Babalar ve Çocuklar Paris'te - 4: (Paris - Son)

Paris gezimize devam ediyoruz…Ege ile beraber kahvaltıya indiğimizde saat dokuza geliyordu. Açık büfe kahvaltı gayet güzeldi ama ben en çok fırından yeni çıkmış kruvasanlara bayıldım. Bütün ekip beş dakikalık bir gecikmeyle saat 09.35’de lobide toplandık. İstikamet Eyfel Kulesi. Güzergah ise M1 sarı hatla Charles de Gaulle, oradan M6 yeşil hatta geçiş ve Bir-Hakeim istasyonunda iniş. Metrodan çıkar çıkmaz henüz Eyfel’e mesafe olmasına rağmen etrafımızı zenci seyyar satıcılar sardı. Biz de onları kırmadık ve şu kalitesiz Eyfel anahtarlıklarının altı tanesini 1 €’dan aldık. Eyfel’e doğru ilerlerken “Çevresel Felaketler Yüzünden İnsanlar Ölmesin” imza kampanyasına 2 € ile birlikte küçük bir destek verdim.

Eyfel’e vardığımızda saat 10.20 idi ve her zamanki gibi korkunç bir kalabalık vardı. Her asansör önünde belki 200-300 kişi bekliyordu. Benim zaten çıkmaya niyetim yoktu ama grup da kararsız kaldı. Zira görünen bilet ve asansör kuyruğu ile bizim buradan ayrılmamız belki de 3-4 saat sürebilirdi. Çocuklar çok istiyordu. Ben de bir teklif yaptım: “Gelin siz 50-60 kişinin beklediği merdivenle çıkış sırasına girin, sadece birinci kata çıkın, o havayı şöyle bir teneffüs edin ve inin”. Çocuklar hemen kabul eseler de babalar itiraz ettiler. Aslında hiç de haksız sayılmazlardı tabi ama en seri çözüm buydu. Merdiven kuyruğunda hem daha az bekleyen vardı hem de sıra daha hızlı ilerliyordu.



Sonunda çocukların baskısı ile kabul ettiler. Bu arada aralarda su satan seyyar satıcılar vardı. Aslında bu uygulama yasak ama yine de ekmek parası tabi. 0,50 cc şişe su için tekel maddesi gibi 2 € istiyorlar, pazarlıkla 1 €’ya veriyorlar. Sattıkları su bizim Disneyland’da Auchan’dan aldığımız sular ve oradaki satış fiyatı sadece 14 cent. Ama güneş gittikçe yükselirken ve başka alternatifiniz de yokken ne isterlerse veriyorsunuz. Hatta Emre pazarlığı derinleştirip “50 cent ?” deyince “fuck” cevabını konduruverdi elin zencisi.

Artık sıra bizimkilere gelirken ben de oradan ayrılarak Eyfel’in azametli gölgesinde sere serpe uzanan Champ de Mars boyunca Askeri Akademiye (Ecole Militaire) doğru yürümeye başladım. Ünlü Napolyon’da 1784 yılında bu askeri akademide öğrenciliğe başlamış ve topçu teğmeni olarak mezun olmuş. Champ de Mars devasa bir park. Herkes çimlere yayılmış kimisi kitap okuyor, kimi piknik yapıyor, kimi top oynuyor, kimisi de şekerleme yapıyor. Parkın ortasından Joseph Bouvard Bulvarı geçiyor. Bu arada hem geziyor, hem foto çekiyor hem de su satın alabileceğim bir market arıyordum. Akademinin önüne gelince kafasına göre çalışan GPS’i açtım: Çalıştı…1600 metre mesafede bir Carrefour City olduğunu görünce oraya doğru yöneldim.


Motte-Picquet bulvarındaki Carrefour’dan 12 şişe 0,75 cc’lik suları 74 cente satın aldım. Aslında bu fiyatlar bile normal Carrefour fiyatlarından pahalı. Avrupa’da zincir süpermarketlerin şehir içindeki küçük şubeleri de farklı fiyatlar sunuyor. Ama yine de diğerleriyle kıyaslanmaz tabi ki…Hepsini çantaya doldurunca doğal olarak çanta küp gibi oldu tabi. Sırtımdaki çantanın ağırlığı ile Bosquet Bulvarından ilerleyip Grenelle’den sola döndüm. Artık Champ de Mars görünmüştü ki sokağın bitmesine yakın karşıma bir market çıktı. Pff, bu kadar yolu gereksiz biçimde yürümüş olmak epey canımı sıktı tabi.

Büyük gölgesi olan bir ağacın altına oturduğumda saat 12.00 olmuştu bile. Erdin’i telefonla aradığımda Eyfel’in ikinci katında olduklarını söyledi. Merdivenler çocuklara bana mısın demeyince bunlar da mecbur kalıp çıkmışlar. Bende onlar gelene kadar ağır çantanın acısını çıkarıyormuşum gibi çimenlere yayıldıkça yayıldım ve gezi ile ilgili notlarımı toparladım.


Hep beraber aşağıya indiklerinde saat 12.45 olmuştu. Biraz soluklandıktan sonra harekete geçtik. Programımızda Latin Quarter bölgesi ve Notre Dome Kilisesi vardı. Champ de Marcs boyunca ilerleyip Askeri Akademi’den sola dönünce aynı isimli metro istasyonundan 8 no’lu hatta binip Bastille durağında indik. Meydanın tam ortasında bulunan 1830 devriminin anısına inşa edilen Temmuz Anıtı (Colonna de Juliet) ve Paris Opera binası oldukça etkileyiciydi. Opera binası, daha önce burada bulunan meşhur Bastille Hapishanesi’nin yerine inşa edilmiş.

Tam orada olduğumuz anlarda yerel bir festivalin son hazırlıkları yapılıyordu. Kırmızılar içinde bandocu kızlar güzel bir gösteri sundular. Yolun karşısında da farklı kıyafetler içinde pek çok renkli görüntü vardı. Muhtemelen bir geçit töreninin hemen öncesindeydik ama bekleme lüksümüz yoktu. Henry IV Bulvarından devam edip, şirin ilk üretim Mini Cooper’la foto çektirdikten sonta Sully köprüsünden Seine nehrinin karşısına geçerek Latin Quarter bölgesine geldik.


Latin Quarter, Paris’in en cıvıl cıvıl, en hareketli yerlerinden birisi. İsmi geçmiş dönemde burada eğitim gören Latin kökenli öğrencilerden geliyor. Zira Fransızların en önemli eğitim kurumlarından birisi olan Sorbonne Üniversitesi burada bulunuyor. Meşhur St. Michel Bulvarı, Pantheon ve Luxemburg Bahçeleri de aynı bölgede yer alıyor. Notre Dame’a da yakın olması ayrı bir olay tabi. Her yer restoran, kafe, bar dolu ve günün her saati hareketli bir bölge. Daha önceki gelişimde burayı etraflıca gezmiş ve eğlenceli bir akşam yemeği fırsatım olmuştu ama bu sefer çocuklar olduğu için buna pek ihtimal vermiyordum. En azından öğle yemeği işini burada halledebiliriz diye düşündük. Biraz dolaştıktan sonra Notre Dame’ın karşısında yer alan Subway’i gördük ve içeriye daldık…

Subway fast food zinciriyle ilk kez İngiltere’de olduğum dönemde karşılaşmıştım. Farklı ekmek çeşitleri ile önünüzde yer alan dolapta bulunan malzemelerle tam ekmek (30 cm) ya da yarım ekmek istediğiniz sandviçi yaptırabiliyorsunuz. Gazlı içecekleri sifon olarak öderseniz istediğiniz kadar içebiliyorsunuz. Herkes farklı çeşitler sipariş etti. Ege’yle kendime tavuk-peynir ve extra peynirli yarımşar ekmek sandviç ve sınırsız içecek aldım. (Sandviç 4,50 €; içecek 2,40 €) Oldukça lezzetliydi.



Öğle yemeği işini hallettikten sonra ekip Notre Dame’a doğru giderken biz de Kurti’nin fotoğraf makinesi için hafıza kartı almaya gittik. Daha önceki gelişimde Mehmet abiyle Latin Quarter bölgesinde fotoğraf makinesi aldığımız elektronik mağazasını aradık ama bulamadık. Neyse ki bu tarz şeyleri satan daha küçük dükkanlar mevcuttu. 8 gb’lık bir kartı 20 €’ya aldık. Daha sonra istikamet Notre Dame…

Seine Nehrinin kenarında yer alan ve 170 yıllık bir inşa döneminin sonunda 1334 yılında tamamlanan yaklaşık 9000 kişilik Notre Dame’ın önünde uzunca bir kuyruk vardı ama oldukça seri ilerliyordu. Giriş kapısındaki kralları temsil eden 28 adet heykel var. Oldukça etkileyici görünüyor. İhtilalden sonra Parisliler bu heykelleri parçalamışlar. Daha sonra yeniden yapılmış. Vitraylar ve işlemeler harika. Onlarca günah çıkarma kabini mevcut. Her yerde mumlar yanıyor. Siz de isterseniz küçük bir ücret karşılığı (2-5 €) farklı ebatlardaki mumları yakabiliyor ya da yanınızda hatıra olarak götürebiliyorsunuz.


Napolyon Bonapart imparatorluk tacını bu kilisede giymiş. Turistik bir yer olması yanında halen en önemli katolik kiliselerinden birisi. Büyükçe bir Meryem Ana heykeli de var. Bizde katedral daha çok Victor Hugo’nun meşhur Notre Dame’ın Kamburu kitabıyla aynı adı taşıyan filmle biliniyor. İçeride özel bir ayinin hazırlıkları devam ediyordu. Kısa bir süre kalabalık elverdiği ölçüde bu hazırlıkları izledikten sonra kiliseden ayrıldık.

Şimdiki programımızda Seine Nehri’nde tekne turu vardı. Bunun başlangıç adresi de meşhur Neuf Köprüsü. Katedralin bulunduğu yerden batıya (Eyfel yönüne) doğru nehir boyunca yürüdüğümüzde yaklaşık 15 dakika sonra köprüye ulaştık. İsim anlamı “Yeni Köprü” olsa da Paris’in en eski köprülerinden birisi Neuf. Türkiye’de “Köprü üstü Aşıkları” adıyla izlenen filmin çekildiği köprü de burası. Önceki gelişimde akşam karanlığında yaptığım geziyi bu sefer gündüz gözüyle yapacaktım. Normal koşullarda yetişkin 13 €, 12 yaş altı çocuk içinse 6 € olan biletleri internet sitesinden (Les Vedettes) indirimli olarak almıştım. (Yetişkin 8 €, çocuk 4 €).


17.30 tekne gezisi için İnanılmaz bir kuyrukla karşı karşıya kaldık. Bilet için ayrı tekmeye girmek için ayrı sıralar mevcuttu. Oradaki görevliye elimdeki internet çıktısını uzattığımda bize doğrudan tekneye gitmemizi işaret etti. Tekneye bindiğimizde herkes internetten alım yapmanın biletlerin ucuzluğundan çok aşağıdaki kuyruğu atlatmış olmasından çok memnundu. Hemen üst güvertedeki yerimizi aldık ve girişte ücretsiz olarak verilen broşürü inceleyerek gezi saatini beklemeye başladık.

Yaklaşık bir saatlik tekne gezisi Neuf Köprüsünden başlıyor, Eyfel istikametinde devam ediyor. Eyfel’i biraz geçtikten sonra geri dönüş yolculuğu başlıyor ve Sully Köprüsünden yeniden geri dönüp başladığınız yer olan Neuf Köprüsünde tamamlanıyor. Gezi boyunca Seine Nehri kenarında ya da yakınında yer alan yaklaşık 38 tane önemli bina, kilise, katedral, köprü görüyorsunuz. Louvre Müzesi ile başlayan maceranız, Orsay Müzesi, Concorde Köprüsü, meşhur heykelleri ile Alexandre Köprüsü, Chaillot Palace, Eyfel, Notre Dame, La Conciergerie, City Hall ile devam ediyor. Bunlar ilk anda aklıma gelenler. Bir de Paris’in en eski evi tabi ki. Seine Nehri’nin etrafında oturanlar, bir şeyler atıştıranlar, derin sohbetlere dalanlar da gezimizin görselliğine ayrı bir güzellik katıyordu.


Gezi sonunda saatlerimiz 18.30’u gösteriyordu. Louvre istikametinde nehir kenarındaki hediyelik eşya dükkanlarından birkaç parça alışveriş yaptıktan sonra Louvre Müzesine ulaştık. Bu kadar fazla sayıda çocuğun olduğu bir gezide dünyanın en meşhur müzelerinden birisi olan ve yılda ortalama 8 milyon insan tarafından ziyaret edilen Louvre’a girmenin anlamsız olacağına daha önceden karar vermiştik. Sadece bahçe ve dış mekan gezisiyle yetindik.

1793 yılından beri müze olarak kullanılan Louvre yedi ayrı bölümden oluşuyor: “Eski Doğu”, “Eski Mısır”, “Antik Yunan ve Roma” “Heykel”, “Sanat Eşyaları”, “Resim” ve “Desen”... Bizler çoğu zaman müzeyi sadece Leonardo da Vinci’nin meşhur “Mona Lisa” tablosuyla biliyoruz ama tek değerli parça bu değil elbette. Binlerce sanat harikası bir arada bulunuyor. Hatta Mona Lisa tablosu yüzünden belki de bu eserlerin büyük bölümü ortalama müze gezerleri tarafından hak ettiği ilgiyi de göremiyor. Tabi bu büyüklükte bir müzeyi gezmek için de en az bir tam güne ihtiyacınız var. Daha önceki gelişimde her ortalama Louvre ziyaretçisi gibi doğrudan Mona Lisa’yı görüp birkaç ilave esere de şöyle bir bakmak iki saatten fazla zamanımı almıştı.


Dünyanın en önemli müzelerinden birisinin bahçesinde yarım litrelik pet şişeye çocuklar tarafından futbol topu muamelesi yapıldığını görünce aslında bu gezinin onlar açısından Eyfel Kulesinden inildiğinde bittiğine karar verdim ve kendi kendime gülmeye başladım. Louvre’dan hareketle ikinci zafer anıtını geçtik ve Jardin des Tuileries boyunca yürüdük. Yemyeşil bahçenin sonuna gelmeden önce akşam programı için mini bir toplantı yapmaya karar verdik. Kimimiz verilen siparişleri almak kimimiz de geziye farklı noktalardan devam etmek istiyorduk. Sonuçta ben, Erdin, Ege ve Erdeniz diğerlerinden ayrıldık. Onlar Şanzelize’den verilen siparişleri almak için o tarafa doğru yönlendiler. Biz de biraz daha dinlenip Concorde Meydanı’na yollandık.

Paris’in en büyük meydanı olan Concorde’un anlamı “Barış”. İsmiyle tezat olmak üzere geçmişte burada yüzlerce insan giyotinden geçirilmiş. Hatta ünlü “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözünü söylediği iddia edilen Kraliçe Marie Antoinette’de giyotinin hışmına uğrayanlardanmış. Meydanın tam ortasında bir Mısır dikilitaşı var. 1836 yılında Kavala’lı Mehmet Ali Paşa tarafından Fransa’ya hediye edilmiş. Dikilitaş’ın bir eşinin de Mısır’da olduğunu okumuştum. Üzerindeki eski Mısır yazılarıyla bir şeyler anlatılmaya çalışılmış ama hiyeroglif okumayı bilmediğim için çözemedim. Altındaki kaide de ise taşın buraya nasıl yerleştirildiğini anlatan resimler bulunuyor.


Meydan’ın ortasında dikilitaşın etrafında yer alan Nehir Çeşmeleri de (Fountain of River) oldukça etkileyici görünüyor. Kuzey ve güney olarak isimlendiriliyor. Çeşmeler yapılırken Roma’daki örnekleri baz alınmış. Meydanın köşelerinde de büyük heykeller bulunuyor. Fransa’nın önemli kentlerini sembolize ediyormuş.

Meydanda bulunan Concorde istasyonundan 12 no’lu yeşil metro hattı ile Notre Dame des Champs istasyonuna geldik. Sizin anlayacağınız yine St. Michel, Latin Quarter bölgesindeyiz. Amacımız meşhur Luxembourg Bahçelerini gezmek ve Sorbonne Üniversitesi ile Pantheon’u görmek.

Bu arada hafiften karnımız da acıkmaya başlamıştı. Artık kalabalık olmadığımız için Erdin’le niyetimiz bir restorana oturarark güzel bir akşam yemeği yemekti. Bulunduğumuz bölge zaten bu açıdan oldukça zengindi. Gelgelim tam Luxembourg Bahçeleri yoluna girmişken karşımıza tanıdık bir dost çıktı: Subway…Çocuklar başladılar “biz o sandviçleri çok sevdik, yeniden istiyoruz” demeye. Çaresiz kabullendik. İçeriye daldık, oldukça sakindi. Sıradaki birkaç kişinin tamamlanmasını bekledik ama karşımıza kötü bir sürpriz çıktı: Minicik olanlar dışında (Baby Bread) hiç ekmekleri yoktu…Ton balıklı birer minik sandviç alarak hızlıca açlığımızı geçici olarak bastırdık ve Bahçelere doğru yola çıktık.

Saat 20.30 olmuştu ve Bahçe 21.00’de kapanmasına rağmen en son giriş 20.00 idi. Kapıdaki bayan güvenlik görevlisi bize kibarca bunları anlattı. Sizin anlayacağınız Subway’de kaybettiğimiz yaklaşık 30-35 dakika sonunda giriş saatini kıl payı kaçırmıştık.


Luxembourg Bahçeleri duvarı sağımızda kalacak şekilde Vaugirard Caddesi boyunca ilerleyerek Pantheon’u karşımıza aldığımız Edmond Rostand meydanına ulaştık. Pantheon başta kilise olarak inşa edilmiş olsa da daha sonraki dönemde bir tür anıt mezar işlevi görmüş. Voltaire, Victor Hugo, Emile Zola, Alexandre Dumas burada mezarları bulunanlardan bazıları. Roma’daki Pantheon’a benzerliği çok net.

Pantheon’a doğru yürümeden önce karşıdan bu muhteşem yapının fotoğrafını çekmek istedim ve elimi makineye attım. Yoktu…Subway’de sandalyenin kenarına astığımdan emindim. Hemen Ege’ye baktım ama O’nda da yoktu. Erdin’leri bir kafede bıraktıktan sonra hızla geldiğim yoldan Subway’a doğru yürümeye başladım. Yaklaşık 20 dakika sonra nefes nefese içeriye daldım ve kasadaki kıza makinemi sordum. Gülerek, “Ne renkti ?” diye sordu. Bir “oh” çekmişim. Makineyi alıp kafeye geri döndüğümde saat 22.00’ye geliyordu. O kadar gerilmişimki ne Pantheon ne de başka bir şeyi bu saatten sonra gözüm görmedi.

St. Michel boyunca birkaç yüz metre yürüdükten sonra Cluny La Sorbonne durağına gelerek 10 no’lu hatla önce Sevres Babylone durağına, buradan da 12 no’lu hatla Concorde durağına ve son olarak da 1 no’lu sarı hatla otelimizin bulunduğu Esplanade la Defense bölgesine geldik. Otele girdiğimizde saat neredeyse 23.00’e geliyordu. Diğerleri henüz gelmemişti. Çocukları yatırdıktan sonra hemen otelin 100 metre uzağında yer alan parkta yaklaşık yarım saat Erdin’le sohbet ettik. Yorgunduk ve toplanmamız da gerekiyordu. Bavul toplama, duş alma derken saat 00.30’u bulmadan uyumuşum…

Paris Son Gün
Bugün Paris’te son günümüz…Kahvaltımızı yapıp bavullarımızı otelin emanet odasına bıraktığımızda saat 09.30’du. Paris’teki son birkaç saatimizi ünlü Sacre Coeur ve Montmartre’ye ayırmıştık. 1 no’lu metro hattına binerek Concorde durağında 12 no’lu yeşil hatta geçtik ve Abbesses durağında indik. Yukarıya çıkmak için feniküler olsa da dar sokaklar ve dik iki merdiveni tercih ederek Sacre Coeur’a çıktık. Minik kırmızı-beyaz tren dikkatimizi çekti. Sonradan bunun Montmartre bölgesinde ring yapan ve turistleri gezdiren bir tren olduğunu öğrendik. Ancak çok fazla zamanımız olmadığı için deneyemedik.


“Kutsal Kalp” anlamına gelen ve Paris’in en yüksek noktasında bulunan Sacre Coeur’un yapımı 1914 yılında tamamlanmış. En yükseği 83 metreyi bulan dört kubbeli Bazilika’nın çanı Fransa’nın en büyük çanıymış ve yaklaşık 19 ton ağırlındaymış. Bazilika, dışarıdan bembeyaz görünümüyle ve giriş bölümünün hemen üstünde yer alan atlı muhafızlarıyla gerçekten çok ihtişamlı. Ama merdivenlerinden izlediğimiz Paris manzarası ondan da müthiş. Açık havalarda 50 km.’ye kadar görüş alanı olduğu söyleniyor. Yılda yaklaşık 10 milyon ziyaretçi sayısıyla Paris’in Notre Dame’dan sonra en çok ziyaret edilen yeriymiş.

Bazilika önünde oldukça uzun bir kuyruk olsa da hızlıca ilerlediği için beklemek çok zamanımızı almadı. İçeride bugüne kadar gördüğüm en büyük İsa mozaiki bulunuyordu. Renkli ve tertemiz görüntüsüyle gerçekten etkileyici. Fotoğraf çekilmesine izin verilmemesine rağmen gizlice bir kare almaya çalıştım. Çıkışta merdivenlerde biraz zaman geçirerek hem dinlendik hem de güzel Paris’i yukarıdan seyrettik.

Bölge olarak Montmartre her zaman Paris’in en ilginç semtlerinden birisi olmuş. İsmi, 250’li yıllarda burada öldürülen piskopos nedeniyle “Şehitler Tepesi” olarak konmuş. Semt, 1800’li yıllardan itibaren sanatçıların mekanı olarak anılmaya başlanmış. Ünlü Tertre Meydanına ulaştığımızda semtin sanatçılar mekanı olduğu doğrulanıyordu sanki. İnanılmaz keyifli bir atmosferin içinde bulduk kendimizi. Her metrekaresinde bir ressam, pek çoğunun önünde resminin tamamlanmasını bekleyen insanlar, meydanın etrafında soluk almak ve etrafı seyretmek için konuşlanmış restoran ve cafeler. İnsan burada sadece çevreyi seyrederek saatler geçirebilir. Ama biz mecburen geldiğimiz yoldan ve uzun merdivenlerden aşağı inmek zorundaydık.


Pigalle Meydanına vardıktan sonra sağ koldan Clichy Bulvarı yönünde devam ettiğimizde ise karşımıza meşhur Moulin Rouge çıktı. Burası ünlü “Kırmızı Değirmen” anlamına gelen kabare. Pigalle, Paris’in en önemli eğlence bölgelerinden birisi. Ama buradaki eğlence daha çok +18 için geçerli olduğundan çocuklarla çok fazla zaman geçirmek istemiyoruz. Emre ve ben daha önce gördüğümüz için arkadaşlara şöyle bir gösterip gitme niyetindeyiz. Ama çocuklar “karnımız aç!” demez mi? Bizim Pigalle gezisi oldu bu sefer 2 saatlik koca bir tur. Caddedeki süpermarketten birkaç parça ihtiyacımızı satın aldıktan sonra öğle yemeğini Türk olmayan bir döner dükkanında buz gibi kola ile beraber tanesi 6,50 € olan dürümlerden yiyerek hallettik. Sonra da “battı balık yan gider” deyip bir de Kırmızı Değirmen’de çoluk çocuk fotoğraf çektirdik.


Otele ulaştığımızda saat 13.45’ti. Charles de Gaulle Havaalanına gitmek için daha önceden Parisshuttle firmasından ayarladığımız (toplam 137,50 €) minibüslerin gelmesine 15 dakika vardı. Emanet odasından bavullarımızı aldık ve araçları beklemeye başladık. Çok geçmeden iki araç beşer dakika farkla geldi ve havaalanı yolculuğumuz başladı. Saat 17.05’de kalkacak olan uçağımız için iki saat öncesinden havaalanına ulaştık…

Paris…Kimine göre Avrupa’nın en romantik şehri…İkinci kez gelmiş olmama rağmen yine gezemediğim o kadar çok yer kaldı ki…Aslında altı yıl arayla aynı yerleri ikinci kez gezdim dersem çok da yanlış olmaz. Sonuçta daha önceden Paris’e görmemiş dostlarla geliyorsunuz ve eşyanın tabiatı gereği aynı yerleri gezmek durumunda kalıyorsunuz. Olsun…Bu çocuklarımızın tatiliydi…Onlar için organize edilmiş bir Disneyland gezisiydi…Aslında Paris şehir merkezi bu işin “bonus”uydu diyebiliriz. Her şey çok güzel, neredeyse kusursuz ve problemsiz geçti…Hepimiz büyük keyif aldık…

Darısı başınıza…






 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(21  Aralık 2013)
Hakan bey, ne güzel bir anlatım. Anlamlı bir gurup ve eğlenceli bir gezi.Çocuklarınız ne kadar şanslı! "yarım litrelik pet şişeye çocuklar tarafından futbol topu muamelesi yapıldığını görünce aslında bu gezinin onlar açısından Eyfel Kulesinden inildiğinde bittiğine karar verdim ve kendi kendime gülmeye başladım."cümlesinede bayıldım.Çocukluk büyülü bir dönem. Bir pet şişe ile bile oyna Paristen alınan tadı alabilmek! Çocuk ruhumuzu kaybetmeden gezelim...
hakangeziyor
(09 Şubat 2012)
Mustafa bey ilginiz ve güzel sözleriniz için teşekkürler. Katkılarınızı bekliyoruz...
mustafa deniz
(08 Şubat 2012)
hakan bey.gerçekten çok güzel ve açıklayıcı bir yazı dizisi olmuş,ayrıca parisi hiç bilmeden gidenler içinde çok faydalı bir rehber niteliğinde elinize sağlık.
gülden
(05 Temmuz 2011)
Tek kelimeyle SÜPER...Fotolar çok başarılı...Okudukça ,bir iç çekerek ,bizde orada olmalıydık dedik....Emeğinize sağlık..
mesude
(02 Temmuz 2011)
Süper olmuş.Herşeyden önce kalemin çok güçlü gerçekten tebrik ederim biz okurken zevk aldık eminim siz gezerken müthiş zevk almışsınızdır. ne diyelim darısı başımıza...
hakangeziyor
(01 Temmuz 2011)
Herkese teşvik edici yorumları için teşekkürler. Önümüzdeki hafta 7 günlük Budapeşte ve Viyana gezimizin de tüm ayrıntılarını sizlerle paylaşacağım. Görüşmek üzere...
Ferudun Babacan
(01 Temmuz 2011)
Kim ne derse desin şu bizim PARİS bambaşka.
Emeğinize sağlık
Emre AKDAĞ
(01 Temmuz 2011)
Bir kez daha yaşattın bize bu güzel geziyi...
NEŞE
(30 Haziran 2011)
Paris kazan,siz kepçe...Her gezinizde olduğu gibi performans yüksek ,fakat çocuklarınız da bu hıza çok güzel ayak uydurdu doğrusu...İlerdeki yıllarda kimbilir nasıl hatırlayacaklar ?Büyük Supermarketlerin şehir içi küçük şubelerinde fiyatların daha yüksek oluşuna ben de Belçika da hayret etmiştim !Benim Paris e gidişlerim İnternet öncesi devire rastladığı için bu internetten bilet alma ve müze ve nehir gezileri yapma işi çok hoşuma gitti,Hakan, çok pratik fikirler verdin yine !Fotoğraf makinası krizinin hasarsız atlatılması çok iyi olmuş,yoksa gezinize nazar değdi diyecektim..
gezi-cem
(30 Haziran 2011)
Harika, fotoğraflar ve içerik sıradışı. Bu yazı ve belki gezi bir ilk. Tebrikler.