Tuna'nın Kraliçesi-Budapeşte : 4 (Son)

Budapeşte’de gezi anlamında son günümüz… Gerçi Viyana dönüşü geceyarısına doğru birkaç saatliğine yeniden uğrayacağız ama yine de son gün kabul ediyoruz. Mesut’u bir önceki gece gönderdik… Sabah saat 09.00’da çalan telefonun alarmıyla uyandık. Galiba yorgunluğa da alıştık zamanla. Artık uyandığımda ayaklarım ilk günlerdeki gibi ağrımıyor. Cem Mc. Donalds’dan sevdiği çift kaşarlı tostu tercih ederken ben de büfeden çikolatalı ve meyveli kruvasan aldım (tanesi 200 HUF) (1 € = 258-264 HUF).

Kahvaltımızın bitmesiyle birlikte yeniden 24 saatlik bir bilet aldık (1550 HUF) ve 6 no’lu tramvaya binerek Margit Köprüsünde indik. Günün ilk programında Margit Adasında rehber kitapta tavsiye edilen yaklaşık iki saatlik keyifli bir yürüyüş yapmak vardı. Margit Köprüsünü adaya bağlayan kısa yoldan geçerek yürüyüşümüze başladık.



Margit Adası Tuna Nehri’nin üstünde ve Budapeşte’nin kuzeyinde yer alan oldukça büyükçe bir ada. “Büyükçe” diyorum zira bir nehrin üzerinde olduğu unutulmamalı. Adanın ismi Kral IV. Bela’nın kızı Prenses Margit’ten geliyor. Ada, 11. yüzyıldan itibaren dinsel inzivalar için bir sığınak olarak kullanılmış. Bir ucundan diğerine trafik akışı yok. Sadece mini otobüsler ve park içinde gezi yaptıran bir tür tren mevcut. Bir de Ada’da bulunan otel ve yüzme havuzlarına ulaşmak için arabaya izin veriliyor. Her yer yemyeşil. Budapeşte’nin en güzel parklarından birisinde olduğumuza hiç şüphe yok.

Gezimizin ilk durağı Yüzüncü Yıl Anıtı ile başlıyor. Bir şeye benzetemediğim anıt Buda, Obuda ve Peşte kentlerinin birleşmesinin yüzüncü yılı anısına 1973 yılında yapılmış. Hemen biraz ilerisinde ağaçlarda asılı bulunan kabinlerden çalan klasik müzik eşliğinde su gösterileri yapılan bir havuz mevcut.



Kısa bir süre bu gösteriyi izledikten sonra yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan 1911 tarihli Su Kulesine ulaştık. Kulenin hemen ilerisindeki 13. yüzyıl Dominiken Kilisesi ve Manastırının kalıntıları bulunuyor. Bu Manastır’ın önemi Prenses Margit’in burada yaşamış olması. Hikayesi ise şöyle: Kral IV. Bela, 1241 yılında ülkeyi kasıp kavuran Moğol istilasından kurtulabilirse kızını tanrıya sunacağına yemin etmiş. Moğollar ülkeden çekilince adaya bir kilise ile manastır yaptırarak dokuz yaşındaki kızı Prenses Margit’i de buraya göndermiş. Prensesin uhrevi hayatı çok da fazla sürmemiş ve 29 yaşında hayata gözlerini kapamış”. Kral sözünü tutmuş tutmasına ama olan küçük Margit’e olmuş anlaşılan…

Sanatçılar Sokağı bir diğer ilginç bölüm. Macar yazarları, ressamları ve müzisyenlerinin büstleri Ramada Otele kadar giden dar yolun her iki yanını süslüyor. Ramada Oteli de şöyle bir gördükten sonra Adanın en huzur verici yerlerinden birisi olan Japon Bahçesine ulaştık. Egzotik bitkiler, nilüferler, minik şelaleler ve içindeki balıklarla doğala yakın suni göletlerin bulunduğu bu küçük alan kısa bir mola vermenin en güzel noktalarından birisiydi.


Saat 11.30’da Adadaki turumuzu tamamlamıştık. Adadan geçen 134 no’lu otobüsün duraklarından birisinin Atilla Utca olduğunu görünce gideceğimiz yere yakın diye hemen atladık. Aman allahım ! Otobüs bizi Budapeşte’nin kuzeyindeki banliyölerden birisine götürdü. Şu anda bile tam olarak nereye gittiğimizi bilmiyorum. Koskoca Budapeşte’de bir Atilla bizim bildiğimiz mi sanki? Onlarca Atilla ile ilgili şey var tabi. Bu da bize ders oldu. Bir açıdan bakarsak keyifli bile denilebilir ama bize fazladan bir saat kaybettirdiği de kesin.

Aynı otobüs ve bir aktarma ile Margit Adasının öbür tarafındaki köprü olan Arpad’a ulaştık ve buradan metroya binerek (M3) önce Nyugati tren istasyonu ve yeniden 6 no’lu tramvayla saat 13.00’te Margit Köprüsüne ulaştık. Şimdiki hedefimiz Kalenin kuzeyinde kalan bölge olan Vizivaros’tu. Su Şehri anlamına gelen Vizivaros’un ana caddesi Fo, semti boylu boyunca geçiyor. Buranın en önemli gezi noktalarından birisi Azize Anna Kilisesi. Rehber kitaplarda Budapeşte’nin en güzel barok örneklerinden birisi olarak geçen ikiz kuleli kilise 18. yüzyıla ait. Kapısındaki heykellerde oldukça güzel.


Burada beni en çok etkileyen yapı ise Kalvinist Kilisesi oldu. Çatısı renkli kiremitlerle kaplı olan kilisenin içinde diğerlerinde görmeye alıştığımız heykeller ve resimler bulunmuyor. Döndükten sonra merak edip araştırdığımda kalvenizmin, protestanlık mezhebinin ikinci bir kolu olduğunu ve toplumsal kurumları; gelenekçi din anlayışına göre değil de, Hristiyanlığın başlangıcındaki özüne göre düzenlemeyi savunduğunu öğrendim. İlginç…

Kapuçin Kilisesi ve Budapeşte’de çok sık görmediğimiz silindirik penceresi ile Yunanlı tüccar Kapisztory’nin evini de geçtikten sonra kendimizi yeniden Aslanlı Köprünün açıldığı Clark Adam Meydanında bulduk. İlk kez köprüden karşıya geçerek 2 no’lu tramvayın durağına geldik. Bu tramvay Budapeşte’ye geldiğinizde mutlaka binmeniz gereken toplu taşıma araçlarından birisi. Hani her şehirde bir tür şehir turu attıran toplu taşıma araçları vardır ya işte bu da onlardan. Yolculuğun önemli bir kısmı Tuna Nehrinin kenarında geçiyor. Peşte tarafında olduğu için güzel bir Buda manzarası sunuyor. Biz de atladık tramvaya ve Fövam Meydanına kadar geldik. Burada ne mi arıyoruz? Daha önce önünden geçtiğimiz ancak içeri girmediğimiz meşhur Büyük Pazar Halini (Nagy Vasarcsarnok) gezeceğiz…


İki katlı kapalı pazarın ışıltılı ve renkli bir çatısı var. Giriş katı tamamen yiyecek malzemelerine ayrılmış. Meyve, sebze, et, macar salamları, biber çeşitleri, peynirler…Üst katlarda ise giyecek malzemeleri, hediyelik eşya dükkanları, restoran ve çeşit çeşit fast food tarzı kafeler. Oldukça hareketli ve renkli bir yer. Bir şeyler yemek için üst katta dolaştık ama kafamıza uygun bir yer bulamadık.

Pazarın hemen karşısındaki köşede bulunan Burger King’i görünce acıktığımız aklımıza geldi ve menülerimizi alarak dışarıda tesadüfen bulduğumuz masaya çöktük. Gelen geçenin seyri, yorgunluğun biraz atılması derken saat 16.00’yı buldu. Buradan meşhur Vaci Sokağına doğru yürümeye başladık. Onu bunu bilmem ama en kalabalık ve hareketli dedikleri yer bile bizimkilerin eline su dökemez. Vaci’nin sonundaki Vörösmarty Meydanını da turladıktan sonra Deak Meydanında bulunan Turizm Danışma bürosuna gittik. Buraya gelme sebebimizi kısaca açıklamam lazım:

Viyana biletlerimizi almak için Keleti tren istasyonuna geldiğimizde oradaki turizm danışma bürosundan bazı broşürler almıştım. Bunlardan birisi olan “Servus” da Tuna Nehrindeki tekne turu için “2 Kişi 1 Bilet” kampanyası olduğunu okumuştum. Ama başka hiçbir belge ya da internet sitesinde böyle bir şeye rastlamamıştım. İşte turizm danışmaya gelme sebebimiz buydu. Oradaki görevli bayana sorduğumda akıcı ingilizcesiyle altı senedir burada çalıştığını, böyle bir şey duymadığını, bunun bir Mc Donalds menüsü gibi bir alana bir bedava olamayacağını söyledi. Yani sizin anlayacağınız bizimle dalgasını geçti…



Danışmadan çıkınca metroya binerek hostele geldik. Sabah erken saatte çıkmak zorunda olduğumuzdan evin anahtarını nereye bırakacağımızı barda görevli olan çocuktan öğrendikten sonra biraz dinlenmek üzere yukarı çıktık. Kısa bir süre sonra dışarı çıktık ve Andrassy Bulvarı üzerindeki Oktogon Meydanına bakan küçük barda dışarıda oturarak bira içtik (Tanesi 350 HUF).

Yeniden 6 no’lu tramvaya binerek bu sefer Moskova Meydanına gittik. O bölgede biraz dolaştıktan sonra yürüyerek Budapeşte’nin görmediğimiz üçüncü büyük tren istasyonu olan Deli’ye geldik. En modern olan istasyon da bu zaten. Oradan 69 no’lu tramvaya binerek daha önce Gellert tepesine çıkmak için mini otobüse bindiğimiz Moricz Zsigmond Meydanına geldik. Meydanda biraz turladıktan sonra 49 no’lu tramvayla Peşte tarafına geçtik ve Fövam Meydanında indik.

Saat 20.00’ye geliyordu. Tuna’nın kenarından bir önceki akşam benim tek başıma gezdiğim yerlerde gezmeye başladık. En büyük tekne firması olan Mahart dışında diğer turların tabela ve programlarını inceledik. Bir tanesinde 2100 HUF, diğeri ise Mahart’la aynı yani 2990 HUF. Saat 08.20 gibi Mahart firmasına geldiğimizde Cem’e görevli kıza elimdeki broşürün kuponunu göstereceğimi söyledim. “Abi, yok dediler” dese de kaybedecek neyimiz var ki? Nasılsa fiyat ne olursa olsun binmeyecek miyiz?


Hoş Macar görevliye elimdeki broşürü gösterdim ve sordum: “İki kişi bir kişi fiyatına oluyor mu?” Kız broşüre baktı ve “Olur tabi ama bu kuponu keserseniz” dedi. Kasaya doğru bizimle geldi ve kasiyere broşürü uzatarak Macarca birşeyler söyledi…BİNGO…Bir kişi parasına iki kişi tekne turu bileti aldık. Cem artık dayanamadı ve: “Abi pes diyorum bir şey demiyorum…Turizm danışmanın bilmediğini sen nasıl biliyorsun ya?” diye sordu. Tamamen şans…Gelmeden önce bilmiyordum. Ama aldığım broşür ve magazinlere göz atma huyum var allahtan…

Biletimizi cebimize koyduk ve akşam yemek yemeyi planladığm yeri Cem’e göstermeye yukarı çıktık. Tüm gezi boyunca döner, Burger King falanla geçirmiştik ama özel ve yöresel yemekleri denemeden gitmeye de niyetimiz yoktu. Duna Corso Restoran, Kale ve Matyas Kilisesini tam karşıdan gören, önü yürüyüş yolu ve devamında Tuna nehri olan müthiş manzaralı bir restoran. Cem hemen onayı verdi ve restoranın tam karşısında yer alan demire oturmuş Pinokyo heykelinde fotoğraf çektirdik. Okuduğuma göre Prens Charles Budapeşte gezisi sırasında bu heykeli görmüş ve çok beğenmiş. Heykeltraşla tanışmak istemiş. Ve O’nu İngiltere’ye sergi için davet etmiş. İnanılmaz şirin bir heykel…

Saat tam 21.00’de tekne turuna başladık. 11 dil seçeneğinin içinde ne yazık ki Türkçe yok. Yalnız gelirken gördüğümüz diğer firmalardan birisinde 30 dil seçeneği vardı ve birisi Türkçe’ydi. Hava tam kararmamıştı ama gezinin ikinci yarısında ışıklar altında Budapeşte tüm güzelliğini gözler önüne serdi. Sizlere gezi boyunca anlattığım yerleri tekrar tekrar anlatmaya niyetim yok…Yalnız burada bir şeyden bahsetmek zorundayım: Tuna…


İçinden su geçen şehirleri hep sevmişimdir. Neden bilmem. Gezi boyunca sordum kendime: ”Bir nehir bir şehrin doğası ve mimarisi ile nasıl bu kadar güzel bütünleşebilir?” Aralarındaki uyum o kadar güzel ki bazen gerçekten söylendiği gibi aktığını bile hissetmiyorsunuz. Belki o yüzden “Tuna Nehri akmam diyor” dizeleri kaleme alınmış. Tuna, pek çok şehirden geçiyor, pek çok şehre hayat veriyor. Ama hiç birisinde Budapeşte’deki kadar anlam taşıdığını düşünmüyorum…İnci bir gerdanlık gibi dizilmiş eserleri ile Budapeşte, gerçekten “Tuna’nın Kraliçesi” olmayı çoktan hak ediyor. Madem Tuna için özel bir paragraf açtık o zaman usta şair Nazım Hikmet’in “Tuna Üstüne Söylenmiş” dizeleriyle devam edelim:

Gökte bulut yok,
Söğütler yağmurlu,
Tuna'ya rastladım,
Akıyor çamurlu çamurlu...
Hey Hikmet'in oğlu, Hikmet'in oğlu!
Tuna'nın suyu olaydın,
Karaorman'dan geleydin,
Karadeniz'e döküleydin,
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin...
Geçeydin Boğaziçi'nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy İskelesi'ne,
Çarpaydın, çırpınaydın,
Vapura binerken Memet'le anası...


Keyifli tekne gezimizi tamamlayıp Duna Corso Restorana oturduğumuzda saat tam 22.00 olmuştu. Tam kaleyi, Matyas kilisesini cepheden gören bir masadaydık. Hemen biraz ilerimizde üç kişilik müzisyen grubu Macar şarkıları eşliğinde müşterilere hoşça vakit geçirtmeye çalışıyordu. İkimiz birer meşhur gulaş çorbası sipariş ettik. Hem de büyük olanından…Ve yanında birer köpüklü bira…Çorbalar geldiğinde ikimiz de birbirimize baktık: Tabak yerine kocaman iki tas vardı garsonun elindeki tepside. Bunları yedikten sonra üstüne bir şeyler yiyemeyeceğimizi konuştuk. Ama ekmeği elimizin tersiyle itip domuz etiyle hazırlananlar dışındaki bir başka macar klasiği olan biber soslu servis edilen, küçük hamur parçacıklı tavuk (Paprika chicken with dumpling) söyledik. Her ikisi de çok lezzetliydi. Ama gecenin assolisti elbette Tuna ve muhteşem Buda manzarasıydı…


Toplam 9300 HUF (Gulaş 1000 HUF, tavuk 2500 HUF, bira 900 HUF, bahşiş 500 HUF) hesabımızı ödedikten sonra saat 23.15 gibi restorandan kalktık ve Aslanlı Köprünün yanından geçerek Aziz Istvan Bazilikası meydanına geldik. Gecenin bu saati olmasına rağmen yine kalabalıktı. Ertesi gün erken saatte Viyana’ya geçeceğimizden çok fazla zaman geçirmeden hostelin yolunu tuttuk.

Sabah saat 08.00’de kalktık. Yolculuk tabi ki Viyana’ya…15 dakika içinde odayı terk ederek anahtarları bir gün önceden bize gösterilen yere bıraktık. Artık bizden birisi haline gelmiş olan 6 no’lu tramvayla Blaha Meydanına geldik. Buradan metroya binerek bir durak sonra Keleti tren istasyonunda indik. Kahvaltımızı tren istasyonunda vejeteryan bir tür pizza ve kahve eşliğinde yaptıktan sonra (tanesi 310 HUF, kahve 160 HUF) trenimize geçtik. Bekle bizi Viyana…

Budapeşte’yi çok sevdim. Hani bazı yerler vardır hep hayalini kurarsınız ama gittiğinizde bir düş kırıklığı yaşatır size. Öyle olmadı. Beklediğimden fazlasını buldum bu şehirde. Büyük ama gezilmesi kolay, toplu ulaşımı rahat tarihi bir şehir Budapeşte. Bizden bir şeyler bulabiliyorsunuz, “bu benim” diyebiliyorsunuz. En önemlisi de bizler için hala ucuz sayılabilecek sayılı Avrupa şehirlerinden birisi. Yine gelir miyim? Gezilecek çok yer var ama neden olmasın…

İyi seyahatler…





 Yazılan Yorumlar...
Budapeste
(15 Nisan 2017)
Tekrar gidesim ayni yerlere bir daha bakasim geldi. Kalemine saglik gercekten. Budapeste gitigimizde cok vakit kaybetmek ve sehri oykuleriyle ogrenmek icin lokal turk rehbehleri bulduk. Hic bulamiyacagimiz sakli yerleri ve verdikleri tahsiyelerle tatil harika gecti.Gidenlere faydasi olur diye bilgilerini paylastim. www.budapestetur.com - Sehir yuruyus turlar harika. Mohaca gitmek isterdik ama 2 güne sığdırmak mümkün olmadı.
NEŞE
(16 Ağustos 2011)
Budapeşte de her an Tuna ile birliktesin,şehir merkezi Tuna nın yanıbaşında..Viyana da ise Tuna yı görmen için özel çaba sarfetmen gerekiyor,bir sürü sanayii yapısı da sahili kapatıyor,ben Tuna yı göreyim demezsen biraz zor görürsün..Budapeşte de Fo utca civarındaki Türk hamamları da beni etkilemişti...Budapeşte gerçekten bizden çok anının olduğu bir şehir...Sevgiler Hakan..
hakangeziyor
(16 Ağustos 2011)
Hocam, güzel yorumlarınız için sonsuz teşekkürler. Su Kulesi aslında tek başına Dünya Mirası listesinde değil. "Buda ve çevresi" diye geçen dünya mirası içinde Margit Adasındaki tek yer.
İnanın ben Viyanada Kahlenbergdeki manzara dışında Tuna nehrini görmedim desem yeridir. Suni ada Viyanada Tunayı çok bozmuş bence. "Seviyeli birliktelik" çok güzel yakıştırma oldu doğrusu.
NEŞE
(16 Ağustos 2011)
Hakan,gerçekten çok zevkle okudum...Margit adasındaki su kulesinin UNESCO listesinde olduğunu bilmiyordum,öğrenmiş olduk...Büyük pazar halinin üst katında Fakanal isminde bir ucuz lokanta vardı ve lezzetliydi,keşke deneseydiniz...Tuna daki nehir turu tam anlamıyla"düşeş" olmuş,ben zaten herkese senin yazıları okumalarını tavsiye ediyorum,kimse senin eline bu konuda su dökemez.Duna Corso lokantasını biz de çok sevdik ve fotodaki tam köşe masada keyif yaptık,bir kocaman macar spesiyalleri tabağı geldi ki sorma..Budapeşte ve Tuna ilişkisinde tam anlamıyla hemfikiriz:Seviyeli bir beraberlik...Viyana -Tuna ilişkileri böyle değil doğrusu...Ellerine sağlık..