. Böylelikle Tiflis'e gece giriş yapmış olduk ve çok güzel ışıklandırılmış bir şehirle karşılaştık.. Önemli binalarının ve tarihi yapılarının tamamı ışıl ışıldı ve neredeyse her yerden görünüyordu. Görsel bir ziyafet eşliğinde otelimize ulaştık. Booking.com'dan alelacele rezervasyon yaparken oda tipinde yanlışlık yaptığımı ne yazık ki o anda farkettim. Ama personel son derece yardımsever bir şekilde, sabah hallederiz diyerek bizi odalarımıza yerleştirdi. Ve birer kadeh Gürcü şarabı ikram etti. Gecenin geç saatine rağmen, balkondan izlediğimiz ışıl ışıl şehre karşı "hoşbulduk" dedik keyifle biz de ve sonrasında kendimizi yorgun ve huzurlu bir uykunun kollarına bıraktık.

Kafkas halklarından biri olan Gürcü'lerin bugün yaşadığı topraklar yani Gürcistan, coğrafik olarak Karadeniz'in doğusunda, Transkafkasya olarak anılan Güney Kafkasya'da yer alıyor. Tarihi, antik çağlara kadar uzanıyor. Yüzyıllar boyunca, İran, Moğollar, Rusya ve Osmanlılar'ın çekişmelerine sahne olan ülke, 1801'den itibaren Rusya tarafından ilhak ediliyor. 1918-1921 arasında Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti adı altında bağımsız bir devlet kurulsa da, 1921'de ülkeye Kızıl Ordu giriyor ve Gürcistan, Sovyetler Birliği'ni oluşturan, 15 Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nden biri oluyor.. Sovyetlerin dağılmasından sonra ise, 1991 yılında yeniden bağımsızlığını kazanıyor.

Bundan sonra ise, ayrı bir süreç başlıyor. Ülke hali hazırda idari olarak, 9 bölge, 9 şehir ve 2 özerk cumhuriyet ve 1 özerk idareden oluşuyor. Ancak Stalin döneminde özerk cumhuriyet olarak Gürcistan'a bağlanmış olan Abhazya ve Güney Osetya, Sovyetlerin dağılması ile birlikte bağımsızlığını ilan etti. Gürcistan kendi sınırları içinde, ayrılıkçı yönetimler olarak gördüğü bu ülkelerin bağımsızlığını kabul etmiyor. Bu sebeple 1991-1992 yıllarında Abhazya ve Osetya'da, 2008'de ise Osetya'da savaş ve ağır çatışmalar yaşandı. Hali hazırda ateşkes imzalanmış durumda, ama bölgedeki durum henüz net değil. Gürcistan, ABD ve Avrupa ülkeleri çeşitli politik sebeplerle bu bağımsızlığı tanımamakla birlikte, başta Rusya olmak üzere kabul eden ülkeler de mevcut..

TİFLİS

Geç saatte uyumuş olmakla birlikte, ertesi sabah vakitlice kalktık. Kahvaltıyı otelde yapmaya karar vermiştik. Salona indiğimizde sevimli bir kız bizi gülümseyerek karşıladı ve masamızı donatmaya başladı. Masaya gelenlerin tamamını çok cazip bulmasak da, özellikle dilimlenmiş tepsi böreği tarzı börek ve peynir çok lezzetliydi.

Kahvaltımızı bitirdikten sonra, öncelikle ertesi akşam Batum'a gideceğimiz trenin biletlerini bir an önce alıp, işi garantilemeye karar verdik. Resepsiyondaki görevli ile konuştuğumuzda, biletleri istasyondan alabileceğimizi söyledi. İstasyon 7-8 km.lik bir mesafedeydi. Dün akşam bizi otele getiren taksi ile istasyona gitmek ve sonrasında şehir merkezine dönmek için 10 GEL'e anlaştık. Şehir içi ulaşımda Sovyet döneminden kalma bir metro sistemi mevcut aslında. Ama özellikle bir kaç kişi iseniz, taksi çok daha cazip ve ucuz. Yalnız taksimetre olmadığı için, fiyatı yapacağınız pazarlık belirliyor. Şehir içi ortalama 5 GEL, mesafe biraz daha uzarsa 10 GEL. Bu arada Gürcistan para birimi Lari. 1 GEL, yaklaşık 1.2 TL. yapıyor. Yani Türk Lirasından değerli.

Gerek yok dememize rağmen, şoför de istasyona bizimle birlikte geldi. Bunun çok isabetli bir hareket olduğunu biraz sonra anladık. Bilet kuyruğu çok uzun olmamakla birlikte, konuşmalar uzadıkça uzuyor, işlemler bir türlü sonuçlanmıyordu. Sıra bize geldiğinde, ilk şoku yaşadık. Görevli , İngilizce bilmiyordu. Bir gayret Türkçeyi de zorladık, ama ı ıhh.. Şoförün yardımı ile, derdimizi anlatmaya başladık. Bir yerlerde, Tiflis-Batum arasında yataklı ya da kuşetli vagonla seyahat edilebileceğini okumuştum . Fotoğraf bile gördüğümü hatırlıyorum. Fakat görevli yataklı vagon olmadığını söyledi. Ama bunun bizim tercih ettiğimiz gün ve saatte mi, genel olarak mı olduğunu anlayamadım. Sonuç olarak, first class vagondan kişi başı 40'ar Lari'ye biletlerimizi aldık. Biletler Gürcü alfabesi ile yazılmıştı ve üzerinde İngilizce hiç bir ibare yoktu. Biletlerimizin bizi Batum'a ulaştıracağını ümit ederek, istasyondan ayrıldık.

Taksiden Özgürlük Meydanı'nda indik. Henüz bir şehir haritası edinememiştik. Ancak otel araştırırken, google.map'ten önemli lokasyonlara bakmıştım. Özgürlük Meydanı'ndan yukarıya doğru yürürsek, şehrin modern yüzü Rustaveli Caddesi'ne, aşağıya doğru inersek, Old Town'a çıkacağımızı biliyordum.Önce eskiyi görelim dedik ve tarihi bölgeye doğru yürümeye başladık. Kura nehrini solumuza alarak ve Sioni Church tabelalarını takip ederek, yaklaşık 70 m yürüdüğümüzde, katedrale ulaştık. MS 6 yy.da inşa edilen yapı, Ortaçağ Gürcü kilise mimarisinin tipik örneklerinden biri. Basitlikten gelen bir estetiği var. İlginç, sakin, güzel bir yer. Bir kaç açıdan fotoğrafını aldıktan ve civarını dolaştıktan sonra, gelirken gördüğümüz küçük kafe verestaurantların olduğu sevimli sokağa doğru yürümeye karar verdik. Artık sabah kahvemizi içme vaktiydi. Bir ucu Sioni Church, diğer ucu Barış Köprüsü olan arnavut kaldırımlı trafiğe kapalı sokakta hoş kafeler ve restaurantlar sıralanmıştı. Binaların üst katlarındaki ferforje balkonlara bayıldım. Soluklanmak için, son derece sevimli bir sokak bence. Buradaİngilizce bilen bir garson bulmanın da keyfiyle, sormak istediklerimizi sıralamaya başladık. Öncelikle biletlerimizin doğruluğunu teyid ettik. Bir sonraki durağımız Sulfur Bath'ın yürüme mesafesinde olduğunu öğrendik. Kahvelerimizi de içtikten sonra, canayakın garsonumuzla vedalaşıp, Metekhi Köprüsü istikametinde yürümeye devam ettik.

 

Sülfür Banyoları, Metekhi Köprüsü'nün güney tarafında, Abanotubani olarak anılan bölgede. Zemin üzerinde kubbeleri gördüğünüzde, doğru yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Kaplıca hamam tipinde olan banyolarda, havuzlar küçük ve oda oda ayrılmış durumda. Ama çoğunlukla sıra beklemeniz gerekiyor. Masaj da yaptırmak mümkün, ama masajdan çok yıkanmaya benziyor. Ortam bizde pek temiz bir izlenim uyandırmadığı için havuzlara girmekten vazgeçtik ve etrafı dolaşmaya devam ettik. Hamam, Azerilerin yaşadığı bölgede. Aynı yerde bir de Selçuklulardan kalma bir cami var. Bu arada bir dip not.. Banyoların arkasında, yokuşun başında adını unuttuğum bir çiğbörekçi göreceksiniz. Hem börekleri lezzetli, hem sahipleri çok yardımsever ve canayakın. Google.map'te bulamadığım Gabriadze tiyatrosunun yerini tarif etmekte zorlanınca, Türkçe bilen bir Azeri komşusunu kapıp getirdi. Ramazan Bayramı'nın ilk günüydü. Azeri kız bizimle önce bayramlaştı, sonra da yolu tarif etti.

Çiğbörekçi ve komşusuyla da vedalaştıktan sonra, istikametimiz artık Narikala Kalesi'ydi. Ancak tepeye çıkmadan önce, hem biraz dinlenmek, hem de serinlemek için birer bira içmeye karar verdik. Kalenin eteklerinde, Metekhi Köprüsü'nün karşısında, pek çok kafe ve pub'un olduğu küçük bir meydan var. Kaleyi ve sürekli gidip gelen teleferiği gören bir yer seçtik. Garsona Gürcistan'ın yerel biralarını sorduğumuzda Natakhtari önerdi. Alkol oranı düşük, içimi kolay bir bira. Yanında da yine, en önemli yerel lezzetlerden hacapuri (khachapuri) sipariş ettik. Bir nevi peynirli pide olan bu yemek, yuvarlak büyük boy bir pizza şeklindeydi. Bazı yerlerde ise kayık şeklinde yapılıp, servis edilirken kendi sıcaklığında pişmek üzere, ortasına bir yumurta kırılıyor ve tereyağı eklenerek getiriliyor. Üç bira ve hacapuri'ye 29 Lari ödedik.

Keyifli bir mola ve lezzetli bir yemekten sonra, kaleye çıkmaya hazırdık. Teleferiğe gitmek için Metekhi Köprüsü'nden geçerek Europa Meydanı'na doğru yürümeye başladık. Metekhi, Kura nehri üzerinde yapılmış en eski köprülerden biri. Köprü üzerinde durup, arkanızı kaleye verdiğinizde, solunuzda son derece modern tasarlanmış olan Barış Köprüsü'nü, sağda tepede ise Metekhi Kilisesi'ni görüyorsunuz. Kilise oldukça görkemli. Yüksekçe bir yerde ve nehir kenarındaki uçurumun üzerinde yer aldığı için, aslında şehrin pek çok yerinden görülüyor. 11. yy da yapılan kilise, yanında Kral Vakthtang'ın devasa heykeliyle çok heybetli görünüyor.

Kral Vakhtang'dan söz açılmışken, Vikipedia'ya göre şehrin kuruluş hikayesi de şöyle.. Şehrin Gürcü'ce adı Tbilisi'nin bir efsaneden geldiği kabul ediliyor. Bu efsaneye göre, Tiflis M.Ö. 5 yy.da ormanlık bir alan. Kral Vakhtang bir gün ava çıkıyor. Aralıksız uçan bir sülünün peşinden eğitimli atmacasını gönderiyor. Aradan geçen zamana rağmen ne atmaca, ne de sülün görünmüyor. Onları aramaya başlıyorlar. İkisi de sıcak suya düşmüş bulunuyor. Kral orayı çok beğeniyor ve buraya bir kent kurulmasını buyuruyor. Kente orada bulunan tbili (ılık) sudan dolayı, Tbilisi adı veriliyor.

Köprüyü geçip, teleferiğin kalktığı yere doğru yürümeye başlıyoruz. Çok fazla aramanıza gerek yok. Başınızı kaldırıp telleri ve kabinleri takip etmeniz yeterli. Hareket noktasına geldiğimizde, ufak bir kuyruk görünce canımız sıkılıyor. Ancak kabinler çok hızlı gidip geliyor ve kuyruk kısa sürede eriyor. Gişeden teleferiğe binmek için, plastik bir kart alıp, yükleme yaptırıyoruz. Kart 2 Lari, teleferik tek yön 1 Lari. Bu kart aynı zamanda metroda da kullanılabiliyor. Sürekli gelen kabinlerden birine yerleştikten sonra yavaş yavaş yukarıya çıkmaya başlıyoruz. Altımızda Kura Nehri uzanıyor. Karşılıklı iki tepeden birbirine selam duran Kral Vakhtag'ın elindeki kılıç küçülürken, Kartlis Deda'nın ki büyüyor. Teleferiğin ve manzaranın tadını çıkaramadan, Solalaki Tepesi'ne ulaşıyoruz.

Tepedeki en önemli yapılardan biri, Narikala Kalesi. Daha doğrusu, kalenin kalıntıları. Şehrin her yerinden görünen kale, 4. yy da yapılmış. Üst kısmında, St Nickholas Kilisesi bulunuyor. Kalenin bir kısmı Moğolların istilasında, bir kısmı 1827 yılında depremde yıkılmış. Küçük kale turumuzdan sonra, arnavut kaldırımlı bir yokustan yukarıya tırmanmaya başlıyoruz. Sağımızda nefes kesen Tiflis manzarası. Gece ışıkları altında bu manzaranın çok daha güzel olacağını düşünüyorum. Bir çok yerli yabancı turist, Gürcü şapkaları, kostümleri ve şehrin sembollerinden canlı bir atmacayı omuzlarına alarak fotoğraf çektiriyor. Bu arada bir de Hint filmi çekimine denk geliyoruz. Huysuz Virjin kostümlerine benzer bir elbise giymiş genç bir kız, arada bir arkasına bakarak yokuştan aşağı yürüyor. Esas oğlan da, bir otların arasından, bir taş duvarın üzerinden kızı takip ediyor. Enteresan.. Bir tarafta yokuşta dili dışarı çıkmış turistler, diğer tarafta Gürcü şapkalı, atmacalı selfieciler, yolun solunda patlamış mısır, balon, içecek, hediyelik eşya satan işporta tezgahları, diğer yanda Huysuz Virjin elbiseli Hintli kız.. Nasıl bir sanat eseri çıkacağını merak etmedim dersem yalan olur vallahi..

Bu rengarenk curcunayı yokuşta bırakıp, daha yukarıya tırmanıyoruz. Asıl görmek istediğim şey orada çünkü. Şehrin her yerinden gece gündüz gözümüze çarpan, 20 metrelik Kartlis Deda heykeli. Gürcü'ce Kartli'nin annesi olarak anılan heykel, Tiflis'in kuruluşunun 1.500 yılında, 1958'de Solalaki Tepesi'ne dikilmiş. Gürcü heykeltraş Elguca Amasukeli tarafından yapılan alüminyum heykel, 20 metre yüksekliğinde, Gürcü ulusal giysileri içinde bir kadın figürü. Bir elinde dost olarak gelenlere şarap sunmak için bir kase, diğer elinde düşman olarak gelenlere kullanmak üzere bir kılıç bulunuyor.

Sıralı tezgahlardan birer meyvesuyu alıp, biraz daha manzaranın tadını çıkarıyoruz. Yeri gelmişken, Gürcistan'da çok yerde karşınıza çıkacak olan meyveli gazozun, özellikle armutlusunun mutlaka tadına bakmanızı öneririm. Meyve aromalı içecekleri çok fazla tercih etmemekle beraber bu lezzeti beğendim ben de.

Artık yavaş yavaş tepeden aşağıya inme vakti geldi. Geldiğimiz yoldan ters yönde teleferiğe binerek aşağıya iniyoruz. Biraz yorulduk, biraz acıktık, biraz susadık.. Metekhi Köprüsü'nün başında yeşil bir bahçenin içinde hoş bir cafe&restaurant görmüş, akşam yemeği için gözümüze kestirmiştik. Köprüyü geçip, restorana geliyor ve nehir gören rahat bir koltuk grubu seçip yayılıyoruz. E karnımız da acıktı. Artık Gürcistan'ın çok bilinen lezzetleriyle tanışma vakti geldi. Hacapuri'den sonra, en tercih edilen yemeklerden biri de hinkal. Yani Gürcistan mantısı. Ama bu bizim bildiğimiz mantılara benzemiyor pek. Yoğurt ve sos yok. Öyle bir kaşığa kırk tane de sığmıyor. Ancak bir tane. İçine malzemesi doldurulduktan sonra, tepesi büzüştürülerek kapatılmış bir hamur bohça düşünün. Kıymalısının yanında mantarlı, patatesli ve peynirlisini de yapıyorlar. Biz tadına bakmak için hepsinden sipariş verdik. Ama bu yemeği yemenin de bir usulü varmış. Önce tepesini ısırıp, suyunu içinize çekecekmişsiniz. Kıymalısı hariç öyle aman aman bir lezzet bırakmadı bizim damağımızda. Fakat yemeğimize eşlik eden Gürcü şarabının hakkını vermeliyim. Bir taraftan şehrin ışıkları yanarken, diğer taraftan da hafif bir canlı müzik başlıyor. Kulağımızı müziğe, gözlerimizi nehire, yüreğimizi aşka bırakıp, yemeğimizin ve şarabımızın tadını çıkarıyoruz.

İçinden nehir geçen şehirleri ayrı severim. Ayrı bir yere koyarım.. Ama bir o kadar da hüzünlü bulurum.. Üzerlerindeki köprüler ne kadar azametli ve gösterişli birleştirirse birleştirsin iki yakayı, nehir ayırır çünkü.. Eskiyle yeniyi, zenginle fakiri.. Bir çok şeye, bir çok duyguya sınırdır genelde. Çaresi biten insanların da son geldiği yerdir nedense. Belki de çaresizliğini akıp giden suyla birlikte çok uzaklara göndermek istiyorlar farkında olmadan.. Yanıbaşımızdan akıp giden Kura nehrine bakarken bunlar geçiyor işte aklımdan. Kura (Mtsheta) Türkiye'den Ardahan Göle dolaylarından doğan bir nehir. Gürcistan'ı geçip, Azerbeycan'ın Sabirabad şehrinde Aras nehri ile birleşiyor. Ne Neftçala Rayonu'ndan Hazar Denizi'ne dökülüyor.

Bu düşünceler arasında şarabımızın son kadehini de yudumlayıp, otelimize dönüyoruz. Uykuya dalmadan önce havai fişeklerin birden odayı aydınlatmaya başlamasıyle kendimizi balkona atıyoruz. Geceleri zaten ışıl ışıl olan şehir, gökyüzünü kaplayan havai fişeklerin altında daha da büyüleyici görünüyor gözümüze. Biraz bu gösterişli tabloyu izleyip, tekrar uykunun kollarına dönüyoruz.

Ertesi sabah dinlenmiş şekilde uyanıp, kahvaltıya indiğimizde favorimiz yine aynı börek. Kahveyle birlikte lezzetli böreklerimizi mideye indirip, resepsiyona yöneliyoruz. Bugün aslında otelden çıkış yapmamız gerekli. Trenimiz akşam saatlerinde. Aşağıya indirdiğimiz çantalarımızı bırakıp bırakamayacağımızı soruyoruz. Otel personeli yine son derece yardımsever bir tavırla yer gösteriyor, istediğimiz saatte de gelip alabileceğimizi söylüyor.

Bugünkü programımızda önce Sameba Katedrali, sonra Rustaveli Caddesi var. Bu şehirde en çok göreceğiniz şeylerin başında kiliseler geliyor. Adım başı karşınıza çıkıyorlar. Ortodoks olan halkın çok dindar olduğunu duymuştum. Ama kiliselerde ikonaları, gravürleri, hatta yeri öpüp ağlayanları gördüğümde şaşırdım doğrusu. Sameba Katedrali otelimize yürüme mesafesinde. 2004 yılında tamamlandığı için tarihi bir değeri yok aslında. Ama 84 metre boyu ile Ortotoks kiliselerinin arasında dünyanın en yüksek üçüncüsü ve gösterişli bir yapı. Diğer ikisi Rusya'da.

Kiliseyi içten ve dıştan dolaşıp fotoğrafladıktan sonra, bir sonraki durağımıza doğru yola çıkıyoruz. Yokuş aşağı bir yürüyüşle ilk istikamet Özgürlük Meydanı, oradan da Rustaveli Caddesi. Şehrin merkezinde bulunan, önemli gösteri ve toplantılara ev sahipliği yapan meydan Rus İmparatorluğu döneminde Erivan Meydanı, Sovyet döneminde ise Lenin Meydanı olarak anılmış.

Özgürlük Meydanı'nın bir ucundan Rustaveli Caddesi başlıyor. Burası şehrin modern yüzü. Ortaçağda yaşamış olan şair Şota Rustaveli'nin adı verilmiş. Aynı isimde Batum'da da bir cadde var. 1.5 km uzunluğundaki bulvarın üzerinde çok sayıda hükümet ve kültürel kuruluşların binaları, iş merkezleri ve bir çok mağaza bulunuyor. Gürcistan Parlamentosu, Kaşveti Kilisesi, Gürcistan Milli Müzesi'nin bir bölümü, Tiflis Opera ve Bale Tiyatrosu, Rustaveli Devlet Akademik Tiyatrosu, Rustaveli Müzesi ve Gürcistan Bilim Akademizi cadde üzerinde bulunan bazı önemli binalar. Tiyatrodan bahsetmişken, bizden yaklaşık 30 yıl geride gibi görünen ülkede sanat ve kültür çok önemseniyor. Şaşırdık mı ?

Tiflis'in Bağdat Caddesi ya da Champs Elysee'si sayılacak bulvarı bir ucundan dolaşmaya başlıyoruz. Çok geniş bir cadde, geniş kaldırımlar, devasa ağaçlar. Çeşit çeşit esprili heykeller. Çoğu 19. yy a ait binaların avlularına girdiğinizde, arkada bambaşka bir manzara görüyorsunuz. Tiflis'in çok yerinde karşınıza çıkan döküntü ve yıkık görüntü. Makyajlı ön yüzde şatafat ve estetik sizi oyalarken, arkada sefalet ve hüzün var. Bulvarın sağ kanadını dolaştıkan sonra, karşıya geçmek istiyoruz. Ama cadde çok geniş ve görünürde trafik ışığı yok. Biraz sağa sola bakındıktan sonra bir altgeçit görüyoruz. Geçit oldukça pis kokuyor, duvarlarına ilginç ve korkunç grafitiler çizilmiş. Sovyet döneminden kalma dehlizleri andırıyor. Bir an önce kendimizi karşı uca atmak isterken, geceleri buranın ne kadar korkutucu olabileceği geçiyor aklımdan, ürperiyorum. KGB ajanlarının kovaladığı filmlerde gibi hissediyorum bir an kendimi. Diğer tarafa geçtiğimizde, yorulduğumuzu farkedip kahve içecek bir yer arıyoruz. Yine binaların arka yüzlerini resimlemek için açık bulduğum kapılardan dalıp çıkıyorken tesadüfen ağaçlı, çiçekli bir avlu görüyorum. Sıcak havada bir vaha bulmuş kadar seviniyoruz. Avluda çok şirin bir de kafe&kitabevi var. Biraz kitapları karıştırıp, mis gibi kahvelerimizi yudumlarken sabah otelden aldığımız harita üzerinde bir sonraki durağımızı bulmaya çalışıyoruz. Tiflis'e ve Rustaveli Caddesi'ne yolunuz düşerse, Prospero's Books & Caliban's Coffe uğramanızı tavsiye edeceğim huzurlu bir durak.

Burada epey vakit geçirdikten sonra tekrar caddeye yöneliyor ve Özgürlük Meydanı'na doğru yürüyoruz. Sırada Gabriadze Tiyatrosu ve astronomik saatin olduğu meydan var. Yine bir alt geçit denemesinden sonra, geniş caddenin karşısına geçiyor ve kukla tiyatrosunu buluyoruz. Fakat görünürde saat yok. Yanlış mı geldik derken, küçük bir sokaktan girdiğimizde post modern saat kulesi ile burun buruna geliyoruz. Prag'taki kule gibi saat başı içinden bir takım figürler çıkıyor dönerek. Bir müddet bu küçük gösteriyi izliyoruz. Sevimli meydanda küçük kafeler, restaurantlar ve barlar var. Ve yine o çok beğendiğim ferforje balkonlu eski Tiflis evleri. Bir de kilise. Biraz vakit geçirmek için harika bir atmosfer vesselam. Bu esnada kilisede bir düğüne denk geliyoruz. Gelin ve nedimeleri kıkırdayarak önümüzden geçiyorlar. Kiliseyi de gezdikten sonra, karşısındaki kafede birer bira ile serinlemek iyi geliyor. Hoş dekorasyonuyla öylesine yanından geçip gitmemize izin vermiyor kafe. Bu arada bir gelin grubu daha geliyor meydana. Fakat bunlar fotoğraf için. Bizim de son zamanlarda parklarda bahçelerde çokça karşımıza çıkan manzara. Fon amacı ile kullanılıyor sevimli meydan. Ama sanırım gelinle damat küsmüş. Daha doğrusu gelin abla ağır atarda. Yüz bulamayan damat ta peşinden sürükleniyor o köşeden o köşeye. Meydanın tadını çıkarıp, iyice dinlendikten sonra Old Town'a yürümeyebaşlıyoruz tekrar. Şehirde geçirecek son bir iki saatimiz kaldı. Neredeyse görülebilecek her yeri gördüğümüz için vakit dolduruyoruz artık. Dün uzaktan fotoğrafladığımız Barış Köprüsü'nü de yakından gördükten sonra, karnımızı doyurup, barlar sokağında birer kadeh daha şarapla Tiflis'e vedaya hazırlanıyoruz.

Barış Köprüsü'ne ulaşmak için, ara sokaklardan tekrar nehre iniyoruz. Kura Nehri'nin üzerine 2010 yılında eklenen köprü, Tiflis'in tarihi ve eski dokusuna inat ve tezat olarak, son derece modern bir görüntüye sahip. Turist broşürlerinde yazanlara bakılırsa, dünyadaki en alışılmadık 13. köprüymüş. Bu arada böyle de bir liste varmış gerçekten, artık kim tutuyorsa.. Cam ve metalden yapılmış olan köprü, İtalyan bir mimarla Fransız bir ışık tasarımcısının ortak eseri. Üzerinde tam 30.000 led var ve bu ışıklar birşeyler anlatıyor. Akşamları morse alfabesine göre yanıp sönerek insan vücudunu oluşturan periyodik tablodaki yerini belirtiyor. Ve böylece köprüye adını veren barışı simgeliyor. Tabi anlayana..

Köprüyü bir uçtan diğerine yürüyüp geri döndükten ve bir kaç fotoğrafını çektikten sonra, bir gün önce kahve içtiğimiz sevimli sokağa doğru yürüyoruz.

Gürcü mutfağının en iyi olduğu konulardan biri de et. Sokakta hoş bir restaurantı gözümüze kestirip oturuyoruz. Kapıdaki panoda gördüğümüz ve adını bilmediğimiz yemeği sipariş vereceğiz. Görüntüsü gulaşa benziyor. Kötü bir sürprizle karşılaşacağımızı sanmıyorum. Garson güveçteki yemeğimizi getirdiğinde kokusundan yanılmadığımızı anlıyoruz. Uzun müddet ağır ağır piştiği anlaşılan et, iyice helmelenerek yemeğin suyuna karışmış. Gürcü adını unuttum, ama Türkçe adı Gürcü Kavurma olarak geçiyor. İçinde ceviz, kişniş ve değişik baharatlar da var. Yemeğin neredeyse dibini kazıyarak üzerine birer kadeh şarap içiyoruz. Fevkaladenin fevkinde diyeceğim bu lezzet, hacapuri ve şaraplar için 56 GEL ödüyoruz. Yemekten sonra küçük bir yürüyüşün ardından barlar sokağındayız.

Artık akşam yaklaşıyor. Sokak yavaş yavaş hareketlenmeye başlıyor. Kapılarda hoş genç kızlar gülümseyerek kendi mekanlarına davet ediyorlar. Masaları sokağa saçılmış bazı kafe barlardan nargile kokuları geliyor. Gece ilerlerken buralarda eğlencenin dozu artacak. Pembe beyaz dekore edilmiş adı Marilyn olan ve Mariyln Monreo'dan esinlenmiş bir pubda karar kılıp oturuyoruz. Menüler pek şık, plak şekilinde tasarlanmış. İçinde yazan fiyatlarsa, iki gündür şehirde gördüğümün en yükseği. Ama Tiflis'e vedaya da yakışır bu ambians.

 

Trenimiz saat 22:30'da. Otele uğrayıp valizlerimizi alıyor ve istasyona doğru yola çıkıyoruz. İstasyon binası enteresan. AVM'yi andırıyor. Girişte mağazalar var. Hatta LC Waikiki, Beko gibi Türk markaları ön planda. Üst katları ise otelmiş, gürültüden uyuyabilirler mi bilemiyorum. Bekleme salonunda kitap okuyup vakit geçirmeye çalışıyoruz. Bu arada Rus asıllı yaşlıca üç bayan bizimle sohbet etmeye çalışıyor. Onların da Batum'a gideceğini öğrenince biletlerimizi bir kez de onlara teyid ettiriyoruz. Okuma yazma bilmemek ne zormuş. Kıkırdayarak takılın bize diyorlar. Tren saatinde hep birlikte perona iniyoruz. Biraz bekledikten sonra trenimiz geliyor ve vagonumuzu bulup yerleşiyoruz.

Sovyet döneminden kalma bir tren bu. Epey gürültülü ilerliyoruz. Birinci sınıfın farkını anlamak için vagonlar arasında yürüyüse çıkıyorum. Diğer vagonlarda koltuklar üçlü, bizimkiler ikili. Bize daha geniş bi yayılma alanı verilmiş yani. Gördüğüm tek fark bu. Biraz da yolcu seviyesi. Biraz kitap, biraz müzik derken uyku bastırmaya başlıyor. Ne tekerleklerin gürültüsü, ne vagonun serinliği.. Uyku daha galip geliyor ve biraz kestirme imkanı buluyoruz. Tiflis Batum arası 400 km. Bu yolu trenle 7 saatte aşıyoruz ve sabah kondüktörün vagonları dolaşması ile uyanıyorum. Batum istasyondayız artık..

BATUM

Sovyet döneminden kalma bir trenle, 7 saatlik yolculuğun sonunda ulaştığımız Batum'da sadece şehir değil, ülke değiştirmiş gibi oluyoruz. Gerçi durum tam da bu aslında. Batum Acara Özerk Cumhuriyeti'nin başkenti. Yani Tiflis'i tanıyan, fakat kendi parlamentosu olan ayrı bir cumhuriyet burası.

Trenden indiğimizde etrafımızı taksiciler ve evini kiralamak isteyenler sarıyor. Acelemiz yok. Biz rezervasyonumuzu İstanbul'da yapmıştık zaten. Ama check in saatine daha çok var. Taksilerden biriyle pazarlık yapıp, 10 Lari'ye şehre gitmeye anlaşıyoruz. Bu defa kalacağımız yer bir otel değil. Şehrin konseptine uygun olarak, sahil şeridinde biraz da şehrin dışına doğru yapılmış modern ve yüksek recidence'lardan birinde bir daire kiraladık. Tabi yine booking.com yardımıyla. Şoför bizi Silk on Towers'ın yakınına kadar götürüyor. Binada tabela vs. olmadığı ve elimdeki rezervasyon belgeleri İngilizce olduğu için tam adresi kestiremiyor. Binaları görünce tanıyorum aslında. Ama o ısrarla sabahın kör saatine rağmen arabadan inip, açık bulduğu işyerlerine soruyor. Bir ara ortadan epey uzun bir süre kayboluyor. Geri döndüğünde olayı çözmüş. Çantalarımızı alıp, bizi bloklardan birinden içeriye sokuyor. Bu çabanın üzerine parasını fazlasıyla verip helallesiyoruz.

Binanın girişinde bir danışma var. Ve çok şükür İngilizce konuşan üniformalı sevimli bir kız. Şu ana kadar Gürcistan'da gördüğüm en profesyonel tablo. Kız rezervasyon belgelerine bakıp, bizi 16. kata yönlendiriyor ve işlemlerinizi orada yapacaklar diyor. 16. kata çıktığımızda resepsiyon boş. Ama sanırım aşağıdan haber veriliyor ve çok beklemeden hafif uykulu, çekik gözlü, Kırım'lı bir genç bizi karşılıyor. İstanbul'dan geldiğimizi öğrenince daha bir keyifle yarı Türkçe, yarı İngilizce işlemlerimizi tamamlıyor. Ve bizi bekletmeden 4 kat yukarıdaki dairemize çıkarıyor.

Sabahın bu erken saatinde giriş yapabilmiş olmaktan dolayı keyfimiz son derece yerinde. Dairemiz oldukça modern döşenmiş. İki yatak odası, bir banyo, bir salon ve salonda açık mutfaktan oluşuyor. İhtiyaç duyacağımız her türlü malzeme düşünülmüş. Balkondan gördüğümüz manzara nefis. Artık bir sayfiye havasına girdik. Bir şeyler atıştırıp biraz dinlendikten sonra, denize inmeye karar veriyoruz. Gelirken arka sokakta açık bir market görmüştüm. Doruk'la birlikte hem biraz yürüyüş , hem de alışveriş yapmak için çıkıyoruz. Migros benzeri büyük markette yok yok.. Personel son derece ilgili ve yardımcı. Burada fazlasıyla İngilizce hatta Türkçe konuşan bulmak mümkün. Yüzler gülüyor. Turiste alışkın bir şehirde olduğumuzu gelişimizin ilk saatlerinde anlıyoruz.

 

Mükellef bir kahvaltı yapıp, biraz şekerledikten sonra, denize inmeye hazırız. Plaj yolun hemen alt tarafında. Şezlonglar 3 Lari. Yakmayan ama tatlı tatlı ısıtan bir güneş var. Hafif bir dalga sesi. İki günlük yoğun ve yorucu kültür turizminin ardından, günü biraz tembellikle geçirmeye karar veriyoruz. Plaj kumlu değil, çakıllı. Ama güney sahillerindeki kadar ısınmadığı için, çok da rahatsız etmiyor. Fakat denizini pek sevmiyorum. Karadeniz'den oldum olası pek hazzetmem zaten. Ama izlemeyi ve dinlemeyi çok severim.. Kıyıya sertçe vurup geri çekilen her dalgayla birlikte, içim yıkanıp ruhum dinlenir adeta..

Gelmeden önce bir kaç yazıda Gürcistan sahillerinden övgüyle bahsedildiğini görmüştüm. Çok fazla beklentim olmamakla birlikte, Varna ya da Romanya'da gördüğüm plajlardan daha tatminkar bulmadım. Lacivert ya da turkuaz denizlere alıştıktan sonra bulanık ve puslu sular pek içimizi açmıyor doğrusu.

Bir kaç saat plajda kitap, müzik, güneş, dalga oyalandıktan sonra, eve çıkıp hazırlanmaya karar veriyoruz. Duşumuzu alıp, aperatif ve lezzetli bir yemek hazırlıyor ve balkonumuzda şahane gün batımı manzarasına karşı şaraplarımızı yudumluyoruz.

Gün akşama dönerken taksiye atlatıp, Batum Bulvarı'nın en hareketli yerine doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz bu defa 5 Lari. Sabahkinin aksine taksi bu defa arka caddelerden götürüyor bizi. Burada yokluk ve varlık arasındaki farkı Tiflis'ten çok daha keskin bir şekilde görüyoruz. Bir yanda son derece modern, ultra lüks inşa edilmiş yüksek binalar, hemen yanıbaşında Sovyet döneminden kalma, yıkık dökük, balkonlarından çamaşırlar sarkan harabe sosyalist blokları. Hepsi yanyana, iç içe.. Hemen heryerde devam eden inşaatlar, Türk müteahhit firmaları. Türkiye tipi yapılaşma. Yanyana uzanan eğri büğrü sosyalist bloklarına TOKİ dalmış gibi hissediyorum bir an. Bu düşüncelerle ilerleyerek Radisson Blue'ya kadar geliyoruz. Görmek istediğimiz yerler onun etrafında toplandığı için, taksiye adres olarak burayı vermiştik.

İlk durağımız Alfabe Kulesi. 130 metre yüksekliğindeki Alfabe Kulesi, İspanyol mimar Alberto Domingo Cabo'nun eseri. Kule, dünyadaki 14 alfabeden biri olan ve beşi sesli olmak üzere 33 harften oluşan Gürcü Alfabe'sini temsil ediyor. Alfabenin tüm harflerine yer veren kulenin şekli DNA'ya benzetiliyor. Batum'daki tüm yeni ve orjinal binalar gibi ışıklandırılmış. Gece ışıklar yer değiştiriyor.

 

Kulenin fotoğraflarını çektikten sonra, aynı meydanın ilerisinde denize doğru yerleştirilmiş Ferris Wheel'e doğru ilerliyoruz. Bu dev dönme dolabın çok daha iri bir kardeşi, Las Vegas'taki otel pencereme komşu olmuştu. Şehre biraz yukarıdan bakmaya karar vererek, dev tekerleğe doğru yürüyoruz. Her biri 6 kişilik 40 kabin var. Yavaş yavaş dönerek, 55 metre yükseğe çıkıyor ve manzara buradan nefis.

 

Dönme dolap eğlencemizden sonra, bu şehirde en çok görmek istediğim şeylerin başındaki Ali&Nino heykeli var sırada. Heykel sahilde, yüksekçe bir yere konulmuş ve ışıklandırılmış. Kurban Said'in Romeo ve Juliet ile kıyaslanacak başyapıtı Ali ve Nino'dan esinlenerek tasarlanmış. Azeri bir genç ve Gürcü sevgilisi Nino'nun hüzünlü öyküsü konu olmuş roman ve heykele. Kitapta bir araya gelemeyen talihsiz aşıkları, mekanik bir sistemle kavuşturmayı başarmış sanatçı. Önce yavaş yavaş birbirlerine yaklaşıyor, sonra öpüşüyor ve sonra birbirlerinin içinden geçip, tek vücut oluyorlar. Görsel ve teknik olarak harika bir tasarım.

Ali ve Nino'yu iki kez kavuşturduktan sonra, kordon yürüyüşüne devam ederek İzmir Saat Kulesi'ni andıran Chacha Towers'a ilerliyoruz. Sahil boyunca hediyelik eşya, takı, magnet satan tezgahlar, dondurma ve mısırcılar tipik bir sayfiye kenti görüntüsü veriyor.

Biraz daha bulvarda yürüdükten sonra, Alfabe Kulesi, Panaromic Wheel ve Chacha Kulesi'ni aynı kareye sığdıracak bir açı yakalıyor, fotoğraflarımızı çekiyor ve bu akşamı sonlandırmak üzere, Piazza Meydanı'na doğru yöneliyoruz.

 

Bu meydan, aslında Piazza Otelin avlusu. Ama 5.700 metrekarelik bu dikdörtgen alanda pek çok restaurant, kafe, pub, butik bir otel, bir saat kulesi ve yanıbaşında da bir kilise olunca, insanda İtalya'da bir meydandaymış hissi uyandırıyor. Mimar Cazha Orbeladze'nin eseri. Ünlü sanatçıların konserlerine de ev sahipliği yapan meydanda, bizim orada olduğumuz iki akşam da canlı piyano dinletisi vardı. Ve böylelikle ilk günümüzü piyanodan yayılan notalar eşliğinde sonlandırıyoruz.

Ertesi gün güneşli ve sıcak bir hava var. Ünlü botanik bahçesine ya da plaja gitmek arasında kararsız kalıyoruz . Batum Botanik Bahçesi, dünyanın en ünlü botanik parklarından biri. 2.000'i ağaç olmak üzere 5.000 tür bitki var. 111 hektarlık geniş bir alana sahip olan botanik park, Rus botanik porfesörü Andrey Nikolayevich tarafından 1880'li yılların başında kurulmuş. Karadeniz'e hakim bir tepede yer alan bahçe, yerliler tarafından Mtsvane Kontshi (Yeşil Burun) olarak adlandırılıyor. Sovyetler döneminde büyüklük açısından ülkede ilk sırada yer alıyormuş. Parkı kısa süre içerisinde gezmek çok mümkün değil. Bu yüzden golf arabasına benzer akülü taşıtlarla daha hızlı bir tur atabilirsiniz.

Günü deniz güneş, ağaç yaprak, börtü böcek derken tamamlıyor ve akşam inerken yine şehir merkezine gidiyoruz. İlk durağımız Virgin Mary Kilisesi. Fakat bu akşamki planımız taksi şoförünün azizliğine uğruyor. İngilizce de, Türkçe de anlamayan şoförle çat pat konuşarak gitmek istediğimiz yeri tarif ediyoruz. Ancak bizi alakasız bir kiliseye götürüp bırakıyor. Aradığımız yerin burası olmadığını söyleyince de, ne farkeder ki , o da kilise bu da kilise havasına giriyor. Sanki ibadet için gitmişiz gibi..

Bulunduğumuz noktadan google.map yardımıyla Europa Square'a yakın olduğumuzu farkedip, öncelikle orayı görmeye karar veriyoruz. Europa Square, şehrin ana meydanı olarak geçiyor. Meydanın tam ortasında, elinde altın bir post olan ünlü Medea heykeli var. Heykel 1 milyon Lari'ye mal olmuş. Meydanda yükselen fıskiyelerin arasında dolaşıp epey bir eğleniyor ve de serinliyoruz. Sonra da asıl hedefimizi bulmaya odaklanıyoruz.

Batum'un katedrali sayılan Virgin Mary Kilisesi, 19. asırda yapılmış. Oldukça görkemli ve iyi bir mimariye sahip. Neo-Gotik tarzda yapılmış kilisenin kocaman rengarenk vitray camlarında bir çok dini oyun , sahne sergilenmiş. Sovyet zamanında arşiv ve yüksek gerilim labaratuarı olarak kullanılan katedral şu an Batum'un en önemli kilisesi.

Batum'da bir de cami var. Virgin Mary'nin üç sokak arkasında olan Orta Camii, 1880'li yıllarda yapılan diğer ikisinin ortasında olduğu için, Orta Camii olarak anılıyor. Sovyet döneminde tüm dini yapılarda olduğu gibi kapatılmış. 1990'lı yıllarda yenilenmiş. Şu anda Batum'da ayakta kalan tek camii.

Bu küçük turumuzun ardından oy birliği ile şehirdeki son gecemizi yine en keyifli mekan olan Piazza Meydanı'nda geçirmeye karar veriyoruz. Bu akşam bir değişiklik yapıp, votka içeceğiz.. Her ne kadar şarapları ile ünlü olsa da, Rus ekolünden gelmiş bir ülkeden votka içmeden dönülmez tabiiki.

Bu arada yeri gelmişken, Tamada'dan da bahsetmeden olmaz. Tamada, Gürcülerin yeme içme geleneğinde, sofrayı idare eden ve yöneten bilge kişiye deniyor. Bu geleneğe göre, yemeğe muhakkak şarap eşlik ediyor. Herşeyde olduğu gibi, şarap içmenin de kendisine özgü ve koruna gelmiş gelenekleri ve kuralları var. Bu gelenek ve kuralların uygulanmasından ise Tamada sorumlu. Tamada, Gürcü sofrasının yöneticisi ve lideri. Burada da bir hiyerarşi ve düzen var.. Herkesin rolleri ve görevleri belirlenmiş. Bütün bunların denetiminden ve sohbetin ahlak sınırları içerisinde sürmesinden Tamada sorumlu. Yeni kuşaklar sofrada herhangi bir konu hakkında yapılan konuşmaları ve, Tamada'nın belirlediği konuları dinleyerek yetişiyorlar. Bu sofralarda küçüklere ulusal değerler, gelenekler aktarılıyor. Küçükler söz söylemeyi ve davranış biçimlerini buralarda öğreniyorlar. Düğün, doğum, doğum günü, ölüm gibi farklı sofralarda sadgerdzelo denilen bu konuşmaların nasıl yapılacağına dair kuralları var. Tamadanın ustalığı işte burada başlıyor. Sadgerdzeloları, birer şablon halinde değil de, daha yeni ve ilgi çekici olarak sunması bekleniyor. Bundan dolayı Tamadanın iyi eğitimli biri, iyi bir hatip, geniş hayal gücüne sahip biri, gelişmeleri görüp izleyen, iyi bir mizah duygusuna sahip, herkesin önem verdiği biri olması gerekiyor.

Bu sofralarda sadece gelenekler mi konuşuluyor. Hayır.. Tamada hayata dair düşüncelerini, geçmişe dair hüzünlerini, geleceğe dair beklentilerini, sevdiklerine dair temennilerini, her şeye dair sevgilerini paylaşıyor masada. Her paylaşım sonucu kadehler tokuşturuluyor, şaraplar içiliyor, yemekler yeniyor. Sofrada elinde kadeh olan herkes sırayla söz alıyor, iyi dileklerini temennilerini paylaşıyor. Bu konuşmalar yapılırken genellikle ayağa kalkılıyor, kadehler tokuşturulduktan sonra fondip yapılıyor. Gece ve yemek böyle sürüp gidiyor. Aslında sadece Gürcistan'da değil, nerdeyse tüm Kafkas ülkelerinde sofra kültürü ve adabı böyle..

Biz de Piazza Meydanı'ndaki şık barda, geleceğe dair güzel temennilerimizi paylaşıyor ve son kadehlerimizi fondipledikten sonra, Batum'daki geçici evimizin yolunu tutuyoruz. Öncelikle yolumuzun üzerindeki Nurigeli gölüne uğramak istiyoruz. Burası Batum Bulvarı üzerinde yapay bir göl. Akşamları ışık ve su gösterileri düzenleniyor. Bir gece önce taksi ile geçerken, yolun üzerinde suların içinde danseden hologram bir kadın figürü görmüş, şoforü durdurana kadar yolu yarılamıştık. Bu akşam şansımıza hologram yok ne yazık ki. Sadece su dansını fotoğraflayıp ayrılıyoruz. Las Vegas'taki ünlü Bellagio Show'un çok küçük ölçekte bir kopyası bu.

Ertesi sabah, Batum'daki son saatlerimize uyanıyoruz. Öğlen otobüsü ile Trabzon'a geçeceğiz. Kahvaltıdan sonra bu kez plaja inmeyip, gündüz gözüyle Batum Bulvarı'nda bir yürüyüş yapalım diyoruz.

Batum Bulvarı, şehrin merkezindeki plaja paralel uzanan 7 km uzunluğunda, palmiyelerle, heykellerle, çeşmelerle süslü bir yol Özellikle yaz akşamları halk buraya akın ediyor. Bulvar boyunca devam eden yürüyüş ve bisiklet yolları da modern bir şehir izlenimiz veriyor. İki gündür taksi ile geçerken dikkatimi çeken, bulvara yakın mimarisi ilginç binaları da fotoğraflama imkanı buluyorum yürüyüş esnasında. Ters bir şişe görünümündeki plaza, çatısı yerde tabanı yukarıda ters bir ev görünümündeki restaurant en çok ilgimi çekenler. Buna rağmen eksik bir şeyler var. Işıklar sönüp de gün ışığına kavuşunca albenisini yitirmiş şehir. Denizden gelen kesif koku da rahatsız edici boyutta.

Bulvar yürüyüşümüzü de tamamlayıp otelden çantalarımızı aldktan sonra otobüs terminaline doğru yola çıkıyoruz. Bundan sonraki durak Trabzon. Yaklaşık 4 saatlik bir yol ve Sarp sınır kapısından geçiş macerası bizi bekliyor. Yol boyunca müziğimi dinlerken, bir yandan da 5 günlük bu gezinin bilançosunu yapıyorum zihnimden.

Öncelikle yaptıklarım ve yapamadıklarım.. Eğer biraz daha zamanım olsaydı, ben bu geziye Abhazya'dan başlayıp, Bakü'de tamamlamayı tercih ederdim. Hatta Erivan'a bir bakıp çıkmayı.. Kutaisi ve Gori'de göremediğim ve aklımda kalan şehirler.. Bir de Karadeniz sahilinde Gonio ve Kvariati.

Gördüklerimize dönersek; Tiflis mi, Batum'mu derseniz, bence kesinlikle Tiflis.. Tarihi dokusu, kültürel yapısı, kendine has lezzetleri ile gezginlerin kesinlikle rotasına dahil etmesi gereken bir başkent. Batum'a gelince, başta gece hayatı, kumar ve fuhuşla cazibe merkezi haline getirilmeye çalışılıyor olmasından dolayı oldukça üzüldüğüm şehirlerden biri. Bundan fazlasını hak ediyor çünkü. Yine de Türk tipi hızlı ve beton ağırlıklı yapılaşma, özenti bir küçük Las Vegas görüntüsü pek bana göre değil. Bence sadece Batum'u görerek Gürcistan hakkında genel bir kanıya varmak ve ülkeyi tanımak mümkün değil.

Ama dediğim gibi BEN'ce. Yani, bu benim yorumum.. Herkesin kendi Gürcistan'ını keşfetmesi ve anılarında kendi hikayesini oluşturması için bir ip ucu olabilir ancak benim görüşlerim. .

 
 
Seyahatle Kalın...









 Yazılan Yorumlar...
Mor Uçurtma
(06 Ekim 2015)

Sevgili Şükran ve Setenay Hanım.. Öncelikle değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Yazılarınıza duygularınızı da katıyor olmanız sebebi ile her ikiniz de özellikle takip ettiğim yazarlarsınız..
Setenay Hanım, Fotoritimdeki yazınızı buldum. Anlatımınıza da, fotoğraflara da bayıldım.. Gören gözlerinize, anlatan kaleminize, yüreğinize sağlık. Bahar gibi bir Abhazya planım var aslında. Abhazya sahillerini ve özellikle Ritsa Gölünü görmeyi çok arzuluyorum. Sizin yazınızdan sonra, bu geziyi Adigey, Karaçay ve ilerisine uzatmak farz oldu. Ve elbette bu kez Elbruzu görmek.. Sizden yardım rica edeceğim o tarihte..
Saygı ve sevgilerimle..

Setenay Süzer
(29 Eylül 2015)

Sevgili Figen Koşar,
Bu harika sunumunu bayram öncesi mutlulukla okumuş,yorumum uzunca olacağından tatil sonrasına bırakmıştım.Şükran hanımın anne tarafından hemşehrim olduğunu öğrenmiş olmak apayrı sevinç vesilesi oldu.Yola çıkış sebebin, hepimizin ortak hastalık ve şifası.İlerleyen yaşamımda dönüp arkama baktığımda aklımda, yüreğimde, ruhumda çakılı kalanların başında , her seferinde heyecanla çıktığım yolculuklar ve dolayısıyla yaşadığım, gördüğüm güzellikler var.Kafkasyanın tarihini,coğrafyasını ne güzel özetlemişsin Fotoğraflarını hayranlıkla izledim.Thamade kavramının ,Gürcü dilinde de aynen kullanılmasına çok şaşırdım. 2004 yılında ilk gidişimde , 9 hanım birlikte yaptığımız gezi ile Kuzey Kafkasyanın Soçiden başlayıp,Kıyı Boyu Şapsığ, Adigey, Karaçay Çerkes,Kabartay bölgelerini tanımış,2006 da eşiminde katılımı ile Adigey ve Abhazya da bir hafta geçirmiştik.Son olarak 2012 Temmuzda yine 8 kadın arkadaş ilk gezinin rotasındaki bölgeleri özellikle Elbruz ve Dombay Dağlarını yeniden gezip görmenin mutluluğunu yaşadım.Maalesef artık yayınını sürdürmeyen Foto ritim sanal Dergide son gezimi anlatmıştım (Setenay Süzer : Kaf Dağı Masalı - Fotoritim) başlığı ile bulup okursan çok sevinirim.Canlar ülkesi diye adlandırılan Abhazya ayrıca gidilip görülmeli,zaten sanırım Gürcistana oradan geçiş yok.Olimpiyatlar vesilesi ile Soçi bir hayli imar edilmiştir.Yeniden görmeyi çok istiyorum.Hırçın dalgalarıyla meşhur Karadeniz bile ,Abhazya kıyılarında durulmuş sakinlemiş plajları ve dağların eteğindeki narenciye bahçeleri ile bambaşka güzellikler sergiliyordu.Turistik geziler diğer ülkelerde olduğu gibi ne yazık değil .Dili bilen birileri ile özel gitmek yada derneklerin turlarına katılmak gerekiyor .Gitmek istediğinizde bana yazarsınız yolunu yordamını anlatırım.Gürcistanı gezip görmüş kadar oldum.Paylaşımın için sonsuz teşekkürler ederim Nice güzel gezilerin olsun.Sevgilerimle

Şükran Şahin
(26 Eylül 2015)

Mor Uçurtma, Tiflis ve Batumu henüz görmedim.Listemde. Keyifle okudum. Abhazyadan başlayıp, Baküde tamamlamak" önerisinide değerlendireceğim. Anne tarafım Kafkaslardan yerinden yurdundan edilmiş ve bu topraklarda can bulmuş.Bu yüzdende rotamdalar oralar. Güzel anlatmışsın, bilgilendirici. Fotoğraflarda güzel. Heykeller harika. Tamara Kvesitadze beğendiğim bir heykeltraş. Kadın/erkek konulu kinetik heykelinin aslını görmedim, ancak dijital ortamdan gördüğüm kadarıyla çok başarılı. Sizde güzel kadrajlamışsınız. Teşekkürler, tebrikler.

Mor Uçurtma
(11 Eylül 2015)

Değerli yorumların için teşekkürler Sevgili Hakan.. Bazı ülkelerin etrafında dolaşır gidemem bir türlü. Tüm balkanları karış karış gezdim, Sırbistanı görmek istemedim mesela.. Gürcistanda benzer sebeplerle, uzak durduğum bir ülkeydi.. Ama tüm bunları bir kenara bırakırsak; Tiflis, Kutaisi ve Gori muhakkak görülmesi gereken şehirler.. En kısa zamanda senin de rotana alacağına eminim..

hakangeziyor
(09 Eylül 2015)

Sevgili Figen, yine aldın başka diyarlara götürdün. İçinden nehir geçen şehirleri ben de çok severim. Hem seyir zevki verir hem de hüzünlendirir biraz.
Bölgeyi gören diğer arkadaşlarım da Tiflisi daha çok beğenmişlerdi. Batumda güzel ama Tiflisle kıyaslanmaz derrlerdi. Dediğin gibi "herkesin kendi Gürcistanı nı keşfetmesi..." lazım. Kalemine sağlık...

 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.