Arabamla Dünya Turu – Kazakistan 5 (Almatı Eyaleti: Alma Ata)

Adı Almati oluverdi birdenbire, 1990’ların ikinci yarısında. Hâlbuki adı, Alma Ata. Ayrı ayrı yazılan 2 kelimeden oluşuyor; Alma ve Ata’dan. Elmanın ata yurdu, elmanın doğduğu yer, anlamında. Eskiden gerçekten de öyleymiş; hatta öyleydi. İlk Alma Ata’ya geldiğimde, sokaklardaki derme-çatma tezgâhların üzerinde satılan tek meyve elmaydı. Şimdilerde ise, kocaman süpermarketlerde, mangosundan, Hindistan cevizine kadar bütün egzotik meyveleri, hatta ithal elmaları bile bulabiliyorsunuz. Tek eksik olan meyve ise, yerli elma. Nereye gitti Alma Ata’nın alması, diye sorduğumda, “İhraç ediliyor da…” diyorlar. Kendi elmasını ihraç edip, marketinde dışarıdan ithal etti elmayı satmak da, Türkiye’den sonra -herhalde- bir de, Kazakistan’a has bir “serbest ticaret” anlayışı olsa gerek.

Alma Ata’ya girerken trafik, şehrin o kadar dışında sıkışmaya başladı ki, şehir merkezine daha kilometrelerce uzaklık olduğunu söyleyen GPS’imden şüphe eder oldum. Benim bildiğim Alma Ata’nın koca caddelerinde karşıdan karşıya geçmek dakikalar alır, ama o süre zarfında da hiçbir arabanın size çarpması gibi bir riskle karşı karşıya kalmazdınız. O kadar az araba olurdu o koca caddelerde. Bu kadar araba nereden geldi? Çoğu, Japonya’dan gelmiş, belli; soldan direksiyonlular çünkü. Orta Asya ülkelerinde, hatta Azerbaycan ve Gürcistan’da bile, Japonya’dan karayoluyla, ya tek tek, ya da TIR’lar üzerinde getirilen 2. el Japon arabaları çoktur.

Arbat Sokağı

Murat’ın evini rahat bulabilmek için, Alma Ata’ya varmadan birkaç gün önce ondan, evinin Şimkent girişinden itibaren yol krokisini Google Earth’te çizip, *.gpl dosyası (benim yol izlerim için açtığınız dosyalar gibi, yani) olarak göndermesini istemiştim. Murat bunu yaptı ama, ben o arada bir internet bağlantısı bulup da, o dosyayı alamadım. Öyle olunca, eski usulle bulmam gerekiyor. Neyse ki, posta adresini de SMS ile göndermişti Murat, sağ olsun. Ben Alma Ata’ya daha önce kaç kere gelmiş adamım; “şıp” diye buluveririm, ne olacak. Tabii o “şıp” biraz “şııııııııııııııııııııııııııııııııp” diye oldu ama, Murat’ı telefonla aradığımda, evinin bulunduğu mikrorayonun, yani sitenin park yeri girişindeydim. Büyük şehirde, bir evde kalmak gibisi yoktur. Hiçbir otel, evin yerini tutmaz böyle yerlerde. Hele o ev bir de böyle lüks, hem de çamaşır makinesi, internet bağlantısı, otopark gibi ekstraları da olan bir yerse… Üstüne üstlük, sevdiğiniz bir dostunuzun eviyse; yani, gerektiğinde sohbet edecek, bir şeyleri paylaşacak, çıkıp birlikte bir yerlere gideceğiniz bir dostunuzun… Benim gibi yalnız seyahat eden bir insan için arada böyle değişiklikler, seyahatin tüm sıkıntılarını, dertlerini, yorgunluklarını unutturuyor; şarj oluyorsunuz.

Neyse! Yapılacak işler listesinde yazılacak yazılar, derlenecek fotoğraflar, arabanın komple temizlenmesi, bakımı (yağ ve filtreler değişecek, fren balataları kontrol edilecek, supap ayarı yapılacak, alt yağlama yapılacak), patlak lastiğin tamiri ve lastiklerin çaprazlanması, bir süredir çalışmayan ve beni kullanma suyundan mahrum bırakan hidroforun tamiri (belki, yenisinin Türkiye’den istenmesi), Aktöbe’den sonra detayları “biten” GPS haritamın yenisinin internetten araştırılıp bulunması v.s. işler var. Bunun için 4-5 gün geçireceğim, Alma Ata’da. Daha fazla vaktim yok, çünkü, 21 Haziran itibariyle ülkeyi terk etmeliyim, malum. Bu arada, Aktöbe’den bir süre sonra, GPS’imde zaten az olan detaylar bir anda yok oldu. Yol çizgisi kayboldu. Ekrandaki haritayı Batı’ya doğru kaydırdığımda, haritanın bir boylam çizgisinden sonra detaylarının olmadığını fark ettim. Sadece ülke sınırları ve başkentler kalmıştı. E, buna da şükür. Hiç olmazsa, sırılara olan mesafeden “yaklaşık” yerimi tayin edebiliyorum. Küçükken dünya haritasını açar, haritanın bittiği yerlere geldiğinde insanlar ne yapıyor acaba, diye düşünürdüm. Düşünsenize, aşağısı uçurum, dipsiz bir kuyu. Atlasan olmaz. Herhalde, geri dönüyorlardır. Benim de öyle oldu işte. Harita bitti, dünyam (GPS ekranından oluşuyor) karardı.

Murat arabanın kapısını kurcalarken… Bu şekilde çalamayacağını anlayınca beni zehirlemeye karar verdi. (Photo by Murat)

Alma Ata’ya vardığımın ikinci günü, yani 12 Haziran Cuma akşamı, yemekten sonra kendimi bitkin hissedip yattım. Sanırım, günlerin yorgunluğuydu. Gecenin bir saatinde, bitkinliğin yorgunluktan kaynaklanmadığını, alttan ve üstten fena halde zorlayan bir basınçla zar zor tuvalete yetiştiğimde anladım. Tipik bir besin zehirlenmesi. Ancak neden olduğunu bir türlü anlayamadım. O zamana kadar hep evde yemek yedik ve aynı şeyleri Murat da yedi. Ancak onda bir şey yok. Murat’tan şüpheleniyorum. Arabayı o kadar beğendi ki, beni zehirleyip ona sahip olmak için yapmış olabilir. Sonrasındaki iki gün evde, bir şey yemeden ve fakat su içerek ve devamlı tuvalete taşınarak geçti.

Murat, arkadaşlarından da soruşturarak, arabanın bakımı ve temizliği için iyi bir yer önerisi alıyor. Kadir Usta’nın adresi ve referansı uygun görünüyor. Birlikte Kadir Usta’ya gidiyoruz. İzmirli Kadir (Çılgın) Usta 7 yıl önce gelmiş Alma Ata’ya. Alaylı bir oto tamircisi olan Kadir, ailesini de (eşi ve 2 çocuğu) buraya getirmiş ve artık Alma Atalı olmuş. Hayatından memnun. Arabaya sıkı bir temizlik istediğimi söylediğimde beni, yolun hemen karşısındaki yıkamacıya götürdü. Hayatımın en pahalı araba yıkamasını yaptıracağım. Alt, üst, iç, dış her tarafı pırıl pırıl olacak (diye bekliyorum). 5,000.-Tenge ödeyeceğim (yaklaşık US$35.00). Murat’ın da pek aklı yatmadı ama, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur ya; güveneceğiz artık Kadir’e. Güvendik de… Dört kız (burada arabaları kızlar yıkıyor) arabaya giriştiler. Ama, yıkamıyorlar da, okşuyorlar sanki. Bu araba, böyle okşamalara alışık değildir kızlar. Şöyle, tellak usulü sıkı sıkı silmek gerekir. Basınçlı su da, prostatlı yaşlı erkekler gibi. Mesela şöyle yazabilirler tabelalarına: “Basınçsız suyla araba yıkama!”. Hani, arabalarına kıyamayan, fazla basınçlı suyla yıkanmasını içi kaldırmayan insanlar için burası. Neyse, ne yapalım. Güvendik bir kere. Dört kız; biri üstünde, biri altında, ikisi dışında ha bire süngerle okşayıp duruyorlar. 2 saat sonunda bitti. O kadar uzun sürünce, “aman, bitsin de, kaç para olursa vereyim” diyorsunuz zaten. Daha sonra lastikçi faslı. Tamir ve çaprazlama işlemi de tamam. Hoş, sonradan, tamir edilen lastikte bir başka patlak daha olduğunu ve lastikçinin esas patlağı tamir ettikten sonra doğru dürüst kontrol etmediğini (benim de hatam tabii, hep kendim de kontrol ederim, dedim ya, güvendik bir kere), benim de portbagaja “2. stepne” olarak yerleştirdiğimi acı bir tecrübeyle fark edeceğim.

Bendeniz, 2. stepneyi yerleştirirken(Photo by Murat)

Bu arada, Michelin XZL’lerin, önceki seyahatte kullandığım XZY’lere göre çok daha nahif olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Onlar, o Afrika şartlarındaki 30,000km yolda bir kez (yaklaşık 15,000km’de) çaprazlandılar ve hiçbir sorun çıkarmadılar. Bunlarda, şu ana kadar-tesadüf- aynı lastikte 2 patlak (birinde sac vidası, diğerinde çelik tel delmişti), diğer iki lastikte de supap dibinden kesilme yaşandı. Tabii, supap kesiklerinin lastikle ilgisi yok ama, lastikleri değiştirirken ya Otokar supapları da değiştirmedi (ama, değiştirdiklerini söylemişlerdi), ya da kullandıkları yeni supaplar kalitesiz. İlk supap kesiğini, lastikler değiştikten yaklaşık 500km sonra İstanbul’da yaşamıştım çünkü.

Lastik işi de bittikten sonra, yağ ve filtre değiştirmeye geldi sıra. Kadir Usta, lifti olmadığı, kanalı da dolu olduğu için, arabanın altına yatarak yağ ve yağ filtresi değiştirme işlemini de büyük bir başarıyla tamamladı. Şu anda, karter tapasından hafif bir damlatma var. Hiç ellemiyorum; bir sonraki yağ değişimini bekliyorum. Umarım tapaya diş kaptırmamıştır (pek öyle değil gibi ama). Türkiye dışında arabanın bakımlarını hep kendim yapardım. Bunda basiretim bağlandı biraz. Neyse ki, fren balatalarını kendim kontrol ettim (daha iyiler). Kadir -sanırım cesaret edemedi- supap ayarına gerek olmadığını, söyledi neyse ki. Onu da kendim yaptım.

Kadir Usta (soldaki) ve ellerine terk ettiğim arabam(Photo by Murat)

Hidroforu da “tamir ettim”. “Nesi vardı?” diye sormayın, bilmiyorum. Bir şeyleri elledim ve günlerdir çalışmayan hidrofor çalıştı. Sevinsem mi, bilemiyorum.

Arabanın işleri bittiğine, sürekli internet bağlantım da olduğuna göre, yazılarımı yazmamak için de hiçbir mazeretim kalmamış bulunuyor. Bu arada, Kazakistan için GPS haritasını, bizim HUBB sayfasından (dünyayı karadan gezen motosikletçilerin sayfasıdır, benim gibi bazı dört tekerlekliler de musallattır: http://www.horizonsunlimited.com/) İspanyol birinin yardımıyla hallettim. Yeterinden fazla detay var; çok iyi yani.

Yola çıkmadan önceki 2 gün, Murat’la Alma Ata turistik turu yaptık. Alma Ata’ya daha önce yaptığım seyahatlerden çok az şey hatırlayabiliyorum. İlk geldiğim zaman kaldığımız Kazakistan Oteli’ni, meselâ… Bir de, Panfilov Parkı’ndaki Zenkov Katedrali’ni… Katedralin bahçesindeki bina da hayal meyal hatırımda, tabii. Nasıl olmaz? İstanbul-Moskova-Alma Ata uçuşu, Moskova’da yaklaşık 13 saat plânlı, ilâve 6 saat plânsız beklemeyle, toplam 24 saatten fazla sürmüştü. Sabaha karşı indiğimiz Alma Ata’da, Kazakistan Otel’den sabah apar topar alınıp doğruca Bakanlığa toplantıya gitmiş, akşama kadar projeyle ilgili yoğun bir toplantı yapmıştık. Sonuçta, 36 saatlik uykusuzluk, yol ve toplantı yorgunluğunun ardında, bakanlıktan da bir sürü insanla birlikte (biz de az kalabalık değildik, bu arada) akşam, o hayal meyal hatırladığım binaya, akşam yemeğine gittik. Bir restoran değildi orası herhalde. Zaten, şimdi de öyle olduğuna dair herhangi bir ibare yok; ne olduğuna dair de… Çok çeşitli (“kuş sütü eksikti” cinsinden) ve bol içkili bir geceydi. Hatırlayabildiğim enstantanelerden; garson bayanlardan şişman ve sarışın olanı, iki elinin beş parmağının arasına, boyunlarından beceri ile sıkıştırdığı boş votka şişelerini götürüyor, dolularını aynı şekilde geri getiriyordu. Yemeğin sonuna doğru, karşı çaprazımda oturan Bakan Yardımcısı mı, Kazaktelekom’un Başkan Yardımcısı mı, hatırlamıyorum, bana “Sen iyi içiyorsun. Seninle bir kere de Rus usulü votka içelim” dedi. Zaten içtiğim onca votka, yorgunluğun da etkisiyle, vücudumun tüm organlarını kontrolüm dışında bırakmış. Düşünme yeteneğimi de kaybetmiş olacağım ki, teklifini kabul ettim. Kolay değil, müşteriden yetkili bir kişinin isteği, bizim için emirdir. Nasıl olacak bu iş? Bana, nasıl olacağını gösterdi. Karşılıklı ayağa kalkıyoruz, esas duruş vaziyetinde. Sağ ellerimizi, ayaları yere bakacak şekilde göğüs hizamızda tutuyoruz. Elimizin üzerine, ağzına kadar votka dolu kadehleri koyuyoruz. Ama, bunlar bildiğimiz shot bardaklarından değil. Şarap kadehi gibi, ayaklı kadeh olmak zorunda; kuralı ve teknik gerekliliği nedeniyle. Diğer ellerimiz, esas duruş pozisyonunda, yanda. Vücut dik ve gergin vaziyette. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak, kadehleri dudağımıza dayayarak kafamıza dikiyoruz. İçindeki tüm votkanın bitmesi lazım, çünkü, içtikten sonra elimizi eski haline getirip hemen arkasından kadehi havaya fırlatıyoruz. Öyle ki, kadeh yere düşmeden tutabilmeliyiz ve bunun için de vücudumuz kıpırdamamalı. Breh breh! Bu halde bu işi yapabilecek miyim, bakalım? Neyse! Özel kadehler geldi, votka dolduruldu. Esas duruşta, ellerimizin üzerinde dolu kadehler, birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz ama, nedense ben tek kişiyim, karşımda iki Bakan/Başkan Yardımcısı var. Bu haksızlık! İkiye karşı bir! Bana oyun oynadınız! Üstelik, benim kadehim de iki tane. Aaa, elim de… Bunların hangisini içeceğim, hangisini havaya atacağım ben yahu?

Neyse! Kadehleri dudağımıza dayadık, gözlerimizi birbirimizinkilerden ayırmadan (onların ikisi de gözlerini bana dikmiş de, ben ikisine birden nasıl bakacağım?) votkaları yuvarlıyoruz. Votkalar bitiyor, kafalar düzeliyor, kadehler dudaklardan ayrılıyor. Sıra gösterinin en can alıcı kısmına geldi. Trampetçi, ritmi ve şiddeti artarak trampetini takırdatıyor. Tüm gözler ikimize, bizimkilerin özellikle bana yoğunlaşmış vaziyette, hissediyorum … ve fırlattık. Sonrası, gözümün önünde yavaş çekimde izlenen bir film gibi. Kadeh(ler)im, havada taklalar atarak havalandı(lar). Aşağıya doğru aynı taklalarla inerken el(ler)imi uzattım. Ne olduğunu pek anlamadım ama, sanırım ellerimden ancak birisi, kadehlerden sadece birisini tutabildi. Diğer elim boşta kaldı ve kadehlerden diğeri de… Burada bir “es” verip, masanın yerleşiminde, benim önüme isabet eden parçayı söyleyeyim: Kocaman bir salata kâsesi; boşalmış ve dibinde, içinde daha önce var olan kırmızı pancardan (ya da lahana) boyanmış bolca suyla duruyor. Evet, devam edelim. …diğeri de, bu salata kasesinin için çoff diye daldı. O kırmızı salata suyu etrafa, birazı da üzerime saçıldı. Ayılmışım. Ellerimden, kadehin diğer tekini tutanı yok olmuş. Kalan elim ise boş. Salata kâsesinin içinde ikiye bölünmüş bir kadeh. Karşımda o Yardımcı, elindeki kadehle ve muzaffer bir edayla gözlerimin içine bakmaya devam ediyor. Onun ikizi de kaybolmuş. O kendi kadehini tutabildi mi acaba? “Bir kere daha deneyeceğiz” dedi, Yardımcı. Çorbadan dönenin kaşığı, votkadan dönenin de kadehi kırılsın. Nitekim, kırıldı da… Yeni kadehler, votkalar… Aynı ritüel işte. Yine trampetçi; bu sefer şiddeti iki katına çıkarmış. Beynim zonkluyor; şirketin tüm prestijini ben batırdım, şimdi de ben kurtaracağım sanki. Kadeh havalanıyor. Tüm gücümü gözlerime ve (bu sefer tek olan) elime yoğunlaştırıyorum. Senkronizasyon müthiş ve bu sefer tutuyorum. Alkışlar, tezahürat falan. Sonrasında tek hatırladığım, restorandan dışarıya güruh halinde çıktığımızda, içinde hiç tanımadığım üç kişinin olduğu bir Ziguli’ye bindiğimdir (Ziguli, Ladalar’ın, eski, Fiat 131’e benzeyen modellerine verilen addır, bu arada. Niye’sini bilmem). Arabada benden başka bizden ve bakanlık yetkililerinden kimse yoktu, onu biliyorum. Sonrası tümüyle meçhul: Onlar kimdi? Ben o arabaya niye bindim? Otele nasıl ulaştım ve odama nasıl çıktım? Her şey… Sabah saat dokuzda otelden alınıp, yine toplantıya gideceğiz. Gözlerimi açtığımda beyaz tavanı gördüm. Zorlukla doğrulduğumda, üzerimdeki takım elbiseyle, ayağımdaki ayakkabılarımla, yatağın kenarında oturur vaziyetten, yatar vaziyete geçmiş olduğumu fark ettim. Saat 8:45 ve alınmamıza on beş dakika var. Hızla yattığım yerden fırladım ve fırlar fırlamaz da düştüm. Zar zor soyunup, buz gibi duşun altına girdim. Ne yaptığımın farkında değilim ama, o soğuk duşun altında bir yandan tıraş olup, bir yandan da dişlerimi fırçaladığımı hatırlıyorum. Aşağıya indiğimde, Bekir dışında kimse yoktu lobide. Hatırladın mı Bekirciğim? İşte böyle bir anı, bu da.

St. Nicholas Katedrali

Dönelim günümüze yine. Alma Ata, İpek Yolu zamanlarında, çölün ortasında bir vaha, dolayısıyla da önemli bir mekânmış. Moğollar tarafından yerle bir edilmesinden sonra da, varlığı azalarak devam etmiş. Ruslar, buralara kadar gelip de, 1854 yılında Verny ismiyle yeni bir Kazak (başta bahsettiğim, savaşçı Kazaklar yani) uç karakolu kurana kadar Alma Ata’nın esamesi pek okunmamış. Bundan sonra aynı Kazaklar ve Sibiryalılar ufak ufak yerleşmeye başlamışlar. Ancak, 1887 ve 1911’de geçirdiği iki büyük depremle yerle bir olmuş. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında bir süre sürgün yeri olarak kullanılmış (o zamanlar daha Sibirya’yı keşfetmemişler galiba). Bu “misafirleri” içerisinde en önemlilerinden biri de, Sibirya’da, Ust-Kut’ta 1900’de başlayan sürgününden önce, bir süreliğine burada tutulan Leon Trotsky (Troçki). Alma Ata’da esas yerleşimin başlaması ise, 1927’de Sovyet kazakistanı’nın başkenti ilan edilmesi ve 1930’da Turksib demiryolu hattının buraya ulaşmasıyla başlıyor. 2. Dünya Savaşı sırasında, batıda bulunan ve Nazi ordularından kaçırılan savaş gereçleri fabrikaları ile yıldızı iyice parlamış ve birçok Slav Rus da buraya yerleşmiş. Sonuçta, Kazakh (bu sefer, karışmasın diye Kazakh diyorum) nüfusun çok yoğun olduğu Güney Kazakistan’da, çeşitli Sovyet milletlerinden insanların yaşadığı kozmopolit bir şehir çıkmış ortaya. Benim ilk gittiğim yıllarda Alman asıllılar bile vardı. Yıllar önce Doğu Almanya’dan gelmişlerdi (daha doğrusu, getirilmişlerdi) ve ben gördüğümde, glasnost sonrası yavaş yavaş dönüş hazırlıklarına başlamışlardı.

Zenkov Katedrali

Zenkov Katedrali’ne geri dönelim. hani, şu Panfilov Parkı’ndaki… Zenkov Katedrali 1904 yılında yapılmış; Çarlık Rusyası zamanında… ve, o zamandan ayakta kalabilen ender yapılardan birisi. Sovyetler Birliği zamanında müze ve konser salonu olarak kullanılan katedralin önemli özelliği, yapılırken tümüyle ahşap malzeme kullanılmış olması. Çivi bile kullanılmamış yani. Şimdi de aynı özelliğini koruyor mu, bilemiyorum ama, tümüyle ahşaptan yapılmış olduğunu, üzerine yapılan sıva ve boyalardan anlamak güç, tabii.

Zenkov Katedrali

Panfilov Parkı’nda, görülmeye değer diğer bir yer de Savaş Anıtı. 1941’de Moskova savunmasında büyük yararlılıklar gösteren Kazakh Piyade Birliği’nden, ölen 28 askerin anısına yapılmış. Anıtın hemen önünde de, 1917-20 yılları arasındaki iç savaşta ve yine, 2. Dünya Savaşı’nda ölen Kazakh’ların anısına sürekli yanan ateş var.

Savaş Anıtı


ve Yanan Ateş Anıtı

Murat’la birlikte gezdiğimiz yerlerden biri de, Köktöbe Tepesi. Şehirden teleferikle çıkılan tepe, Alma Ata’yı yukarıdan seyretmek, gürültüden uzaklaşmak ve bir şeyler yiyip, içmek için güzel bir yer.


Köktöbe’den Alma Ata manzaraları


18 Haziran Perşembe günü kalış iznimi uzatıp uzatamayacağımı öğreneceğim. Uzatma şansım varsa, birkaç gün daha kalmak niyetindeyim. Hem, zehirlenmenin ardından azalarak süren bitkinliğimi atarım. Yoksa, öğleyin Balkaş’a doğru yola çıkacağım. Sabah telefonla aradığım turizm acentesinden iki kişiyle buluştuk. Pasaportuma ve oturma iznime baktılar; mümkün değilmiş. Öğleyin Murat’la vedalaşıp yola çıktım.



Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.