Bükreş - Bir zamanlar “Balkanlar’ın Paris’i”

Otobüsümüzün Romanya’ya hareket saati geldi. Gözü yaşlı bir ayrılık sahnesi cereyan ediyor önümüzde... İki Rumen kız kardeş... Biri İstanbul’da kalıyor, diğeri Bükreş’e gidecek anlaşılan. On beş, on altı yaşlarında var yoklar... Acemice sigara içişlerinden belli gençlikleri... Şoförümüz motoru çalıştırıyor, otobüs homurdanarak yola koyuluyor. Sisli, kasvetli bir çıkış...

Önümüzde oturan bir Rumen, ülkesinde ortalama maaşların kırk dolar civarında olduğunu söylüyor. Suriyeli yolcuların gümrükte yüz dolar bozdurması zorunluluğunu duyan bir diğeri ise şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oluyor! “Romanya’da bizim bu parayı kazanmamız için en az birkaç ay çalışmamız lazım!” diyor başını sallayarak. Türkiye’de mola verdiğimizde Rumenlerin hiç otobüsten çıkmamasının nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor. Her molada içilen bir çayın parası bile onlara ciddi bir külfet getiriyor belli ki...

Şoförümüz hayli konuşkan... “Bükreş’te benim ev var, hanım var” diyor. “Hanımı Müslümanlığa da dönderdik, şakkır şakkır Türkçe konuşuyor!” diye de ekliyor.

FOTOGRAF: Public Domain - wikimedia.org


“Sizde eroin var, tabanca var?”
Ertesi sabah erkenden Bulgar sınırı Rusçuk’tan çıkıp Rumen sınırı Giergieu’ya giriyoruz. Gümrükte inanılmaz bir otobüs kuyruğu uzanıyor. Saatler ve saatler sonra sıra bize geliyor ve elimizde bavullar gümrükçünün karşısına geçiyoruz. Rumen gümrükçü hanımın gözleri, Türk pasaportlarımızı görür görmez ışıldıyor sanki! Avına süzülen bir şahin gibi geliyor yanımıza ve ilk soruyu yapıştırıyor: “Sizde eroin var?”. Biz, “Yooo!” diyoruz. Bunun üzerine hemen ikinci soru geliyor, “Tabanca var?”. Doğrusu, sabır taşı olsa çatlayabilir bu ilginç sorular karşısında! Biz durumumuzu kısaca özetlemek için eski bir şarkıdan medet umuyor ve “No haşhaş, no kokain, no tabanca, yes vitamin!” deyiveriyoruz.

Rumen gümrükçü “görürüz bakalım!” der gibi hınzır hınzır gülümsüyor hafifçe... Sonra bavulları gösterip “arayacağız!” anlamında bir şeyler mırıldanıyor ve hiç vakit geçirmeden işe koyuluyor... Hallaç pamuğu gibi atıyor tüm bavulları. Bir arkadaşımızın bavulunda Almanya’daki akrabasına götürdüğü baharatları bulunca ikinci kez gözleri parlıyor gümrükçü hanımın. “Esrar bu?” diye soruyor. Cevabımızı bile beklemeksizin, koşa koşa gidip Türkçe bilen bir “esrar uzmanı” getiriyor. Uzman, baharatlara bakıyor bakıyor; uzun uzun koklayıp “bu ne baharatı?” diye soruyor… Neyse, yanıt inandırıcı bulunuyor da “eroin, tabanca, esrar sorgusu” tatlıya bağlanıyor!..

Arkadaşımızın baharatı Rumen gümrüğünden geçiyor geçmesine ama, bu kez de benim c-vitaminlerim takılıyor oltaya. Gümrükçü, vitaminleri de uzun uzun inceliyor ama bu kez fazla soru sormayıp kutunun içinden üç tanesini cebine atıveriyor! El, kol hareketleriyle, “Ben zayıfım da, kuvvetlenmem lazım!” gibisinden bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Perişan haldeki eşyalarımızı yeniden bavullara yerleştiriyoruz. Ayrılırken, “N’apalım, bugün kısmetiniz yokmuş!” diyoruz Rumen gümrükçü hanıma. Başını sallayıp gülümsüyor belli belirsiz!.. Sabah yedide girdiğimiz gümrükten çıktığımızda hava kararmıştı!.. Dile kolay, tam dokuz saat beklemiştik otobüsün içinde...

FOTOGRAF: Râul Dâmboviţa / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0


Kont Drakula, Kazıklı Voyvoda
Kısa bir yolculuktan sonra, bir zamanlar “Balkanlar’ın Paris’i” olarak anılan Bükreş’e ulaşıyoruz. Kent, elli küsur kilometre ötede Tuna’ya kavuşan Dimbotiva Nehri kıyısında kurulmuş. II.Dünya Savaşı’ndan bu yana kentin nüfusu ikiye katlanmış ve son yıllarda, iki milyonu aşkın insan yaşar olmuş Bükreş’te. 1860’lardan itibaren kent, Fransız etkisindeki mimari yapılar nedeniyle Balkanlar’ın Paris’i olarak anılagelmiş.

Oysa şimdilerde, dokuz, on katlı beyaz renkli sosyal konutlar Bükreş’in tamamını kaplamış gibi sanki... Bir mezarlığın önünden geçiyoruz. “Çavuşesku’nun devrilmesi sırasında ölenler!” diyor birisi. 1989 Aralık’ında, Çavuşesku rejimine son veren ağır çatışmalar sırasında, aralarında Kraliyet Sarayı da olmak üzere çeşitli tarihi binalar ciddi zarar görmüş.

Kont Drakula... XV.yüzyıl Romanya’sının dünyaca ünlü ismi. Aslında, Eflak Prensi Vlad Tepeş’in takma adıdır Drakula. 1460’lı yıllarda yirmi dört bin Türkü öldürdüğü söylenen Drakula’nın bir tiran ve kan dökücü bir savaşçı olduğu bilinse de kimi kaynaklara göre, kan içiciliği yoktur! Yani, insan kanını içmeyip sadece dökmekle yetinmektedir Drakula! Vampirliğinin ise sadece öykülerden gelen bir yakıştırma olduğu söyleniyor…

Yine aynı dönemlerde yaşamış bir ünlü Eflak Prensi daha var. Kazıklı Voyvoda… Düşmanlarını kazığa vurduğu için bu adla anılır. Kazıklı Voyvoda bölgede Türk egemenliğine karşı çıkar ve sonu da onların elinden olur… Türklerle savaşırken ölür Kazıklı Voyvoda…

FOTOGRAF: Joe Mabel / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0


İthal sos!
Bir arkadaşımızın daha önceden bildiği bir pansiyonda kalıyoruz. Ev sahibimiz yaşlı bir teyze. Pansiyoncu teyzenin fırının üzerindeki ocakları açarak evini ısıtmaya çalışması bizi şaşkınlığa sürüklüyor!.. Ülkede doğalgaz fiyatlarının fevkalade düşük olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyor!

Bükreş’te ilk akşamımız... Hotel Boulevard’da yemek yiyoruz. Yüz elli küsur yıllık bir otel bu. İnsan kendini bir sarayda gibi hissediyor! Yemekler yiyoruz, can-can danslarından pantomime dek çok hoş gösteriler izliyoruz. Sonunda da boynumuz kıldan ince, hesabı beklemeye başlıyoruz... Gele gele ne gelse beğenirsiniz!.. Kişi başı beş, altı doları geçmiyor bu saray oteldeki muhteşem yemeğimiz!..

Daha ilk gecemizden bu ülkenin hayli ucuz olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Ancak, o güzel yemeklerle aynı fiyattaki bir soslu yemeğin de hesaba eklenmiş olması dikkatimizi çekiyor. Garsona, “ama, biz bu soslu yemekten yememiştik ki!” diyoruz. Garson sevimli sevimli bakıyor ve “efendim”, diyor “o, soslu yemek değil, sadece sos!”. Bizi bir gülmedir alıyor. Garson, halimizi görünce, “Ne yapalım, bu sosu Türkiye’den ithal ediyoruz da!” diyor. Gelen sos da bildiğimiz domates sosu! Romanya’da tüketim mallarıyla ilgili ciddi bir sorun yaşandığını ilk kez burada fark ediyoruz.

Yemekten sonra eve dönüyoruz. Televizyonda yabancı bir film gösteriliyor ancak dublaj kavramının bu ülkede henüz emekleme safhasında bile olmadığı daha ilk bakışta anlaşılıyor. Ekranda çok sayıda kadın, erkek, çocuk görülüyor. Ancak, filmdeki tüm oyuncuların seslendirmesi tek bir kişi tarafından yapılıyor! Fondaki spiker diyalogların Rumence çevirisini bir eğitim programı sadeliğiyle okumakla yetiniyor!..

FOTOGRAF: Gabriel / Wikimedia Commons / CC-BY 2.0


Gel de bizim gümrüğü inandır!
Ertesi gün, kent merkezinde çok hoş iki sanat galerisi geziyoruz. Eserlerin tümü, gerçekten ileri bir estetik anlayışının ürünü. Ortalama üç yüz elli dolar fiyat konmuş her birine. Tabloların, Romanya’nın en iyi sanatçılarına ait olduğunu söylüyor galeri sahibi.

Vitrinlere bakarak Bükreş sokaklarında dolaşıyoruz. Bir ara, slayt filmi almak için bir fotoğrafçıya giriyoruz. “1.800 lei...” diyor satıcı hanım. Parayı ödüyoruz, tam çıkarken, gözümüze bir 8 mm film göstericisi çarpıyor. Garip ama, onun da üzerinde 1.800 lei yazıyor! Her halde yanlış yazıldı diye düşünüyoruz, ama içimize de bir kurt düşüyor doğrusu! Dayanamayıp soruyoruz. Bir yanlışlık yokmuş. Kocaman kutusundaki Rus malı bir göstericiyle bir slayt filmi aynı fiyat!.. İnanması gerçekten zor!.. Salt nostaljik nedenlerle, bu eski model makineyi satın almayı düşünür gibi oluyorum. Ancak, kısa bir tereddütten sonra vazgeçiyorum. Çünkü, bizim gümrükte “ben bunu bir slayt filmi parasına aldım” deyince bana inanacak kimse bulabilir miyim endişesini ciddi biçimde yaşıyorum!

Bir pastaneye giriyoruz. Manzara pek iç açıcı değil doğrusu! Kırk yıllık profitrolü dondurmayla yapıyorlar, üstelik tadı da güzel değil. Böreklerin de içi boş. Limonatalara ise zorunlu kalmadıkça pek yaklaşmamakta yarar görüyoruz. Her yerde ciddi bir yoksulluk seziliyor. Bükreş sokaklarında, metroda, lokanta önlerinde sürekli dilenci çocuklarla karşılaşıyoruz.

FOTOGRAF: Gabriel / Wikimedia Commons / CC-BY 2.0


“Koyun ticareti” mi “vatan görevi” mi?
Romanya’nın bir ilginç özelliği, kaçak işçileri Almanya’ya geçiren şebekelerle uyuşturucu kaçakçılarının başkent Bükreş’te cirit atması. “Ördek” ya da “koyun” diye adlandırılan kaçak işçiler önce Romanya’ya getiriliyor ve uygun fırsat çıkana dek burada bekletiliyor. Zamanı gelince de önce Macaristan’a oradan Slovak Cumhuriyeti’ne, sonra da Çek Cumhuriyeti üzerinden Almanya’ya geçiriliyorlar. Kimi kez karda buzda dağlardan aşıldığından, zaman zaman insanlar donarak ölüyor. Ve bu acı, yıllardır sürüp gidiyor... Romanya’da kalınan süre içinde ise Rumen hayat kadınları devreye giriyor ve kaçak işçilerin elinde kalan son kuruşlar da buralara harcanıp gidiyor.

Türklerin kaldığı ve gündüz kahve, gece han olarak kullanılan pansiyonlardan birinde pek kısa bir süre içinde hem ilginç, hem dramatik yaşamlara tanık oluyoruz. Adının Cebrail olduğunu söyleyen biri, kaçak işçilerin Almanya’ya nasıl götürüldüğünden kesitler aktarıyor bize. İnsan kaçırmak için yapılmış özel otobüslerden tutun da gümrüklerdeki taktiklere kadar öyle şeyler anlatıyor ki şaşıp kalmamak elde değil doğrusu! Her şeyden önce, yaptığı işe yürekten inanmış biri Cebrail!.. Almanya’ya kaçak işçi götürmenin yararlarını öyle ballandıra ballandıra anlatıyor ki bir süre sonra dayanamayıp “İş ve İşçi Bulma Kurumu sana bir ‘üstün hizmet nişanı’ verse yeridir diyorsun galiba!” diye soruyoruz. “He valla doğru!” diyor gülerek. Cebrail’e bakılırsa, bu bir “vatan görevi”ydi ve her eve lazımdı!..

Su testisi su yolunda kırılıyor!
Gündüz kahve olarak kullanılan pansiyona az sonra bir delikanlı giriyor. Cebrail, “Eroin kaçakçısıdır bu!” diyor gülerek! Yeni gelenin inkâr ettiği yok. Tam tersine, “Tamam bu iyi bir şey değil ama, yapacak başka iş mi var ki Almanya’da!..” deyip duruyor. O da yaptığı işi sonuna kadar savunanlardan!.. “Yedi ayda çok para kazandım bu işten!” diyor övünerek!

Son derece şaşırtıcı olan, her ikisinin de bizi ilk kez görmelerine karşın, bu derece açık konuşmaları!.. Anlaşılan o ki, uluslararası uyuşturucu trafiği birtakım çevrelerde o denli doğal karşılanır olmuş ve bu işlere o kadar çok insan bulaşmış ki, artık her şeyin ulu orta konuşulmasında pek bir sakınca görülmüyor! Bir ara, eroinci Almanya’ya telefon ediyor. Bağırıyor, çağırıyor, sonunda da telefonu öfkeyle kapatıyor. “Kaç defa söyledim şu Allah’ın belası kardeşime ki evde mal bulundurma diye!” diyor. “Al işte, bizim karıyı Alman polisi tutuklamış. Ben de bundan sonra dönemem artık Almanya’ya!” diye söyleniyor! Anlaşılan, su testisi su yolunda kırılmıştı. On beş dakika içinde öyle inanılmaz şeylere tanık oluyoruz ki, bir an önce bu ortamdan ayrılmayı tercih ediyoruz.

FOTOGRAF: Joe Mabel / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0


Berbat lokanta, müthiş tiyatro!
O akşam, üniversite lokaline gidiyoruz. Listeye bakıp rasgele, “Vin vechi” sipariş ediyoruz. Garson masaya bir şişe beyaz şarap getiriyor, bir de maden suyu. Bardakların da yarısını şarapla dolduruyor. Ben bilgiç bilgiç “maden suyunu koyacağı bardakları unuttu galiba!” diye düşünüyorum kendi kendime. Garson, sanki düşüncelerimi okumuş gibi bardakların boş kalan yarısını da maden suyuyla dolduruyor! Diğer masalardaki uygulamanın da aynı olduğuna bakılırsa, “şarap üstü az maden suyu”nun hayli taraftarı var Romanya’da!

Zaten sayısı fazla olmayan Bükreş lokantalarının önemli bölümü berbatın çok ötesinde! Öyle yerler görüyoruz ki, şaşmamak elde değil! Lokantanın bir bölümünde felaket yemekler, diğer bölümünde ise kasap benzeri bir dükkân! Böyle olunca da çiğ et ve yağ kokularıyla yemek kokuları birbirine giriyor!.. Bir toplumun yemek konusunda bu denli özensiz oluşu gerçekten düşündürücü. Rumen ekmeği de yemekleri gibi pek yenecek gibi değil doğrusu! Onun için bizimkiler ta Türkiye’den gelip çok sayıda fırın açıyorlar Romanya’da. Sebze, meyve ise yok denecek kadar az. Kimi açıklamalara bakılırsa, Çavuşesku döneminden sonra toprağı köylülere paylaştırmışlar, ancak köylü yeterince makine ve gübreye sahip olmadığı için sebze, meyve üretimi iyice gerilemiş!

Tüketim malları ve hizmet sektöründeki geriliğe karşın kültürel yaşam hayli canlı Romanya’da... Bükreş Ulusal Tiyatrosu’nda izlediğimiz Electra adlı mitolojik oyun bizi şaşkınlığa uğratacak derecede hoştu...


 Yazılan Yorumlar...
NEŞE
(13 Temmuz 2011)
Yazınızın tarihi tam 10 yıl öncesine işaret ediyor..Avrupa birliğine girdiklerine göre biraz düzelmişlerdir diye umuyorum,yoksa huylu huyundan vazgeçmez mi ? Romen gümrüğünde yaşadığınız işkence beni çıldırttı,sonrası daha da kötü....
hakangeziyor
(13 Temmuz 2011)
Murat Hocam, buram buram eski doğu bloku her satırınızda hissediliyor. Eroin kaçakçısının son derece normal bir iş yapıyormuş gibi tutum takınması da ilginç doğrusu. Kaleminize sağlık...