Arabamla Afrika - Etiyopya : 1 (Gonder ve Axum)

Etiyopya'ya, Gallabat'a (Sudan) karşılık gelen Metema Kasabası'ndan (ya da köyü demek daha doğru olur) giriyorsunuz. Sınırı geçtiğiniz anda başka bir ülkeye girdiğinizi farketmemeniz mümkün değil. Sınırdan önce uyuya kalıp da, sınırı geçtikten sonra uyanan birisi, kendisini bir anda başka bir "dünyada" hissedecektir. Her ne kadar, Gedaref'ten (Sudan) itibaren Gallabat'a doğru gelindiğinde coğrafya Sahra Afrikası'ndan artık iyice "gerçek Afrika"ya dönüştüyse de, yaşamsal görüntü sazdan kulübelerden oluşan köyler dışında klasik Sudan'dan çok farklı değildi, yine de. Ama sınırı geçer geçmez, tablo bir anda değişti. Bir kere herkes, kendilerine ayrıldığını düşünüyor olsalar gerek, yolların üzerinde "yaşıyorlar"; orada yürüyorlar, orada sohbet ediyorlar, orada alışveriş ediyorlar, orada oturuyorlar, orada düşünüyorlar, orada...

Eski yol arkadaşım Büyük Yarık Vadisi (Great Rift Valley) ile yeniden buluştuk

Etiyopya, dünyanın en fakir ülkelerinden birisi; kişi başına düşen yıllık gelir USD150.00'ın altında. Bu fakirlikle başa çıkamayan insanlar, hayatlarını idame ettirebilmek için her türlü yolu deniyorlar. "Her türlü yol" derken, hırsızlık ve gasp bunların içerisinde "fazlaca" yer tutmuyor. Dünyada her başkentte olduğu gibi, Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da da ufak tefek yankesicilik ve hırsızlık olayları konusunda uyarılar varsa da, dediğim gibi, bunlar genel dünya ortalamalarına göre çok yüksek düzeyde değil. En azından, bazı kaynaklarca "Afrika'nın en güvenli şehirlerinden birisi" olarak kabul edilen Hartum'a göre daha güvenli olduğunu düşünüyorum.

Ancak, bunca fakirliğin yaşandığı bir ülkede, dedim ya, insanlar her yolu deniyor. En küçüğünden en yaşlısına kadar insanların çoğu dilenmeyi yaşamın doğal bir parçası olarak görüyor. Bu işi son derece profesyonelce yapanların yanı sıra, amatörce dilenenler de çok. Daha sınırdan içeri girer girmez etrafınız sarılıyor ve herkes birşeyler istiyor. Çocuklar işe mutlaka kalemle başlıyorlar. Arkasından defter, t-shirt, para, ayakkabı, saat, su ve daha aklına o anda ne gelirse, ya da sizin elinizde, arabanın içinde o anda ne görürse...

- "Give me a pen!" (Bana kalem ver)
- "Yok anacığım, pen yok! Hadi bakayım."
- "Give me one Birr!" (Etiyopya'nın para birimi Birr)
- "Yok yavrum, para da yok!"
- "Give me water!" (Bana su ver)
- "Yavrum, bu su benim, sana verirsem ben susuz kalırım!"
- "Give me watch!"
fesuphanallah
- "Evladım, o da tek ve benim!"
- "Give me....!"
- "Ulan şimdi ....'

Give me a pen!

Böyle bir "kısır" diyalog yaklaşık her amatör Etiyopyalı çocukla yaşanıyor. Bunların bir de profesyonelleri var, onlarla muhabbet biraz daha keyifli oluyor. Yanınıza yaklaşıp nazik bir dille sizi selamlıyorlar, nereden geliyor olduğunuz, işinizi, ailenizi, nerede kalacağınızı, nereye gideceğinizi vs. soruyorlar. Bunlar genellikle iyi İngilizce konuşuyor. Bu girizgahtan sonra size ya otel öneriyorlar, ya -eğer otelinizi belirlemiş olduğunuzu söylediyseniz- annesinin çok iyi çamaşır yıkadığını ve çamaşırınız varsa size "çok özel fiyatla" ve diğerlerinden çok daha temiz olarak yıkayabileceğini söylüyor, ya da sizi ucuz ve iyi yemek yapan bildiği bir restorana götürmeyi teklif ediyorlar. Bütün bunlardan bir sonuç alamazsa, okulda ne kadar başarılı olduğunu, derslerine ne kadar çok çalıştığını, ancak daha başarılı olmak için kitap ve deftere ihtiyacı olduğunu ve bunları alacak parasının olmadığını, eğer onun için kitapçıdan istediği bir kitabı alacak olursanız size minnettar kalacağını ve sayenizde okulunu bitirip, önce ailesine, sonra da ülkesine yararlı bir insan olacağını uzun uzun anlatıyor. Eğer bütün bunlara inanıp da, onunla istediği kitabı almak için gösterdiği kitapçıya giderseniz, daha önce yüz kere satın alınmış bir kitabı siz 101'inci kez satın alıp hayır işlemenin huzuruyla mutlu olabilirsiniz. Almış olduğunuz o kitap ise, bir süre sonra 102'nci müşterisi için vitrindeki yerini tekrar alacaktır.

Peki, ne yapmak lazım? Bazıları(nız) bunları anlattığım için beni kalpsizlikle suçlayabilir. "Kalpli" olanlar ise, Etiyopya'yı ziyaretleri sırasında hayır işlemek amacıyla yanlarında getirdikleri 50 t-shirt, 200 kalem, 100 defter ve 200 silgiyi dağıttıktan sonra bunların bir on katı daha ısrarlı taleple baş edemeyip panik içinde kendi "izole" otellerine çekilebilirler. Sonuç, onlardan sonra gelenlere potansiyel "kalem, t-shirt, para, saat, silgi, su" dağıtıcısı gözüyle bakan çocuklar yaratılır. Bu tabii işin mikro boyutu. Bir de, bu sayfalarda anlatmanın mümkün olmadığı ve günlerce tartışılabilecek bir "makro" boyut var. "Aid!", yani yardım. Afrika ülkelerini "karşılıksız yaşam sürmeye" mahkum eden, "çaba göstermeden elde etmeye" alıştıran bir sistem... Arada "haydan gelenin huya gittiği", ölçüsüz ve programsız bir şekilde yapılanlarından bir kısmının "bazılarınca" "cebellezî" edildiği ve amacının çok dışında bazı insanları ihya eden "Aid", yani yardım. Afrika'da, özellikle Etiyopya gibi ülkelerde onlarca, hatta yüzlerce yardım kuruluşunun izine rastlarsınız. Hepsi bir yerlere, bir şeylere yardım ediyordur. Bunların bir kısmı da misyoner kuruluşlardır. Kimin neye, ne amaçla ve nasıl yardım ediyor olduğunun bilinmediği bir kör dövüşüdür, gider.

Hakkını yemeyeyim, bu kız birşey istemedi. "Utangaç Kız" koydum adını

Yeni bir slogan; "Aid doesn't help!" (Türkçe'ye "Yardım çözüm değildir!" diye çevrilebilir, yoksa biraz anlamsız oluyor) çıktı şimdi. Başta masum ve benim gibi düşünen insanlarca çıkarılan bir slogandı. Ama, Afrika'ya yardıma, keselerini "incittiği" için karşı çıkanlarca dört elle sarılındı ve sahiplenildi. Dolayısıyla amacı dışına çıktı ve başkalarının amacına yardım etmeye başladı. Ben ise "Yardım tek başına çözüm değildir!" sloganını savunmanın doğru olduğu kanısındayım. Neyse, bu konu ayrı bir "forum" ortamını aylarca besler. Daha fazla uzatmayalım. Sonuçta dilenen bir Etiyopya yaratılmış durumda; hem de bazen insanı çileden çıkaracak derecede...

Etiyopya'ya fazla oyalanmadan giriş yaptık diyebilirim. Triptik işlemleri için görevli kişinin öğle yemeğinden dönmesini beklerken, gümrük binasının bekleme salonunda duran somyanın üzerine, arabamın koltuk minderini yastık olarak koyup kestirirken Chris, gümrük binasının bir köşesinde çocukları (olduğunu tahmin ediyorum) ile yaşayan bir kadınla muhabbet ediyordu. Yaklaşık bir saatlik uyku, yorucu seyahatten kalan bitkinliğimi bir parça atmamı sağladı ve beni, yolun sonraki yorucu kısmına az da olsa hazırladı. Sınırdan sonraki ilk geceleyeceğimiz yer olan Gonder'e girdiğimizde saat gündüz saati 11:00'di. Şimdi aklınız karıştı, değil mi? Hem oradan oraya yorucu seyahat, hem öğle yemeğinden gelecek görevliyi beklemek, hem de Gonder'e gündüz saati 11:00'de varmak... Ama bu sizin bildiğiniz gündüz saati 11:00 değil.

Efendim, Etiyopya zaman konusunda -eskilerin dediği gibi- nev'i şahsına münhasır bir ülke. Öncelikle saatlerinden bahsedeyim. 24 saatlik bir günü iki 12 saatlik porsiyona bölmüşler. Birinci porsiyon, normal olması gereken saatle sabah 06:00'da başlıyor ve buna "gündüz saati" deniliyor. Diğeri de 18:00 de başlıyor, bu ise "gece saati". Yani siz -örneğin- saat 15:00'i kastederken aslında "gündüz saati 9" demelisiniz, gibi. Bu saat durumu, Kenya ve Tanzanya'daki Swahili insanları için de böyle.

Takvim ise ayrı bir konu ve daha da karmaşık. Bütün Hıristiyan alemi 1582 yılında Jülyen takvimini bırakıp da Gregoryen takvimini kullanmaya başlamış ama, Etiyopyalılar bu kurala uymamışlar. Hala da eski usulle gidiyorlar ve -örneğin- duvarlarında asılı olan takvimleri 1998 yılının üçüncü ayını gösteriyordu, ben oradayken. Her iki takvim arasındaki yedi yıl sekiz aylık fark, karşınıza her zaman 7 ya da 8 yıllık bir fark çıkarıyor. Eğer 1 Ocak-10 Eylül tarihleri arasındaysanız 8, 11 Eylül-31 Aralık tarihleri arasındaysanız 7 yıllık bir fark var, Etiyopyalıyla aranızda. Etiyopyalının yılı 11 Eylül'de başlıyor. Toplam 12 ayları 30'ar günlük, bir ayları da 5 günlük (artık yıllarda ise 6 gün). İşte böyle karmaşık bir takvim. Bir de Christmas'ları 7 Ocak'ta... Ama bu Etiyopya'ya özel bir durum mu (Etiyopya, Ortodoks dünyasında bağımsız yeri olan bir kiliseye sahip: Etiyopya Ortodoks Kilisesi olarak geçiyor) yoksa tüm Ortodoks'ların Christmas'ı 7 Ocak mıdır, bunu bilemiyorum. Artık bunu da cahilliğime verin lütfen. Döndüğümde araştırırım. Ancak, şu kadarını söyleyeyim ki, Etiyopya Ortodoks Kilisesi'ni Mısırdaki Koptik (ya da Kopt) Ortodoks Kilisesi ile karıştırmamak gerekiyor (ki bu birçok batılı tarafından karıştırılmakta, Britannica dahil). Bu arada Koptik, eski Yunanca'da "Mısırlı" anlamına geliyormuş, bunu da yeni öğrendim. Hatırlayacağınız gibi, Koptik Ortodoksların "başkenti" Sina Yarımadası'nda -hani benim elimdeki kaynakçaya bakmadan gittiğim için saatini kaçırıp giremediğim- St. Katherina Manastırı ve Koptik Ortodoksların kendilerini Ortodoks dünyasından ayırmaları M.S. 451 yılına rastlıyor. Halbuki Etiyopya Ortodoks Kilisesi'nin İskenderiye'de kutsanması M.S. 4. yüzyıl.

Neyse! Ben Etiyopya'ya vardığımda saatimi onların saatine göre ayarlamadım ama, Chris'in ilk işi bu oldu.

Gonder
Sudan'dan kara yoluyla Etiyopya'ya geliyorsanız, ilk konaklayacağınız yer büyük olasılıkla Gonder olacaktır. Sınırdan sonraki yorucu yolu tamamladıktan sonra kendinizi -eğer "otel göstericilerinden" kurtarabilirseniz- bir otele atarsınız. Otel görevlisinin ilk söylediği, aracınızı emniyetli bir yere park etmeniz konusundaki uyarıdır. Nedense, Etiyopya'da arabalara "taş atmak" gibi bir adet var. Notlarını okuduğum ve karşılaştığım hemen hemen tüm arabalı gezginler, Etiyopya'da arabalarının taşlandığı konusunda yakınmışlardır. Açıkçası, benim başıma hiç böyle birşey gelmedi, Etiyopya'da bulunduğum süre boyunca.

Gonder’de gün batımı

Otele yerleşmemizden sonra yapmayı planladığım ilk şey buz gibi bir (hatta iki, belki üç) bira içmekti aslında. Ama Gallabat-Gonder arasında -Wadi Halfa-Dongola arasındaki kadar olmasa da- vücuduma yapışan tozdan oluşan kabuğu temizlemek için duş alma ihtiyacı daha ağır bastı ve Chris ilk birasını devirirken ben, ağız tadıyla içebilmek için duşumu aldım. Otelin terasında 18 günlük zorunlu bira orucumu bozarken, gün batımının arkasından alacakaranlık çökmüştü şehre.

Gonder, Etiyopya'nın büyük kentlerinden, aynı zamanda eski başkentlerinden birisi. 1635 yılında İmparator Fasilidas tarafından kurulmuş ve Etiyopya'nın kalıcı başkenti olarak ilan edilmiş. Gonder'in bir köyken, Etiyopya'nın (ya da o zamanki adıyla Abissinia, ya da bizdeki eski adıyla Habeşistan) başkenti olması, Fasilidas'ın tahtı babası Susneyos'dan devralmasından sonra gerçekleşiyor. Susneyos, ülkede Müslümanlığın "baskı yoluyla" yayılmaya başlamasıyla yardıma çağırılan Portekizlilerden arda kalan askerler ve Katolik keşişlerin etkisiyle 1622’de Katolik olmaya karar veriyor. Daha sonra da, Katolikliği ülkenin resmi dini olarak ilan ediyor ve mevcut Ortodoks Kilisesi'ni de kapatıyor. Bu değişikliği hazmedemeyip ayaklanan köylülerden yaklaşık 32.000'inin, Kraliyet Ordusu askerleri tarafından öldürüldüğü de rivayet olunuyor. Susneyos'un, tahtı 1632 yılında oğluna devretmesinden sonra Fasilidas, Ortodoks Kilisesi'ne itibarını tekrar iade edip Ortodoksluğu yeniden resmi din olarak ilan ediyor. Gonder'in güneyinde bulunan Tana Gölü çevresinde yerleşik bulunan Portekizlileri de ülkeden kovuyor. Gonder'in bu öyküsünü, sizleri sonradan "gezdireceğim" tarihi eserlere hazırlık olsun diye anlattım.

Fasilidas Kalesi, Fasil Ghebbi

Efendim, Etiyopya'nın özellikle Addis Ababa'nın kuzeyinde kalan bölgelerinin deniz seviyesinden yüksekliği 2,000 metrenin üzerinde ve bu bölge yer yer 4,000 metrenin üzerine çıkan yüksekliklere de ev sahipliği yapıyor. Bu yüksek plato, kuzeyden güneye "eski dost" Büyük Yarık Vadisi (Great Rift Valley) tarafından kesiliyor. Afrika'nın dördüncü en yüksek zirvesi Gonder'in kuzey-doğusunda uzanan Simien Dağları'nda yer alıyor; Ras Dashen Dağı, 4,620 metre. Gonder'in kendisinde bile ölçtüğüm rakım 2,233 metre idi. Böyle yüksekliklerde hem insanın hem de arabanın nefes alması zorlaşıyor tabii, oksijen ve basınç azlığından. Hareketleriniz sizi daha çabuk yorduğu gibi, arabanın performansı da hissedilir ölçüde düşüyor.

Gonder'de dikkat çekici tarihi yapılardan en önemlisi Fasil Ghebbi. Bu yapı, yaklaşık 70 dönümlük, etrafı taş bir duvarla çevrili bir alana yayılmış ve içerisinde altı kale, bu kaleleri birbirlerine bağlayan tüneller ve bazı diğer küçük binalar var. Kompleksin restorasyonu için UNESCO 1999 yılında bir çalışma başlatmış. Başladığında 2002 yılında tamamlanması öngörülen restorasyon çalışmalarına henüz devam edilmekte. Restorasyonun bu kadar uzun sürmesinin sebebi, inşaat tekniği ve malzeme olarak tümüyle orijinale sadık kalınması. O kadar ki, harç için kullanılacak kireç bile toprakta kazılmış çukurlarda söndürülüp dinlendiriliyor (aslında, çocukluğumdan hatırladığım inşaatlarda da böyle kireç kuyuları açılır ve kireç orada dinlendirilirdi). Bu sadakat da, başta öngörülemeyen gecikmeye sebep olmuş.

Kraliyet Arşiv Binası. İngiliz bombalarının izi hala duruyor

Fasil Ghebbi'deki en etkileyici yapı Fasilidas tarafından 1640 yılında yaptırılmış olan ilk kale. 20. yüzyılın ortalarında bir restorasyon geçirmiş olan kale iki kattan oluşuyor ve genellikle Portekiz ve Axumit, yer yer de Hint etkileri görülmekte. İkinci katın da üzerinde bulunan ve yerden yüksekliği 32 metre olan bir teras ise gözetleme kulesi vazifesini görüyor. Bu noktadan, açık havalarda Tana Gölü'ne kadar görülebildiği söyleniyor. Fasilidas Kalesi'nin hemen yanında yer alan Kraliyet Arşiv binası, 2. Dünya Savaşı sırasında İngiliz uçakları tarafından, İtalyanların komutanlık binası olarak kullanıyor olması nedeniyle bombalanmış, olduğu gibi saklanıyor.

Fasil Ghebbi'deki diğer kaleler, Fasilidas'tan sonraki imparatorlar tarafından yaptırılmış. Bunlardan, eski görkeminden günümüze fazlaca bir iz kalmamış olan Iyasu'nun yaptırmış olduğu kale en büyüklerinden ve tarih kaynaklarının anlattıklarına göre de en süslüsüymüş; fildişi, altın varak, birçok değerli taşın yanı sıra birbirinden güzel resimlerle bezeliymiş. Bunlardan hiçbirisi günümüze kadar gelememiş maalesef; hem 1704'teki deprem, hem de 2. Dünya Savaşı'nda İngiliz bombardımanından dolayı.

Debre Birhan Selassie Kilisesi

Iyasu'dan sonraki 15 yıl içerisinde dört kral taç giymiş ve arkasından suikaste uğramış. Bunlardan sadece birisi, Iyasu'nun oğullarından III. David, Fasil Ghebbi'ye bir eser bırakmış: Bir aslan kafesi. Siyah yeleli Habeş aslanı, o günden sonra Haile Selasiye'nin imparatorluğuna kadar Etiyopya Krallığı'nın sembolü olmuş. En son, İmparator Selasie'ye ait olan aslanlar 1992 yılına kadar bu kafeste yaşamışlar.

Gonder ve çevresinde, yedisi Fasilidas zamanından kalma 44 tane kilise olduğu söyleniyor. Bunların büyük kısmının orijinalleri, 1888 yılında Sudan'lı Mehdi taraftarlarının saldırısı sonucu yok olmuşlar. Bunlardan yalnızca Debre Birhan Selassie kilisesi saldırılardan kurtulabilmiş ve Gonder zamanından günümüze kalabilmiş. İmparator I. Iyasu tarafından yaptırılan orijinal hali (ki kesinlikle dairesel bir yapı olduğu iddia olunuyor) 1707 yılında geçirdiği yangında hasar gördükten sonra restore edilmiş. Ancak günümüzde mevcut olan dikdörtgen şeklini, 18. yüzyıl sonlarında yeniden inşası sırasında almış.

Debre Birhan Kilisesi rahibi

Gonder'de geçirdiğim iki gecenin ardından 10 Aralık Cumartesi sabahı saat 09:00'da kuzeye, Axum şehrine doğru yola çıktım. Hedefim, Michelin'in 745 numaralı "Africa-North East, Arabia" haritasında yaklaşık 365 km olarak görünen yolu yaklaşık altı ila sekiz saatte aşmak. Haritada, yolun, ilk 295 km'lik kısmı "improved", yani iyileştirilmiş; son 70 km'lik kısmı ise "partially improved", yani kısmen iyileştirilmiş stabilize ya da toprak yol olarak gösterilmişti. Ayrıca bu yol, yukarıda bahsettiğim 4,620 m'lik Ras Dashen zirvesini barındıran Simien Dağları'nı aşıyordu ve yer yer 3,000 metre rakımın üzerinde zorlu geçitlerden geçiyordu. "İyileştirilmiş yol" kavramının benim kafamdaki imajıyla, bunun Etiyopya versiyonunun gerçeği arasında ne büyük bir uçurum olduğunu, Simien Dağları'nın uçurumları dibinden yılankavi virajlarla sarsılarak yükselip alçalırken daha iyi anladım. Hartum'da kırılanının yerine takılan yeni camım, bu haşin titreşimlere dayanamayarak çalışmaz hale gelmiş, penceremi hava almak için açmak amacıyla kola saldırdığımda, pencere kolunun elimin altında ümitsizce boşa döndüğünü fark etmiştim. Pencereyi açmanın tek yolu artık camı içerden ve dışarıdan iki elimle kıstırıp aşağıya doğru bastırarak indirmekti. Eskiden Ankara'da çalışan emektar Bahçeli-Kızılay-Cebeci dolmuşlarının şoför pencerelerinin niye böyle açılıp kapandıklarını hep merak ederdim. Meğer Hartum'daki camcıların eli değmiş, onlara da.

Simien Dağları yollarında...

Daha bir yaşını bile bitirmemiş bir Defender'in Bahçeli-Kızılay-Cebeci dolmuşu durumuna düşmesine gönlüm razı olmadığı için, arabayı, uçurumun müsaade ettiği bir noktada park ettim ve takım çantamı çıkarıp, seyahate başladığımdan beri ilk "fiili müdahalemi” yaptım.

Kapı iç döşemesini söküp (çok kolay oldu, çünkü camcı tarafından sökülürken pimlerin çoğu zaten kırılmıştı) mekanizmadan kurtulmuş olan camı bantla yeniden yuvasına "yapıştırdım". Yapmış olduğum bu yaratıcı tamiratın ardından yola devam ettim. Simien yükseltilerini tırmanırken, Afrika yaban hayatının ilk göstergeleri de çevrede tek tük belirmeye başlamıştı; çevrede Etiyopya'ya has uzun tüylü Guereza maymunları 3'lü 4'lü gruplar halinde cirit atıyorlar, arabanın gürültüsünden ürküp kaçışıyorlardı. Ancak o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki, fotoğraf makineme tele-zoom objektifi takılı halde kucağımda araba kullanıyor olmama rağmen bile, yakalayabildiğim en iyi fotoğraf aşağıdaki beni seyrederken çekebildiğim "silueti" idi.

Guereza maymunu... Her hareketimi büyük bir dikkatle izliyorlardı

Geçtiğim yol güzergahı, aynı zamanda Etiyopya'nın en önemli milli parklarından olan Simien Dağları Ulusal Parkı'nın da içinden geçiyor. Bu park, benim seyahat planımda en az bir gece kamp yapmayı planladığım bir yerdi. Ancak, Sudan'daki olaydan kaynaklanan gecikme nedeniyle bu planımı değiştirmek ve parkta konaklamayı iptal etmek zorunda kaldım. Ancak sonradan öğrendiğime göre geceleri sıcaklık sıfırın oldukça altına düşüyordu ve benim açıkçası böyle bir "sühunet" için hazırlığım yoktu. Daha sonradan Addis Ababa'da yeniden karşılaştığım Bill ve Clair çifti, -sanırım yakıtlarına su karışmış olması nedeniyle- yakıt donması problemi ile Defender'larını sabah çalıştırmakta oldukça zorlandıklarını anlattılar.

Simien Dağları'nda böyle güzel manzaralarla karşılaşıyorsunuz

Başta altı ila sekiz saat arasında tamamlamayı öngördüğüm 365 km'lik yol, akşam saat 20:30'da Axum'da sona erdi. Yani tam 11,5 saat. Bunun yaklaşık yarım saati pencere tamiratı için geçmiştir; başka da bir mola vermedim. Ortalama 33 km hız... Bu beklenmedik yavaşlık, Etiyopya için başta yapmış olduğum zaman planlamasının pek işlemeyeceği hissine kapılmama neden oldu, nedense. Daha sonraki günlerde de, bunun hiç de yersiz olmadığını yeni tecrübelerle anlayacaktım. Buna karşın, yolun beklediğimden uzun sürmesi ve dolayısıyla -istemeden de olsa- yapmak zorunda kaldığım yaklaşık 3 saatlik gece yolculuğunun bana hoş bir sürprizi oldu. Benden başka neredeyse hiçbir aracın olmadığı yolda büyük bir gönül huzuruyla hem dar huzmeli spotlarımı, hem de viraj spotlarımı yakmış ilerlerken iki kere Simien Kurdu'na rastladım. Yolun bir tarafından diğerine koşarak geçip, daha sonra temkinli bir şekilde beni izlediler. Sayıları son yıllarda, özellikle yaşanan kuduz salgını nedeniyle ciddi şekilde azalan Simien Kurdu (tüm Etiyopya'da 600 cıvarında kaldığı sanılıyor), bu kadar az sayıda kalmış olmasına rağmen hala -özellikle geceleri- yol kenarlarında, hatta yerleşim yerlerine yakın bölgelerde görülebilirmiş.

Simien Kurdu, bölgeye has (sadece Etiyopya'da ve özellikle Simien ve Bale bölgelerinde yaşıyor) bir hayvan. Tipik özellikleri olması nedeniyle (sivri burun, bol tüylü ve kalın kuyruk, kızıl kahverengi sırt ve açık sarı-beyaz karın renkleri) kolay tanınması dışında, insanlı bölgelere, özellikle karayollarına yakın sıkça rastlanıyor olması yüzünden görülmesi ve görüldüğünde tanınması o kadar da zor değil. Hatta o kadar sık ki, istatistiklerde, soyunun tükenme nedenlerinden birisi olarak "trafik kazaları" belirtilmeye değecek düzeyde fazla yer tutuyor, maalesef. Bunun sebebi de "emniyet kemeri kullanmıyor" olmaları değil tabii ki.

Size bir de Simien Kurdu fotoğrafı göstereyim

Nesli bu kadar tehlikede olan bir hayvanı görme şerefine nail olmak sadece benim şansım değil. Elimdeki kaynak kitabın yazarı Philip Birggs'in (ki o gündüz ve otobüsle seyahat eden bir kişi) ve diğer bazı Etiyopya-gezerlerin de gözlemi, aynı zamanda. Yani -maalesef- Tanrı'nın tek şanslı kulu ben değilim. Size de çıkabilir :)

Axum
Axum'a vardığımda saat 20:35'miş, kayıtlarıma göre. Yani, Gonder'den çıktığım 09:00'dan itibaren tam 11 saat 35 dakikada gelmişim. Bunun 35 dakikasını molalara saysak, 11 saat sürekli araba kullanarak toplam 365 km yol almışım. Böyle bir yolculuğun ardından önce duş mu almalıyım, yoksa yemeğimi yedikten sonra mı duşumu alıp yatsam... Önce yemeğimi yemeye karar veriyorum. Yanlış karar olduğunu odama döndükten sonra anlıyorum: Sular kesilmiş. Aşağıya inip, suların akmıyor olduğunu söylüyorum. Tüm şehirde kesik olduğunu, ancak bir kova suyla idare etmek zorunda kalacağımı söylüyorlar. Hava soğuk (akşamları 12-14 dereceye kadar düşüyor ve otelde ısıtma sistemi yok) ve soğuk suyla yıkanmam imkansız. Yanlış verilen kararın cezasına razı, yatıyorum. Gece büyük bir ağrı ile uyanıyorum. Boynum, sırtım ve omuzlarım dayanılmaz şekilde ağrıyor. Ağrı kesici ve kas gevşetici ilaçlarım arabada, üşeniyorum inip almaya. Uyandığım saatten (yaklaşık 01:30) sabaha kadar dayanılmaz ağrılarla yatakta dönüp duruyorum.

Sabah sular hala akmıyordu. Vücudumun her yanı ağrıyor ve uykusuzdum. Kendime, şehirde sular kesildiğinde suyu hala akmaya devam eden iyi bir otelde bir gece konaklama hakkı tanıyorum ve Axum'un en iyi oteline, devlet otel zinciri olan Ghion'a ait Yeha Hotel'e taşınıyorum.

O gün akşama kadar, almış olduğum kuvvetli ağrı kesici ve kas gevşeticiye rağmen, kırık bir biçimde dolaştım. Sebebinin, 11 saatlik zor yolculukta, tüm kaslarımın sürekli olarak kasılı vaziyette yorulması olduğunu düşünüyorum. O günden sonra, Etiyopya'da yaptığım bu tür yorucu yolların akşamı, mutlaka kas gevşetici ve ağrı kesici hap alarak yattım. Sonuç başarılıydı. Bu gidişle "hapçı" olacağım.

Axum'un dikilitaşları

Axum şehri, günümüzdeki Etiyopya'nın temelini oluşturan Axum Krallığı'na başkentlik yapmış. Bu kimliği M.S. birinci yüzyıla dayanıyorsa da, M.Ö. beşinci yüzyıla kadar uzanan bir yerleşim geçmişi olduğunu gösterir kanıtlara, yapılan kazılar sırasında ulaşıldığı belirtilmekte.

Axum Krallığı'nın, Araplar, Persler, Hindistan ve Roma'yla ticareti geliştirmesi ve bunun nimetlerinden yararlanması sonucu, 2. yüzyılda Kral Gadarat yönetiminde bugünkü Yemen'in de içinde bulunduğu geniş topraklara sahip bir imparatorluk haline dönüştüğü biliniyor. Bazı Pers kaynaklarına göre o zamanlar Axum Krallığı, Pers, Çin ve Roma imparatorluklarıyla birlikte, dünyanın dört büyük imparatorluğundan sayılıyormuş. Axum Krallığı'nın en güçlü ve etkili kralı, yönetimi ikiz kardeşi Saizana ile birlikte yürütmüş olan Ezana. Ezana, Suriyeli iki Hıristiyan'dan, Frumentius ve Aedissius'tan etkilenerek M.S. 337-340 yıllarında Hıristiyanlığı Axum Krallığı'nın resmi dini olarak ilan ediyor. Krallığın bundan önceki dinî eğilimi biraz karışık. Daha doğrusu kaynakların neredeyse hepsi ayrı dilden konuşuyor. Ancak Museviliğin etkisi altında olduğu kesin. Hatta Haile Selasie de dahil günümüze kadar 237 imparatorun da Hz. Süleyman (Solomon, Hz. Davut'un oğlu) ile Seba Kraliçesi Makeda'nın (ya da İslam kaynaklarına göre "Saba melikesi Belkıs") -gerçeği konuşmak gerekirse- gayrı meşru çocuğu Menelik (aslen I. Menelik) soyundan geldiği iddia olunuyor. Ancak bu iddia, günümüzde birçok bilimsel kaynaklar tarafından da yalanlanıyor. Her neyse! Hıristiyanlığın Etiyopya'ya girişi Kral Ezana zamanına dayanıyor sonuçta. Ama, bu dönemden çok daha öncesinden beridir Etiyopya'da yaşamakta olan ve en son 1984 -Amerika destekli- Moses Operasyonu (ki aslen Sudan'a kaçan ve kaçarken 4,000'den fazlası yolda ölen Etiyopyalı Museviler için yapılmıştır) ve 1991 Solomon Operasyonu hava köprüsü harekâtlarıyla İsrail tarafından tahliye edilen Musevi Felaşa'ların (sözlük anlamı "sürgün" ya da "yabancı") bu topraklardaki varlıklarının kaynağı çelişkili. Bir kaynak (The Sign and the Seal, Graham Hancock) Felaşalar'ın, Asswan yakınlarında, Nil üzerindeki Elefantin Adası'nda bulunan Musevi manastırının M.Ö.410 yılında Mısırlılar tarafından ele geçirilip tahrip edilmesi sonucu buradan kaçan, Nil boyunu izleyerek Etiyopya'ya kadar ulaşan ve buraya yerleşen papazlar ve diğer Musevi nüfus olduğunu iddia ediyor.

Gelelim Axum'a geri. Axum Krallığı ve dolayısıyla bugünkü Etiyopya'nın Hıristiyan tarihi Axum'a dayandığı için, burası Etiyopya'nın en kutsal kenti sayılıyor. Nitekim bu kutsiyeti Axum'da kaldığınız sürece ağır Ortodoks havadan "hissediyorsunuz". Aslen bu hava Etiyopya'nın her büyük kentinde hakim.

Axum'un "eserleri"nden

Axum'un en dikkat çekici noktası herhalde Dikili Taşlar (Stelae) Bölgesi'dir. Axum Krallığı'nın çeşitli dönemlerinde ülkeyi yöneten kralların adına dikilen yaklaşık 75 dikilitaş bulunur, bu alanda. Bunlardan en önemlisi 23m yüksekliğindeki Kral Ezana'ya ait olanı. Masif granitten oyulmuş bu taş, 4 km uzakta bulunan taş ocağından getirilmiş. Bir parça eğik duran bu dikilitaşın baştan eğik yerleştirildiği varsayılıyor, nedense! Ezana, Axum Krallığı'nın, ülkenin ilk Hıristiyan yöneticisi ve kendi adına dikilitaş yaptıran da sonuncusu. Alanda bulunan dikilitaşların en büyüğü ise 3. yüzyılda krallık yapmış Ramhai'ye ait. 10. yüzyıl sonlarında Axum'daki birçok yapı gibi Kraliçe Yudit'in (ya da Gudit, Felaşa Kraliçesi) hışmına uğradığı sırada yıkıldığı rivayet olunan ve "vandalizm"in eseri olarak yerde serili olarak yatan bu dikilitaş, 33m yüksekliği ve yaklaşık 500 ton ağırlığı ile "en büyük" olma özelliğini koruyor.

Axum'un en "görülesi" eserlerinden birisini fotoğraflamak konusunda fazla tereddüt etmedim doğrusu. Otelin terasından gün batımını seyretmek ve fotoğraf çekmek için çıktığımda karşılaştığım bu "fırsatı" kaçırmanın her şeyden önce size karşı saygısızlık ve "görevi ihmal" sayılacağını düşünerek deklanşöre bastım. Bundan pek rahatsız olduğunu söyleyemeyeceğim. Yayınlamak konusunda ise Buket'in teşviki beni cesaretlendirdi açıkçası.

"Kiralık mumlar" ışığında duvardaki haç, Kral Khaleb'in sarayı

Axum Krallığı'nın en başarılı dönemi olan 6. yüzyıl başlarında tahta geçen Kral Khaleb'in sarayının Axum'da görülmeye değer eserler listesinde yer alıyor olması ve adının içinde "saray" kelimesinin bulunması, benim listeme de dahil olmasına yetti. Yetti de, olması gereken yerin hemen önünden arabayla geçerken fark edilemeyecek kadar vahim bir durumla karşılaşacağımı da ummuyordum açıkçası. Aslında 6. yüzyıldan kalma yığma bir binadan daha ne kalmasını bekliyordum ki. "Saray" deyince insan daha başka şeyler umuyor işte. Üstü "yıkılmış" ama, toprağın altındaki mezar "yerinde". Birbirine geçerek kilitlenmiş, düzgün tıraşlanmış taş bloklarla oluşturulan duvarların arasından iniyorsunuz, "bodrum"daki mezar odasına. Mısır'daki "bahşiş" usûlü, burada da, mevcut aydınlatma sistemi "arızalı" olduğu için, bekçiden "kiraladığınız" mumlarla yolunuzu bulmaya çalışırken alçak geçişlerde vurduğunuz kafanızda oluşan şişliklerin "gabariniz"i arttırması, bir sonraki geçişte dikkatinizi taşlara daha fazla yoğunlaştırmanıza neden oluyor. Mum ışığında göz ve el yordamıyla "hissettiğiniz" duvar fresklerini de tamamladıktan sonra içinizde, kendinizi dışarıya, temiz hava ve ışığa atmak için dayanılmaz bir istek oluşuyor.

El yazması incil

Khaleb'in sarayına giderken yolda, Ezana tarafından yazdırılmış olan tableti de görme fırsatı buldum, her ne kadar bu fırsat biraz meşakkat gerektirdiyse de... Efendim! Tablet -dediğim gibi- Kral Ezana tarafından hazırlatılmış ve üç dilde yazılmış. Ge'ez (başta Etiyopya'da köylü dili olarak çıkıp sonradan imparatorluk saray lisanı haline dönüşen dil), Saba dili (şimdiki Yemen'in bulunduğu bölgede bulunan Saba ülkesi halkının dili) ve Yunan dillerinde... Üzerindeki metin, Yemen'in fethi için Tanrı'dan yardım dileyen bir duayı içeriyor ve tabletin yerinin değiştirilmesi durumunda, değiştirenin beklenmedik bir ölümle karşılaşacağını belirtir bir "dipnot"la sonlanıyor(muş). 1980 yılında bir çiftçi tarafından bulunan tabletin yeri, bu "dipnot" nedeniyle hiç değiştirilmemiş. Yalnızca etrafına bir kulübe yapılmış, kapısına da bir kilit vurulmuş. Aslen, kulübeyi bekleyen ve anahtarı taşıyan bir bekçi varsa da, bekçiyi ve dolayısıyla anahtarı bulmak pek mümkün olamadığı için, ancak kulübenin pencerelerinden birine tırmanıp içeriye sarkarak tableti görmek mümkün.

Axum'daki son ziyaretimi Pantaleon Manastırı'na yapıyorum. Debre Katin tepesinde bulunan bu manastır Etiyopya'nın en eski ve tarihi önemi an fazla olan manastırlarından. 6. yüzyılın başlarında Bizanslı bir asilzadenin oğlu olan Abba Pantaleon (ya da Pantelewon) tarafından kurulan manastır, sahip olduğu el yazması İncilleri ile de meşhur.

Rahip ve haçlar

Abba Pantaleon çocuk yaşta manastırda yaşamaya başlamış, daha sonra Hıristiyanlığın şimdiki Etiyopya ve Eritre bölgelerinde yaygınlaştırılması görevi ile yola çıkmış "Dokuz Aziz"den biri olmuş. Sonradan Kalkedon (şimdiki Kadıköy) Konsül'ü tarafından reddedilecek olan Monofizit Doktrini'nin (İsa'nın tek yaradılışlı olduğunu kabul eden görüş) kabul görmesinden sonra da Etiyopya'ya göçüp, manastırda "hücre" yaşamını seçmiş bir misyoner. Pantaleon, tahtını oğlu Gebre Meskel'e bıraktıktan sonra manastır yaşamını seçen Kral Khaleb'in de "din müşaviri".

Pantaleon Manastırı'nın bulunduğu Debre Katin tepesi, sahip olduğu konum nedeniyle doğusundaki Adwa ve çevresinde bulunan dağlara doğru güzel bir manzaraya sahip. Adwa, Etiyopya tarihinde önemli yeri olan bir kent, her Etiyopyalı'nın gururla bahsettiği Adwa Savaşı'na sahne olmuş. Adwa Savaşı, 1895 Ekimi'nde İtalyanların Adigrat'ı işgali ve Mekele'de bir kale inşa etmelerinin ardından, Adwa yakınlarındaki tepelerde Etiyopya ordusu ile İtalyan birlikleri arasında meydana geliyor. İtalyanlar'ın gurur kırıcı bir bozguna uğradığı bu savaşın sonucunda (İtalyanların savaşı kaybetmelerinin en büyük nedeni olarak harita okumak konusunda yaptıkları hata gösteriliyor), tarihte ilk kez bir batı ordusu Afrikalılar tarafından yenilgiye uğratılmış oluyor. Buna rağmen İtalyanlar, Eritre'yi ellerinde tutmaya devam ediyorlar ve 1900 yılında Eritre-Etiyopya sınırı çiziliyor.

Adwa Savaşın'ın öcünü almak için İtalyanlar, 35 yıl sonra, Duche'nin emriyle sınırı tekrar geçecek ve Mart 1936'da Etiyopya ordusunun zayıf direnişini aşarak Addis Ababa'ya gireceklerdir. Bunun sonucu, Eritre, İtalyan Somaliland'ı ve Etiyopya'yı içine alan İtalyan Doğu Afrikası kurulur, koloni başkenti olarak da Addis Ababa ilan edilir. 1937 yılında İtalyan valinin öldürülmesine yönelik girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Karagömlekliler tarafından girişilen katliam, birçok masum Etiyopyalı'nın ölümüne neden olur. İtalyan işgali, İngiliz birliklerinin 1941'deki başarılı harekatıyla sona erer. İtalyanlar, İtalyan Somaliland'ı ve Eritre'deki topraklarına geri çekilirler.

Axum'daki bu ziyaretlerimi tamamlayıp, önceki yolculuktan kalan yorgunluğumu da kısmen attıktan sonra, ertesi gün, 12 Aralık Pazartesi günü saat 08:30'da Adigrat üzerinden Waldiya'ya doğru yola çıktım…

Devam edecek...


Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.


 Yazılan Yorumlar...
hakangeziyor
(08 Mart 2012)
Ali abi, keyifli ve ilginç seyahat devam ediyor. İnsanları başkalarının yardımlarıyla ayakta tutmaya çalışmak ilk bakışta çok ulvi bir hizmetmiş gibi görünse de sana katılmamak mümkün değil. Nereye kadar sürdürebileceksiniz? Kalem vereceğinize kalemi yapmayı öğretmek çok daha anlamlı sonuçlar verecektir. Hem geçici çözüm de olmayacaktır. Anlatırken düşündürüp dikkat çektiğin için çok teşekkürler. Kalemine sağlık...