Çanakkale: Cumhuriyetimizin Önsözüne Selam Olsun


Tam hatırlamıyorum ama Çanakkale Gelibolu Milli Parkını beş ya da altıncı defa gezmek amacıyla Çanakkale’den 09.15 vapuruna bindiğimizde yüreğimin 2004 yılında şehre görevli geldiğim dönemde olduğu gibi kıpır kıpır olduğunu hissettim. Sanki ilk kez gezecekmişim gibi heyecanlıydım. Aynı duyguyu 2006 ve 2007 yıllarındaki gezilerimde de yaşadığım aklıma geldi. Tek farkı, 32 yaşında ilk kez geldiğimde kendime sorduğum “Neden bu yaşıma kadar gelmedim ki?” sorusunun olmamasıydı. Ve bundan sonra geldiğimde de bu tatlı ama hüzünlü hisleri yeniden yaşayacağımdan en ufak bir şüphem bile yok.

1973 yılında Milli Park olarak kabul edilen tarihi yarımada gezimize başlamak için Kilitbahir motoruna bindiğimizde ben, Levent abi, Deniz abla, Anıl, dokuz yaşındaki oğlum Ege ve Mehmet Coşkun hoca olmak üzere altı kişiydik. (Vapur ücreti tek yön araç için 18 TL, yaya 3 TL) 2004 yılında Gelibolu Şehitliğini bize gezdiren tarih öğretmeni Mehmet hocama ulaşmak için geziden önce nasıl çaba sarfettiğimizi (Necmettin abi ile birlikte) size anlatamam. Belki O olmadan da bu gezi yapılırdı ama emin olun bir tarafı daima eksik kalırdı. Yakın tarihte emeklilik dilekçesini veren Mehmet hoca artık işi daha profesyonel biçimde götürdüğünü, kendisine 7-8 kişilik bir ekip oluşturduğunu ve istisnai durumlar dışında bizzat kendisinin bu turu yapmadığını anlattı. Bizi kırmadığın için çok sağol hocam…(Çanakkale'yi ve Gelibolu yarımadasını adam gibi gezmek isteyenler için Mehmet Hocamın telefonu: 0 535 4006110)

“Dur Yolcu !
Bilmeden Gelip Bastığın Bu Toprak,
Bir Devrin Battığı Yerdir.
Eğil de Kulak Ver, Bu Sessiz Yığın,
Bir Vatan Kalbinin Attığı Yerdir !
…………….”

Necmettin Halil Onan’ın tüm boğazdan görülebilen bu eşsiz dizeleriyle Kilitbahir’e yaklaşırken Mehmet hoca çoktan anlatmaya başlamıştı bile. “Denizin Kilidi” anlamına gelen Kilitbahir’deki kale Fatih zamanında boğazın en dar ve akıntılı yerine yaptırılmış ve karşı tarafta bulunan Çimenlik Kalesiyle arasına kalın zincir bırakılmış. Yukarıdan bakıldığında üç yapraklı yonca şeklinde olan kale ile amaçlanan ise İstanbul’un fethinden sonra batılı güçlerin intikam hırsıyla denizden gelebilecek saldırılarını daha bu noktadan engellemekmiş.



Kilitbahir kalesini geçer geçmez sol tarafta karşımıza Namazgah Tabyası ve biraz ilerisinde Rumeli Hamidiye Tabyası çıkıyor. Savaş sırasında askerlerin barınma, cephanelik ve topların mevzileme yeri olarak kullanılan bu tabyaların bugünkü haliyle altı sene öncesini kıyasladığımda seviniyorum. Restorasyon kapsamında ciddi işler yapıldığı hemen belli oluyor. Tabyalar ziyaret edilebiliyor ama yolumuz uzun olduğu için girmiyoruz.

Arabayla yaklaşık 500-600 metre ilerledikten sonra Çanakkale deniz savaşının (18 Mart 1915) en coşku verici hikayelerinden birisinin geçtiği yer olan Mecidiye Tabyasına ulaşıyoruz. Kara tarafındaki tabya ve şehitlik restorasyonda olduğundan (ne zaman bitecekse) ziyarete kapalı ama kahraman Havran’lı Seyit Onbaşı’nın heybetli heykeli yerli yerinde duruyor.



"Deniz savaşının en yoğun anında isabet alan Mecidiye Tabyasındaki bataryada üç toptan ikisi kullanılamaz hale gelmiş, bir topun da vinci kırılmış. Toz tufan ortadan kalktıktan sonra kendine gelen Seyit, Niğdeli Ali dışındaki tüm arkadaşlarının şehit olduklarını görmüş. Onun desteğiyle sırtına aldığı 275 kiloluk mermiyi vinci kırık topa yerleştiren Seyit nişan alarak ateş etmiş. Olmamış. Bir daha denemiş, yine olmamış. Üçüncü kez ateşlediğinde Ocean zırhlısından dumanlar çıkmaya başlamış ve Karanlık Limana doğru sürüklenen koca zırhlı daha önceden Nusrat mayın gemisi tarafından döşenen mayınlara çarparak birkaç dakika içinde batmış. Seyit Onbaşı’nın attığı son mermi, çılgın Ocean zırhlısını batırmakla kalmamış bir anlamda savaşın kaderini de değiştirmiş."

İşte Seyit Onbaşı’nın hikayesi böyle. Bu olaydan sonra günlük tayını iki katına çıkarılan Seyit, arkadaşları tek pay yerken ikincisi kursağından geçmediğinden vazgeçmiş ilave tayınından. Daha sonra Cevat Paşa kendisini çağırıp mermiyi yeniden kaldırmasını isteyince becerememiş Koca Seyit. İçi boş eğitim mermilerinden birisini kaldırırkenki fotoğrafı herkese moral olsun diye gazetelere servis edilmiş. Mehmet Hoca’ya göre o dönemde bu bataryada 275 kiloluk değil 180 kiloluk top mermileri kullanılmış. Ne farkeder ki? Mevcut heykel, kucağında taşıdığını gösterse de gerçekte sırtında taşımış mermiyi Seyit Onbaşı. Gerçi bir ara doğru heykel konmuş ama eski heykeltıraş bir takım hukuki yollara başvurarak yeniden eskisini koydurtmuş. Yıllar sonra Atatürk bir Balıkesir/Havran ziyaretinde Seyit Onbaşı’yı görmek istemiş. Ve onunla konuştuktan sonra odunculuk yaparak geçinen Seyit’e, böyle bir talebi olmadığı için, gazi maaşı bağlanmadığını öğrenince çok kızarak kaymakama talimat vermiş. Beş yıl boyunca anasının ak sütü gibi helal bu parayı alan Koca Seyit 1939 yılında hayata gözlerini yummuş…

Mecidiye tabyasından ayrılıp Havuzlar Şehitliğini geçerek Alçıtepe’ye doğru yola çıkalı henüz on dakika olmamıştı ki Mehmet hocanın cep telefonu çaldı. Bu telefon sonucunda Seyit Onbaşı’nın orada, su takviyesi yaparken cüzdanımı büfede unuttuğum haberini aldık. Cüzdan emin ellerde olduğundan Alçıtepe Köyüne bizimkileri indirdikten sonra onlar özel müzeyi gezerken geri dönerek cüzdanı almaya karar verdim. Tam Alçıtepe köyünün girişindeki Atatürk resmi ilgimizi çekti. 3600 küçük Atatürk resminden oluşturulan tek bir büyük resim. Gerçekten güzel hazırlanmış.



Yaklaşık yarım saat sonra geri döndüğümde Levent abiler müze gezilerini tamamlamışlar ve çaylarını içiyorlardı. Alçıtepe (eski adıyla Kirte) müzesi Türkiye’nin ilk özel savaş müzesi. Bakkal Salim Mutlu tarafından kurulan bu müze tarihi yarımadayı gezenlerin önemli duraklarından birisi. Kendi topladıkları eşyaları önce bir odada daha sonra ise bütün bir evde sergileyen Salim Amca’yı 2004 yılında kaybetmişiz. İlk kez geldiğimde öleli henüz birkaç ay olduğunu söylemişlerdi. Ama eşi Fatma teyzeyi görmek ve elini öpmek nasip olmuştu bana. Her ne kadar önemli parçaları Kabatepe Tanıtım Merkezi için Salim Amcadan alınsa da bu müzeyi görmeden geçmeyin derim…

Alçıtepe’den batı yönüne doğru ilerlediğimizde yaklaşık 2,5 km sonra (Son Ok Anıtını ve Sargıyeri şehitliğini geçtik) Nuri Yamut Anıtına vardık. 26 Haziran-12 Temmuz 1915 tarihleri arasında gerçekleşen Zığındere savaşları anısına o dönem teğmen olan Nuri Yamut tarafından, 1943 yılında Gelibolu 2. Kolordu komutanıyken bizzat, bedelini iki evini satarak yaptıran bu anıtın altında yaklaşık 10000 şehidimizin kemikleri bulunmaktadır.



Nuri Yamut anıtından geriye döndüğümüzde ise kendimizi bir vahşetin orta yerinde buluyoruz: Sargıyeri Şehitliği.

"Tabiat içinde mükemmel biçimde gizlenmiş bir vadide yer alan bölge, konumu itibariyle hastane olarak kullanılmış, sadece Türk askerinin değil düşman askerlerinin de tedavi edildiği bir merkez halini almış. Bu tarihe kadar ciddi bir ilerleme kaydedemeyen düşman, 28 Haziran 1915 gece yarısından sonra uzun menzilli topları ile vadiyi kısa sürede ateşler içinde bırakmış. Hem de buranın bir hastane olduğunu bile bile. Yaklaşık 18000 yaralının kaybedildiği, içlerinde kendi askerlerinin de bulunduğu bu vahşet gecesi dünya basınında da büyük ses getirmiş ancak sonuçta olan zavallı askerlere olmuştur."

Hikayeyi detaylı biçimde dinlediğinde insanın kanı donuyor. Sırf intikam ve nefret duygusuyla bilerek kolunu dahi kıpırdatacak takati olmayan insanların üzerine bombalar yağdırmak hangi medeniyet anlayışında var acaba? Şehitlikte bulunan düşman bombalarına karşı kucağındaki yaralıyı korumak isteyen askerin aman dileyişini betimleyen anıt içimi yeniden yakıyor. Büyük şair Mehmet Akif’in dizeleri burada yeniden anlam kazanıyor sanki: "Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın, gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın!"

Sargıyeri şehitliğinde bulunan ağaç dikkatimizi çekiyor. Gövdesi kıvrılarak giden bir ağaç kimi zaman “şehitlerimiz için üzüntüden bu hale gelmiş” safsatalarına kurban gitse de aslında türünün böyle olduğunu öğreniyoruz. Zaten bu Çanakkale savaşını tamamen ilahi güçlere bağlamaya meraklı bir kesim var ki onları anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Tamam atalarımızın vatan savunmasını iman güçleriyle yaptıklarına dair en ufak bir şüphem yok ancak bunu kabul ederken askeri başarılar ve taktiklerin de bir kenara atılmasına şiddetle karşıyım.

Sargıyeri şehitliğinden Alçıtepe köyüne doğru ilerlerken köy mezarlığının yanında bulunan Son Ok Anıtı, düşman kuvvetlerinin burada ilerleyebildiği son noktayı göstermektedir. Güney cephesinin kaderini belirleyen 3. Kirte Muharebesinde şehit düşen yaklaşık 9000 şehidimiz adına 1948 yılında inşa edilmiştir. Alman komutanın “toplarınızı imha edip geri çekiliniz” emrine uymayan Teğmen Arif ve 150 erin süngü muharebesini abideleştiren bir anıt.



Alçıtepe’den yolumuza devam edip Seddülbahir ayrımından sağa dönmeyip sola devam ederek tarihi yarımadanın sembolü olan Abide’ye (Hisarlık Tepe) ulaşıyoruz. 1954 yılında yapımına başlanan anıt için toplanan para ilk etapta sadece temellerin atılmasına ve gövdesine yeter. Para olmadığı için anıtın yapımı durdurulur. Rezilliğe bak! Sen yedi düvele meydan oku kalk ondan sonra bunu abideleştirmeyi becereme. Anıt inşaatı sırasında yapılan yolsuzluklar da işin başka bir kepazeliği tabi. Daha sonra Milliyet gazetesi tarafından yürütülen kampanyalarla halkımızın duyarlılığı sayesinde abide 1960 yılında bitirilebilmiş. 41.70 m. yüksekliğindeki (Mehmet hoca anıtın 40 m olarak tasarlandığını bunun üstüne Atatürk’ün boyu olan 170 cm eklendiğini anlattı) abidenin çevresinde bulunan sekiz adet rölyef Çanakkale savaşına ait olayları anlatmaktadır.



Hisarlık Tepede sadece Abide bulunmuyor. Burada bir şehitlik de var. Ama itiraf etmeliyim ki her gelişimde değiştirilmiş olarak görüyorum. Neden bu kadar oynarlar burayla hiç anlamıyorum? Önceden yerde kitabeler şeklinde yazardı “Mehmet”ler. Sonraki gelişimde farklıydı. Şimdi de saydam bir şekilde illerin alfabetik sıralamasına göre her yönde 18 adet isim yazılmış. Ama isimler her iki tarafta da yer aldığından küçücük yazıları okuyabilene aşk olsun! Ayrıca bizim dinimizde bir mezara onlarca isim yazılma tarzı var mı, ondan da şüpheliyim.



Abide bölgesinde dünyanın en büyük tek parça rölyefi de bulunuyor. 45 metre uzunluğunda ve 3,5 metre yüksekliğindeki bu rölyefin ortasında Mustafa Kemal var ve tamamı Çanakkale savaşının önemli anlarını tasvir ediyor. Gerçekten etkileyici… Ama Abide’ye gelmişken Meçhul Asker Anıtından bahsetmeden de olmaz. Anıt dediğim bir mezar ve önünde yer alan kitabeden oluşuyor aslında. Kitabede şunlar yazıyor: “Çanakkale Savaşları sırasında bir Anzak askeri tarafından Gelibolu Yarımadası’ndan Avustralya’ya götürülen Türk askerine ait kafatası Avustralya Hükümetince 10 Mart 2003 günü Türk makamlarına teslim edilmiş ve 18 Mart 2003 günü buraya defnedilmiştir”. Hikâyesi ise ilginç mi, iğrenç mi siz karar verin: "Savaş sırasında Yeni Zelandalı bir asker bulduğu kafatasını savaş bitiminde ülkesine götürür ve mumyalama tarzında bir koruma sağlayarak kendine ait özel bir sandıkta saklar. Ölümünden sonra çocukları babalarına ait kilitli sandığı açtıklarında kafatasını görürler ve ufak bir araştırmayla bu kafatasının babalarının Çanakkale’de savaştığı Türk askerlerinden birisine ait olduğu sonucuna varırlar. Büyükelçiliğe başvurarak kafatasını teslim ederler ve 2003 yılında kafatası ait olduğu topraklarda huzura kavuşur."



Saat neredeyse bir olmuştu ve biz de yavaş yavaş acıkmaya başlamıştık. Sıcak da iyiden iyiye hissedilmeye başlamıştı. Mehmet hoca öğle yemeğimizi Seddülbahir köyünde programladığından tekrar arabaya binerek sahil yolundan köye hareket ettik. Geçtiğimiz sahil ünlü Morto Koyu. Başka bir ifadeyle Fransızların yaklaşık 12000 kayıp verdikleri “Ölüm Koyu”. Bu bölgede karşı yakadaki Kumkale tabyasından atılan toplar ve tepelere mevzilenmiş makineli tüfeklerle Fransızlara kan kusturulmuş. Bu yüzden Fransızların tarihi yarımadadaki tek mezarlığı ve anıtı da bu bölgenin hemen üst tarafında yer alıyor.

Seddülbahir, kelime anlamı itibariyle “Denizin seddi” demek. Savaş sırasında neredeyse köyün tamamı tahrip olmuş. 1659 yılında Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılan Kalenin bazı bölümleri halen ayakta. Kale kapısının önündeki “İlk Şehitler Anıtı” daha Çanakkale savaşı resmen başlamadan, Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşına girmesiyle 3 Kasım 1914 tarihinde atılan bombalar tarafından şehit edilen askerlerimiz için dikilmiş.

Burada verdiğimiz 1,5 saatlik molaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu ancak sandalyelere oturduktan sonra anlıyoruz. Bu arada Mehmet hocam yemek boyunca bize tarihi yarımadayı anlatmaya devam ediyor. Savaşın Güney cephesini tamamlamıştık. Bundan sonraki istikametimiz ise kuzey bölgesi. Yani daha fazla şey okuduğumuz, duyduğumuz, Mustafa Kemal’in aktif olarak yer aldığı Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar…



Yemekten sonra tarihi yarımadada beni en çok etkileyen bölgelerden birisine geldi sıra: Ertuğrul Koyu.
"25 Nisan 1915 tarihinde İngilizlerin çıkarma yaptıkları beş bölgeden birisi olan Ertuğrul Koyunu savunma görevi Ezineli Yahya Çavuş’a verilir. Komutanı şehit olunca başa geçen Yahya Çavuş, 63 arkadaşıyla beraber 3000’den fazla düşman askerini 10 saatten daha uzun bir süre karaya çıkartmaz. Öyle ki, büyük bir disiplin içinde atılan ve hiç susmayan kurşunlar düşmanda çok daha büyük bir kuvvet olduğu düşüncesini uyandırır. Gemilerden indirilen sandallar daha karaya çıkamadan alabora olur, onlarca düşman askeri aynı anda vurularak denize dökülür. Öğleye doğru Seddülbahir bölgesinde uçuş yapan İngiliz pilot Simpson, Ertuğrul Koyunun karadan denize doğru 100 metrelik bölümünün kıpkırmızı olduğunu rapor eder. Yahya Çavuş ve arkadaşları şahadetleri pahasına geriden gelecek takviye kuvvetlere önemli bir zaman kazandırır."




“Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuştular,
Tam üç Alayla burada gönülden vuruştular,
Düşman, Tümen sanırdı bu şaheser erleri,
Allahı arzu ettiler, akşama kavuştular.”
NAMIK MEMİK

Ertuğrul Koyunun hemen kara bölümünde İngilizlerin Mezarlığı bulunuyor. Ayrıca deniz savaşlarında, konumu gereği, en önce susturulan tabyalarımızdan birisi olan Ertuğrul Tabyası ve büyük top hala yerinde duruyor. Tabyanın girişinde soldaki kapıdan girilen odada çıkartmanın anlatıldığı bir video gösterisi de sunuluyor (3 TL). Hemen tabya ile siperler arasında “Opet Tarihe Saygı Projesi” kapsamında hazırlanan cam içindeki kabartmada da çıkartma anı düzenlenmiş.



Artık Ertuğrul Koyunu terk etme zamanı gelmişti. Hediyelik eşya satanların yanından geçip karşı taraftaki İngilizlerin tek anıtı olan “Helles Anıtı”na şöyle bir baktıktan sonra yönümüzü Kabatepe Tanıtım Merkezine çeviriyoruz.

Kabatepe Tanıtım Merkezi (ya da Müzesi) 1984 yılında açılmıştır. Tarihi yarımadada gerçekleşen savaşlarla ilgili bilgi, belge ve eşyaların sergilendiği ve mutlaka gezilmesi gereken Merkeze giriş ücreti 3 TL’dir. Hemen aşağısındaki giriş merdivenlerinde rahmetli Bülent Ecevit’in Çanakkale şehitlerimize yazdığı şiir bulunmaktadır. İçeriye girdiğimizde öncelikle bizi duvarlardaki resim, harita ve fotoğraflar karşılıyor. Her seferinde olduğu gibi yine Anzakların Arıburnu çıkartmasını gösteren temsili resmin (George Washington Lambert) önüne geldiğimde duruyorum. Askerler üst üste, ölüleri çiğneyerek o dik bayırı ateş altındayken tırmanmaya çalışıyorlar. Bu ne azim, bu ne hırs…Hadi biz vatanımızı savunuyoruz; “Bunlara ne oluyor?” Hep aynı soruyu sormuşumdur kendime…



Sergi bölümüne geldiğimizde duvarlarda fotoğraflar devam ettiği gibi camekânlı bölümde ise savaşın derin izleri bizi karşılıyor. Yüzbaşı Eşref’in üzerinde kanının bulunduğu üniforması, misket bombalarıyla parçalanmış kafatasları ve kemikler savaşın vahim yüzünü gözler önüne seriyor. Ama daha da önemlisi savaşlarda milyonda bir ortaya çıkabilecek olan “iki merminin havada çarpışması” olayının onlarca örneğini görmek mümkün. Metrekareye 6000 merminin düştüğü tarihi yarımada düşük olasılıkları bile sıradan hale getirmiş.



Merkezden çıkıp deniz tarafına doğru birkaç kilometre ilerlediğimizde kendimizi meşhur Anzak Koyunda buluyoruz. Avustralyalı ve Yeni Zelandalı (Anzak) askerlerin 25 Nisan 1915 günü çıkartma yaptıkları bu koyda her yıl aynı tarihte binlerce Anzak’ın katılımıyla şafak ayini törenleri yapılıyor. Burada bulunan Anzak mezarlığındaki büyük ağacın altında biraz soluklanıyoruz. Mehmet hoca bu kısa molada da durmuyor ve anlatmaya devam ediyor. Onlar açısından bu savaşın maneviyatının çok yüksek olduğunu, Avustralya hükümetinin törenler için buraya gelmek isteyenleri maddi açıdan desteklediğini, çalışanlara resmi izin verildiğini anlatıyor. Her yıl tören dönemlerinde Çanakkale’ye gelen Anzak’lara bazı kendini bilmezlerin yaptıkları rezillikleri sıralıyor. Bu arada Avustralya’da bir Atatürk anıtı olduğunu öğreniyorum. Mezarlıkta kısa bir tur atıyorum. Her zamanki gibi tertemiz. Üç mezarın farklı yönlere baktığını görünce gülümsüyorum: Hintli müslüman mezarları ve kıbleye bakıyor.



Her zaman sormuşumdur kendime: Bu adamlar neden bu dik kayalıklara çıkarma yaptılar? Zira birkaç yüz metre aşağısı kocaman bir düzlük arazi. Sorunun cevabı uzun yıllar önceden düz araziye konulan dubaların gelgitle yerinden kayarak bu noktaya gelmesi olarak verilmişti. Oysa son dönemde ulaşılan Anzak ve İngiliz kayıtları çıkartmanın bilinçli olarak bu bölgeye yapıldığını söylüyormuş. Zira keşif uçakları düz alanda 300-400 kadar Türk askeri tespit etmiş. Savunmasız bir alana yapılacak çıkartmada oldukça ciddi bir mukavemet gücüymüş bu. Oysa Arıburnu yarları çok daha savunmasız bırakılmış. Bugün de olsa aynı noktadan çıkartma yapılırdı diyormuş İngiliz kaynakları. Onu bunu bilmem ama yediği tonlarca mermiyle yapısı değişmiş olsa da Arıburnu yarları hala çok görkemli görünüyor…

Anzak koyunda sevdiğim yerlerden birisi de Atatürk’ün Anzaklı analara hitabının bulunduğu kitabedir: “Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar; Burada bir dost ülkenin topraklarındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Siz Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar: Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır." Atatürk’ün 1934 yılında yazdığı ve Anzak töreni sırasında dönemin İçişleri Bakanı tarafından kürsüden okunan bu mektup savaşın vahşeti yanında Türk milletinin asilliğini de ortaya koymaktadır.

Türk askerinin savaşta gösterdiği asil tutumun ve yüksek ahlakın bir başka örneğini en kanlı çarpışmaların yaşandığı Conkbayırı’na doğru ilerlerken hemen yolun sağında Kabatepe’den yaklaşık 2 km mesafede yükselen Mehmetçiğe Saygı Anıtı’nda da görmek mümkün. 1995 yılında yapılan anıtın üzerindeki yazı belki de her şeyi anlatıyor: “Biz Çanakkale yarımadasından Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek Kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralyalılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi sever onun mertliği vatan ve insan sevgisi siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti bütün Anzaklıları hayran bırakan yurt sevgisi insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla” (Avustralya Genel Valisi Lord Casey-1940)



Anzakların bu anıtı yaptırtması için birden fazla olay saymak mümkün olsa da hep anlatılan hikaye çok ilginçtir:
“25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı'nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları olur. Siperler arasında 8-10 m. mesafe vardır. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verilir ve askerler siperlerine çekilirler. İki siper arasında ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan bir İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırır, ağlar, kurtarın diye yalvarır. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemez. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağar. Bu sırada akıl almaz bir olay olur. Türk siperlerinden beyaz bir çamaşır sallanır ve arkasından aslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıkar. Asker yavaş adımlarla yürüyerek yaralı İngiliz askerini kucaklar ve İngiliz’in bir kolunu omzuna atar. Ve siperlere doğru yürümeye başlar. Siperlerdeki tüm askerler ona nişan almış bekliyorken iyice yaklaşınca yaralıyı yavaşça yere bırakır ve geldiği gibi kendi siperlerine döner.”

Anlatılan olayı yaşayanlardan birisi de sonradan Avustralya Genel Valisi olan, Çanakkale savaşının Üsteğmeni Casey’den başkası değildir. Anıtın tüm masrafları Avustralya hükümeti tarafından karşılanmıştır.

Anıttan yukarıya doğru devam ettiğinizde sol tarafta “Lone Pine” tabelasını görüyoruz. “Yalnız Çam” ya da “Tek Çam” olarak tercüme edilen bu bölgede Avustralya ve Yeni Zelandalıların ortak anıtı ve mezarlığı bulunmaktadır. Çıkartmanın yapıldığı 25 Nisan günü bu bölgede tek bir küçük çam ağacı bulunduğundan buranın ismi öyle anıldı. Tüm atışlar, saldırılar “Yalnız çamın sağı” veya “Yalnız çamın solu” olarak bildiriliyordu. Yani doğal bir referans noktası olarak kullanıldı. Daha sonraki dönemde en yoğun çarpışmaların yaşandığı bölge Kanlısırt olarak bilindi. Bugün burada görülen tek çam ağacı savaştan sonra 1920’lerde dikilen sembolik bir ağaçtır. Ayrıca burada, 1934 yılında Avustralya’ya, küçük oğlunu savaşta kaybetmiş bir anaya büyük oğlu tarafından Gelibolu’dan götürülen bir çam kozasından yetiştirilerek fidan halinde tekrar Gelibolu’ya dikilen ağaç da yer almaktadır.



Yolumuza devam ettiğimizde Mehmet hoca arabayı bir noktada durdurup bize ve Anzaklara ait lağımları ve siperleri gösterdi. Üzerinden yıllar geçmesine ve hiç dokunulmamasına rağmen halen görünümünü koruyan siperlerin birbirine yakınlığı savaşın dehşeti ve boyutunu gözler önüne seriyor. Siperleri gezerken Mehmet hocanın tanıdığı bir başka rehber elinde bir dişle çıkageldi. Az önce siperlerin kenarında bulunan bu dişler tarihi yarımadadaki kanlı savaşın izlerinin 95 yıl sonra bile direndiğini gösterdi bize.

Bu sefer uğramadık ama yolun sol tarafında yer alan Arıburnu Yarları tabelasını gördüğünüzde mutlaka girmenizi öneriyorum. Bazı kaynaklarda, aşağıdan gördüğümüz o heybetli sfenksin uç noktası olan bu yerde yapılan kanlı çarpışmalarda bazı askerlerimizin son hızla düşman üzerine süngüsüyle atılıp ileri koşarken bu uçurumlardan aşağı düştükleri söyleniyor. Düşman başkomutanı Hamilton bunu ifade ederken “Türkler bu gün üzerimize uçarak geldiler.” Demiş ve bu askerlerimiz tarihe “Conkbayırı’nda uçan Türkler” olarak geçmiş.

Artık dünya askerlik tarihinin en kahraman birliğinin şehitliğine ulaşıyoruz: 57. Alay… Yarbay Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümene bağlı olarak görev yapan ve savaşın kaderini değiştiren 57. Alay’ın komutanı Yarbay Hüseyin Avni dahil tamamı şehit olmuştur. 57. Alayın savaşın kaderini değiştirdiği o anı Mustafa Kemal şöyle anlatır:

“...Bu esnada Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz ? dedim.
-Efendim düşman dediler!
-Nerede?
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye...Düşman da bu tepeye gelmiş...Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”




Yukarıda yazılanların daha da detaylısı 57. Alay şehitliğinin sonunda yer alan kitabede anlatılmaktadır. Gelibolu’da birçok noktada olduğu gibi 1992 yılında açılan bu şehitlik de semboliktir. Yani gerçek mezarlar değildir. Peki, neden buraya yapılmıştır? Kazılar esnasında bu bölgede iki iskelet yan yana, hatta bir anlatıma göre de boğaz boğaza bulunmuştur. İskeletlerin yanlarında bulunan künyelerden, birinin Yüzbaşı Woister'e diğerinin de 57. Alay, 6. Bölük Komutanı Üsteğmen Mustafa Asım Bey'e ait olduğu tespit edilmiştir. Bu iki subay iskeleti şehitliğin kuzey ucunda bulunan anıtın hemen ön kısmına, ilk bulundukları yere gömülmüştür. Bu yüzden şehitlikteki tek gerçek mezar hemen anıtın önündeki bölgede yer almaktadır.

57. Alayın Sancağı hakkında da yıllarca yanlış bilgilendirmenin yapıldığını anlattı Mehmet hoca. Uzun yıllar Sancağın Anzak askerlerince ele geçirildiği ve Melbourne Müzesinde sergilendiğinin yazılıp çizilmiş. Oysa 2005 yılından sonra yapılan araştırma ve sorgulamalarda bahsi geçen Müzede böyle bir sancak bulunmadığı tespit edilmiş. Genelkurmay’dan da sancağın büyük ihtimalle son kalan birlik askerlerince imha edilmiş olabileceği açıklaması yapılmış.



Şehitliğin hemen girişinde “dünyanın en yaşlı son Çanakkale gazisi” ünvanıyla 1994 yılında 110 yaşında hayata gözlerini yuman Hüseyin Kaçmaz ve torunu Eylül’ün elele heykelleri bulunmaktadır. 1992 yılında anıtın açılış töreninde Anzaklı Jaen Ryan ile Hüseyin Kaçmaz’ın buluştukları ve savaş hakkında hararetli biçimde sohbet ettikleri anlatılır.

Üzerinde bulunduğumuz bölge çanakkale savaşlarının ek kanlı çarpışmalarının yapıldığı bölge. Özellikle ilk çıkartma günü olan 25 Nisan ve 6-10 Ağustos 1915 tarihlerinde hakim tepeleri düşmana kaptırmak istemeyen askerlerimiz öleceklerini bile bile düşmanın üzerine atılmaktan zerre çekinmemiştir. Mustafa Kemal mehmetçiğin bu yüksek ruh halini şöyle anlatıyor: “Yalnız size, Bombasırtı Vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafeniz 8 metre… yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekiler, kurtulamamacasına kamilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayan-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenler, ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i şehadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale savaşını kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Bu noktadan arabayla devam ederek 261 rakımlı tepeye geldik. Burada bizi dua eden bir elin beş parmağını simgeleyen kitabeler karşılıyor. Kitabelerde Türk askerinin Conkbayırındaki kahramanlıkları anlatılmaktadır. Üç nolu kitabede Mustafa Kemal’in kahraman 57. Alaya taarruz başlarken: “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hakim olabilir.” emrini verdiği anlatılmaktadır. Bu bölgede cereyan eden muharebelerde Türk ordusu 9200 şehit, düşman ordusu 12000 kayıp vermiştir.



Yürüyüşümüze devam ederken karşılaştığımız siperlerin bazıları daha sonradan aslına uygun olarak onarımdan geçirilmiş. Onarım esnasında bulunan yüzlerce kemik için oluşturulan mezarın yanından geçerek Conkbayırı’ndaki son noktaya varmış oluyoruz. Burası Mustafa Kemal’in gözetleme yeri olarak da kullandığı ve aynı zamanda meşhur saatine çarpan şarapnel parçası olayının geçtiği yerdir.



Mehmet hoca, bazı yazarların, Yeni Zelanda birliklerinin kısa bir süre Conkbayırı’ndaki bu bölgeyi ele geçirdiklerini ve fakat kısa bir süre sonra da askerlerimizin onları geri püskürttüğünü, bu sebeple Gelibolu’daki tek Yeni Zelanda anıtının 1925 yılında buraya yapıldığını anlattığını söyledi. Peki doğru mu? Ona göre hayır. Yeni Zelanda kuvvetlerinin bu bölgeyi ele geçirdiklerine dair hiçbir kanıt yokmuş. Sadece mezarlıklarının bulunduğu biraz aşağıdaki bölgeye kadar ilerlediklerini söyledi. Hatta Mustafa Kemal’in savaş sonrası Gelibolu’yu ziyaretinde bu anıtı görünce “Bu burda ne arıyor? Onlar buraya hiç gelemediler ki?” dediği rivayet ediliyormuş. Bazı araştırmacılar da Yeni Zelandalıların Besim Tepe’ye yapacakları anıtı yanlışlıkla buraya yaptıklarından bahsediyorlarmış.

Yeni Zelanda Anıtının hemen yanında 1994 yılında açılan Atatürk Anıtı bulunuyor. Bu anıt, Ağustos 1915’teki muharebeler sırasında Atatürk’ün saatine şarapnel parçasının isabet ettiği yere yapılmış ve üstünde de hikayesi yazıyor. Atatürk bu saati aynı gün ziyaret ettiği 5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders paşaya armağan etmiş. O da ailesinin soyluluk armasını taşıyan kendi saatini çıkarıp Atatürk’e vermiş. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti hükümeti bu saati Anıtkabire koymak için ailesinden isteyince saatin hırsızlar tarafından çalındığı söylenmiş.



Anıtlara sırtınızı verip Türk siperlerinin bulunduğu yerden sağa baktığınızda Suvla koyunu görürsünüz. Burası İngilizlerin son büyük çıkartmayı yaptıkları bölge. O bölgeden bulunduğumuz yere kadar olan bölge gerçekten çok kanlı savaşlara sahne olmuş. Kocaçimentepe, Conkbayırı gibi hakim noktaları ele geçirip Türk cephelerini arkadan çevirerek birbirleriyle irtibatını kesmeyi temel strateji haline getiren düşman kuvvetlerine karşı bitmeyen, yılmayan bir karşı koyma ile amaçlarına ulaşması engellenmiş.



Saat altıyı çoktan geçmişti ve artık dönüş yoluna geçmeye hazırdık. Bu arada Mehmet hocaya çoğumuzun bildiği “Büyük beyaz bulut” hikayesini sordum. Güldü. Ve başladı anlatmaya: Kraliyet sarayı çalışanları ve bazı soyluların savaşa katılmak istemesiyle oluşan Norfolk Alayı 12 Ağustos 1915 günü Anafarta ovasındaki kanlı çarpışmalara katılır. Ciddi bir savaş tecrübesi bulunmayan bu alaya bağlı 5. Norfolk Taburuna ait Sandringhram Bölüğü askerleri tepelik noktayı çıktıklarında, onları izleyen Yeni Zelandalı askerlerin gözleri önünde, bir beyaz bulut kümesinin içine girer. Beyaz bulut ortadan kalktığında mucizevi şekilde askerler yok olur. Ve bir daha onlardan haber alınmaz.”

Çeşitli hurafelere, yazılara ve kitaplara konu olan bu olay hakkında vuk’u tarihinden 50 yıl sonra üç Yeni Zelanda askerinin yeminli ifade verdiği söylenir. Hatta BBC yapımı “Kralın Bütün Adamları” filmi sırf bu taburun/bölüğün savaşa katılışını ve Türkler tarafından işkencelerle öldürüşünü konu alır. Savaştan sonra İngiliz hükümeti binlerce kaybın yanında sadece bu askerlerin akıbetini sorar, ancak Osmanlı hükümeti sadece esirler arasında bu bölüğe ait kimse bulunmadığı bilgisini verebilir. Peki gerçek nedir? Askerlerin bulut sonrasında görünmemesi olaya mistik bir hava katıyor gibi görünse de Türkiye açısından konu çok net: Sis basması var, bulut iniyor bunlar doğru. Ancak araziyi bilmeyen İngiliz askerlerine bir de, sis yüzünden görüş açısını kaybeden topçuların ateşi kesmesi eklenince savunmasız kalırlar. Bunun sonucunda parçalanan birlik farklı yönlerde muharebeye devam etmeye çalışır. Yavaş yavaş eriyen birlikten geriye kalan 40 civarında asker bir samanlığa sığınır. Etrafı Türk askeri tarafından sarılan bu askerler bölüğün ölen son mensupları olmuştur. Nitekim savaştan yıllar sonra cepheyi gezen İngilizlere köylüler orada buldukları bazı İngiliz askerlerinin üzerindeki üniformadan kalan Norfolk Alayı'na ait bröveleri gösterdiler ve bu askerleri dere yatağına yakın bir yere gömdüklerini anlattılar.

Gelibolu gezimizi tamamlayıp Kilitbahir motor iskelesine ulaştığımızda saat 18.45’i gösteriyordu. Yaklaşık 10 saat süren bu gezinin sonunda yorgun ama duygu doluyduk. Vaktimiz kalmadığı için Mustafa Kemal’in 19. Tümen Komutanıyken karargâh olarak kullandığı Bigalı köyündeki Atatürk evi ile Eceabat Kilye Koyundaki Ana Tanıtım Merkezine gidemedik (Her ikisini de daha önce gezmiştim. Mutlaka görmenizi tavsiye ediyorum).

Gelibolu tarihi yarımadasını baştan sona gezmek… Dokuz yaşındaki oğlum Ege’ye burayı göstermek ilk hedefimdi. Bir altı yıl sonra yeniden gelmek için baba-oğul birbirimize söz verdik. Siz de öyle yapın… Burayı mutlaka ama mutlaka en az bir kez görün… O ruhu yaşayın… Gördüklerinizi anlatarak insanların buraya gelmesini teşvik edin… O ruhu yaşatın… Çocuklarınızı getirin… O ruhu öğretin…

"Türkiye'ye Japonya'dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak, neticeyi yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği gerçekleştirilecek. İşler buraya kadar çok iyi... Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin hakkımızdaki tespiti ilginçtir:
"Sizin çocuklarınızda milli şuur yok".
Bizimkiler şaşırır! "Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır." Yine de fazla ses çıkarmazlar! Ne de olsa misafirdir!
Bizimkiler sorar, "Peki, Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Japon uzmanları anlatmaya başlar: Biz gençlerimize ilkokula başlamadan şok testler" uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek şok olurlar.
Sonra...
Bu şoktan sonra Hiroşima'ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediğini gösteririz. Ve deriz ki "Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşayamayacak biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye'de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz."
Bizimkiler şaşkınlık içinde sorarlar:
"Peki ya Türkiye için tespitiniz var mı? Varsa gözlemleriniz nedir?"
Japonlar; "elbette var" derler. "Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölge. Bu bölge gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türkler her şeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var."


Sözün bittiği yerdeyiz sanırım…

Tüm şehitlerimize Allahtan rahmet dileğiyle…














 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(07 Mayıs 2020)
Harikasınız Hakan bey, teşekkürler bu anlamlı değerli yazınız için.
hakangeziyor
(14 Haziran 2014)
Mehmet Hocamın son telefonu: 0 535 4006110
NEŞE
(18 Mart 2011)
Sitemizin Editörlerini kutluyorum,böyle anlamlı bir günde ,anlamlı bir üst başlıkla giriş yaptıkları için...Şanlı Ordumuzun geçmişte ve şimdiki "kahramanlarına" selam olsun !!
hakangeziyor
(18 Mart 2011)
Çanakkale deniz zaferimizin 96. yıldönümünde Çanakkale savaşı tarihini oluşturan herkesin önünde saygıyla eğiliyorum...
Ferudun Babacan
(18 Mart 2011)
Çannakkale Savaşları nasıl kazanılmış konusunda, yine ideolojiler devreye girmekte, bir grup sadece maneviyatla, bir grup ta sadece maddiyatla demekte.Bence her ikisi ile.
Fatih Terim teknik direktörlüğünde Galatasay nasıl kazandı ise UEFAyı benzer şekilde kazanılmıştır, Çanakkale Savaşları.Teknik Direktör, Yardımcıları, İdareciler, Oyuncular, Asıl ve Yedek, Teknik-Taktik,Seyirci Desteği, Medya Desteği, Maneviyat, Kazanma Hırsı, İnanma,Tarafsız Saha ve Hakem, Şansın bizden yana olması, Maç esnasında taktik değişiklikler,
Oyun arası taktik ve motivasyon...
hakangeziyor
(23 Şubat 2011)
Gürkan Bey, gerekli düzeltme yapılmıştır. İlginiz ve dikkatiniz için teşekkürler...
gürkan
(23 Şubat 2011)
Bunun anısına bugün için Türk Silahlı Kuvvetlerinde 57. Alay yoktur. 57. Alayın savaşın kaderini değiştirdiği o anı Mustafa Kemal şöyle anlatır:

yukarıda geçen yazınızda türk silahlı kuvvetlerinde bu gün için 57. alay yoktur diye bilgi geçmişsiniz.bilgi yanlıştır.
57. alay şuan 57.dağ ve komando alayı olarak sarıkamış ta konuşlanmaktadır .doğu ve güneydoğuda tabur ve bölük seviyesinde bir çok yerde göreve devam etmektedir.
gülden
(20 Şubat 2011)
Değerli doslar,bir Çanakkale li olarak sizlere sonsuz saygı ve şükranlarımı iletmek isterim...Kaleminize ,yüreğinize,emeğinize sağlık..Sunumunuz inanılmaz güzel...Gidemeyen göremeyen herkez için açık ve net bir rehber olmuş yazınız...Tekrar tekrar teşekkürler....
Necmettin KÖKSAL
(05 Eylül 2010)
Ağzına sağlık sevgili kardeşim.Çanakkaleyi her gezen sizin kadar yorum yapsa bizim turizm patlamaz havaya uçar.Her memnun turist bin tursttir diye bir söz var sanırım.Yanlış da yazmış olabilirim.Ancak Çanakkaleyi (tarihi yarımada ve şehitlikleri ) kesinlikle rehber eşliğinde gezmek gerek.Yoksa kafalar hurafelerle doldurulabilir.Öncelikle Mehmet Hocalar çoğaltılmalı,korunmalı ve en önemlisi desteklenmeli.Ağzınıza ve elinize sağlık sevgili kardeşlerim.
kalbimiz hep sizlerle olacak.Sağlık ve mutlulukla kalın.ABİN
hakangeziyor
(25 Ağustos 2010)
Levent abi,
Yazıyı ben yazdım ama herhalde bazı şeyleri bu kadar güzel ifade edemezdim. Kalemine, yüreğine sağlık...
levent
(23 Ağustos 2010)
Bu destanı kanlarıyla, canlarıyla yaratanlar tarihe altın harflerle kazındılar. Onları minnetle, şükran duygularıyla anıyoruz. Bu eşsiz destanın bizlere, gelecek nesillere aktarılmasını sağlayanlar da tarihin oluşmasına katkıda bulundular. Evini satarak, teğmen olarak katıldığı Zığındere savaşları anısına bizzat anıt yaptıran Nuri Yamuta, kendi topladıkları eşyaları önce bir odada daha sonra ise bütün bir evde sergileyerek müzeye dönüştüren Salim Amca’ya, zaman tüneline girmişcesine Çanakkale savaşlarını bizlere muhteşem üslubuyla, adım adım nakleden tarih dehası Mehmet hocamıza şükranlar...saygılar... Onlar olmasaydı, olgular değişmeyecekti ama bizler bu özgürlük, bağımsızlık destanının bu denli bilincinde olamayacaktık. Tarih, tarihi şekillendiren olguların yanında, bu olguların gelecek nesillere aktarımıyla oluşuyor. Çanakkale savaşları tarihini oluşturanların önünde saygıyla eğiliyorum.