Arabamla Dünya Turu – ABD : 2 (Yellowstone - Great Salt Lake - Salt Lake City)

4 Haziran sabahı, çok da erken olmayan bir saatte Seattle'dan ayrıldık. Yoldaki bir hipermarkette çok da uzun sürmeyen bir alışverişin ardından, 90 numaralı karayoluna çıktık. Yellowstone Ulusal Parkı'na kadar yaklaşık 1,500km yolumuz var ve biz bu yolu 3 günde tamamlamak niyetindeyiz. O akşam saat 9'a yaklaşırken, yol üzerinde, Buket'le gelirken de dikkatimi çeken "$50,000.00 Silver" dinlenme yerine vardık. 648km yol yapmışız. Dinlenme yerinin RV kampı da var, üstelik ücretsiz. Dinlenme yeri dediğime bakmayın, ciddi bir kompleks var burada; benzin istasyonu, restoran, bar, hediyelik eşya satılan bir dükkan ve hatta otel bile… Arkasındaki boş alanı da RV kampı diye "serbest kullanım"a açmışlar. Peki, $50,000.00 Silver adı nereden geliyor? O da, barın duvarları, bar tezgâhı, masalar ve buldukları başka her yere yapıştırdıkları 50,000'e yakın (ya da, aşkın mıydı, hatırlamıyorum) sayıda gümüş 1 Dolarlık koleksiyonundan. Şimdiki değeri ne kadardır, hiçbir fikrim yok ama, sanki bir servet gibime geliyor. Alican 20 yaşında olduğundan, ABD'de içki içilen birçok yere girmesi dahi yasak. İçki içmesi ise, zaten yasak. Bu ülkede içki içme sınırı 21 yaş. Ama bu akşamki barda, herhalde ayaklarına gelmiş müşteriyi kaçırmamak için, kimse Alican'a kimlik sormadı, ikimiz birden bira ısmarladığımızda.

Deer Lodge hapishanesinin ilk binası ve hücreler..

Ertesi sabah yola devam Yine 90 numaralı karayolu. Yolumuzun üzerinde Deer Lodge isimli bir kasabada klasik arabalar müzesi olduğunu okuyor Alican, rehber kitaptan. Böyle bir fırsat kaçmaz, deyip, Deer Lodge'a daldık. 1903'ten başlayarak yakın tarihe kadar modelde birçok arabanın olduğu müze aslen eski bir hapishanenin içinde yer alıyor. Zaten, hapishanenin kendisi de ayrı bir müze. Yöredeki madenlerin adının duyulmasıyla başlayan suç oranındaki artıştan bunalan yöre halkı, sonunda 1870 yılında buraya bir hapishane yapılması için ön-ayak oluyor. 1970'lerin sonlarına kadar çalışan hapishane şimdi bir müze ve ayrıca 120 araçlık bir koleksiyondan oluşan klasik araba müzesine de ev sahipliği yapıyor. Hapishanenin son günlerine kadar mahkûmlara mekân olan odaları, yemekhanesi, tecrit hücreleri, banyo ve tuvaletleri, herhangi bir restorasyon görmeden olduğu gibi kalmış. "Korunmuş" diyemiyorum; bu konuda harcayacak bir para bulunamamış, herhalde. Aslında, iyi ki de bulunamamış, eğer öyleyse. Özelliğini yitirirdi bence.

Mahkûmlar tarafından dökülen bu betondaki işaret, 18 Nisan 1957 gününden bu güne taşınmış

O akşam saat 21:30'da, Livingstone'daki RV kampına vardık. Çok geç bir saat olması ve kampın sahibinin o saatte bizi başından savmak istemesi yüzünden olsa gerek, US$10.00'lık bir ücret aldılar. Adamı (ya da kadını, Alican evlerinin kapısını çalmıştı) o saatte meşgul etmenin bedeli olarak o da, herhalde. Ertesi gün Yellowston'a doğru hareket etmemiz öğleden sonra ikiyi buldu. Biz oralarda duştu, çamaşırdı diye sallanırken yanımıza gelen orta yaşlı bir çift, Yellowstone'un ayı konusunda verimli bir park olduğunu, zaman zaman Livingstone'un (kasabanın) yakınına kadar yanaştıklarını söylediler. Göreceğiz bakalım. Bu ayılar konusunda şu ana kadarki deneyimim, kürklü yaratıkların, kendilerinin özgürce hareket etmeleri için ayrılmış parklardan çok, çevresinde insanların, dahası, arabaların bolca olduğu yerleri tercih ediyor olduğu yönünde. Bakalım bu sefer onları, mekânlarında yakalayabilecek miyiz? Livingstone'daki son işimiz saç tıraşı. Alican'la birbirimizi tıraş ettik; sıcak diyarların bunaltıcı havalarına hazır olmamız lâzım.

Deer Lodge'da başka şeyler de var, eski günlerden. Bir bar, "The Club" ve yanında Boomerang Fırını...


Baba-oğul, keltoşlar...

Yellowstone, Amerika'da kurulan en eski ulusal park. 1872'de önce Wyoming'de kurulan, ardından Montana ve Idaho eyaletlerine de yayılan park, grizzly ayıları, kurt ve daha birçok yaban hayvanından oluşan nüfusunun yanı sıra, gayzerleri (kısaca, dev sıcak su fıskiyeleri de denilebilir) ve sıcak su kaynaklarıyla da ünlü. Parka girişimiz, kuzey kapısından oldu.

Yellowstone Ulusal Parkı girişi. Roosvelt Tak'ı ve Gardiner Nehri...

Geç saatte girmemiz nedeniyle, park içerisindeki kamp yerlerinde yer bulmamız hayli zor. Kamp yerlerini dolaşırken rastladığımız bir görevli kadın, Slough Creek'teki kamp yerinin, taşkın yüzünden yer yer sular altında kaldığını, o nedenle de tercih edilmediğinden boş yer bulabileceğimizi söyledi. Zaten bulutlarla kaplı gökyüzünden yağmur hafif hafif inmeye başladığında Slough Creek'teki kamp yerine ulaşmıştık. Bize kalan, derenin hemen kıyısında (taştığı için, kıyısı yola oldukça yaklaşmış ve masaların bir kısmı suların içindeydi), dar bir alana arabayı yanaştırdık. Yerdeki su birikintilerini arabanın altına denk getirmeye çalışsak da, tenteyi açacağımız kısmın ortasında yine de bir gölcük var. Onu da kendi masamızla "örttük". Makarnadan oluşan akşam yemeğimizden sonra Alican, çevreden bulabildiği birkaç nahif dal parçasını sudan kıl payı kurtulan yer ocağında yakarak ısınmaya çalıştı. Aslında, ısınmaktan çok, Alican'ın küçüklüğünden beri meraklı olduğu ateşle oynama hastalığının tatmini olsa gerek; adamın keyfi yerine geldi, bir anda. Ben ise, o "muazzam" ateşin ısısına ve şiddetlenerek devam eden yağmurun tacizine dayanamayıp, çadıra girmeyi tercih ettim.

Bir bison ve bir Elk...


Yellowstone Parkından kareler...

Yellowstone'da ikinci günümüz. Park içerisinde turlamaya devam ediyoruz. Görülecek o kadar çok yer var ki… Ancak, o kadar da çok insan var ki… Neredeyse omuz omuza. Bazen trafik tıkanıyor, herkes durup bekliyor. İleride, ayı gördüğünü iddia edip, arabalarından kaptıkları koca teleobjektifleri ya da dürbünleriyle inen bazıları, başkalarını da gördüklerinin doğru olduğuna inandırmış olmalı ki, herkes objektif ve dürbünlerin doğrultulduğu yöne doğru merakla bakıyorlar, sislerin içerisinde, nereye baktıklarını bilmeden. Zaten trafik tıkanmış ve ilerlemeye imkân yok. Biz de inip, benbeyaz sis perdesinin arkasından çıkacak meçhul hayvanı beklemeye koyuluyoruz. Hazret, -eğer varsa da- çoktan çekip gitmiş bile; kendisini bekleyen onca kalabalığı hayal kırıklığına uğrattığını umursamadan. Birazdan, kalabalık, tevatürün doğruluğundan kuşkulananların uyanışı ile yavaş yavaş dağılmaya başladı.

Mammoth Hot Springs...

O geceyi de, yine parkın içerisindeki Yellowstone Gölü kıyısındaki Bridgebay kamp sahasında geçirdik. Parktaki son günümüzde hava açtı. Havada ne bulut var, ne de sis. Gayzerler ve sıcak su kaynaklarını gezmek için ideal bir gün. Biz de öyle yapıyoruz...

Sırada Great Salt Lake var
Akşam, Jackson Hole'dayız. Rocky Dağları arasında sıkışmış bu küçük kasabanın bugün popüler olmasının nedeni, çevresindeki kayak merkezleri. Turisti bol, şenliği bol bu kasabada Alican'ın enerji depolaması için bir gecelik mola veriyoruz. Bir kovboy kasabasını çağrıştırmak için gereken her şeyi yapmışlar.

Jackson Hole'dan gündüz ve gece manzaraları...

Jackson Hole'dan sonra yolda Perry kasabasında mola veriyoruz; yine bir RV kampı. Ertesi gün sabah Great Salt Lake'e (Büyük Tuz Gölü)doğru hareket ediyoruz. Yolda, Golden Spike okunu görüyoruz ve okun gösterdiği istikamete sapıyoruz. Golden Spike (Türkçesi, Altın Çivi), Amerika'da ilk kıta aşırı demiryolu inşaatının tamamlanması şerefine, çakılan son çiviye verilen isim. Kıtanın iki tarafından, ortada birleşmek üzere inşa edilmeye başlanan Central Pacific ve Union Pacific demiryolları, 10 Mayıs 1869'da, Utah Eyaleti'nin Promontory Summit bölgesinde birleşir. Bu birleşme şerefine çakılmak üzere önceden hazırlanan altın çivi de bu noktaya çakılır. Çakılır da, orada kalır mı? Tabii ki hayır. Hemen arkasından çıkarılır ve Stanford Müzesi'ne hediye edilir. Yoksa, büyük olasılıkla hediye edecek bir şey bulamazlardı. Şimdilerde bu noktada, her iki demiryolunun buharlı lokomotiflerinin birer replikası, gelen turistlere hoşça vakit geçirtmek üzere çalıştırılıp, birbirlerine doğru hareket ettiriliyor. Bunu izleyen turistler de, ellerinde fotoğraf ve video kameralarıyla ve çeşitli perdeden attıkları çığlıklarla mizanseni belgelemek için yarışıyor. Biz de öyle yaptık. Tek farkla; çığlık atmadık.


Bundan sonraki hedefimiz, Great Salt Lake'in kuzey-doğu ucunda bir nokta; Rozel Point. Bu noktada, Amerikalı sanatçı Robert Smithson'ın bir "çalışması" var. Buna ancak "çalışma" diyorum; ne bir heykel, ne de bir resim bu aslında. Kıt sanat bilgim, bunun ne olduğunu tanımlamaya yetmiyor. "Yeryüzü heykeli" diyenler de var. Adı, Spiral Jetty. Türkçe'ye "Spiral dalgakıran" olarak çevirebiliriz. Gölün kıyısından başlayıp, ileri doğru uzayan ve daha sonra saat istikametinin ters yönünde sarmal şekilde kıvrılarak sonlanan bir "mendirek" bu. Siyah bazalt taşları ile inşa edilen eser için Smithson, bir inşaat müteahhidini zor ikna etmiş. &,550 ton taş ve toprak taşınarak yapılmış mendirek. Smithson, 1970'de, 6 günde tamamladığı eserinden sonra, 1973 yılında bir profesyonel fotoğrafçıyla çıktığı keşif uçuşunda, uçağın düşmesi sonucu hayatını kaybetmiş. Spiral Jetty'yi Alican özellikle görmek istedi. Sanat tarihi dersinde işlenmiş ve üzerinde tartışılmış. Ben ise, durumdan tümüyle bihaber olarak gittim, vak'a mahalline.

Spiral Jetty...

Great Salt Lake, dünyadaki en büyük dördüncü (İlk üçü, Hazar Denizi, Aral Gölü ve Balkaş Gölü; bunların hepsi, seyahatimin Asya etabında anlatılmıştı, hatırlarsanız. Yoksa unuttunuz mu?), batı yarı küredeki de en büyük tuz gölü. Jordan, Weber ve Bear Nehirleri tarafından beslenen gölü boşaltan herhangi bir akarsu olmaması, bu üç nehir tarafından taşınan suyun buharlaşması sonucu tüm tuzun -ve diğer minerallerin- göl havzasında birikmesine neden olmuş.

Mormonlar'ın başkenti: Salt Lake City
10 Haziran akşam üstü, Utah Eyaleti'nin başkenti Salt Lake City'e vardık. Kalacağımız yer, kutsal kitap Lonely' Planet'tan bulduğumuz bir hostel olacak. Şimdiye kadar gördüklerimden çok, -içeriden- bir üniversite yurduna benzeyen hostel, iki katlı bahçe içerisinde bir bina. Konumu da, yine müstakil evlerden oluşan sessiz bir mahallede, bir ara sokakta. Üniversite yurdu, dediğimi pek de yabana atmayın. Kalanların çoğu, Utah Üniversitesi'nde okuyan çocuklar. Perşembe akşamı Gateway Plaza'da açık hava caz konseri varmış. Alican, yorgun olduğu ve başı ağrıdığı için yattı. Ben de, yürüyerek Gateway Plaza'ya gittim. İnsanlar hazırlıklı gelmiş; piknik iskemleleri, yiyecekler, içecekler… Bazılarının içkileri bile var; kimisi şarabını, kimisi birasını kapıp gelmiş. Başka yerde olsa bu kadar dikkat çekici olmaz ama, Salt Lake City'de açık havada içki içiliyor olması şaşırtıcı. Neden mi? Burası Mormonlar'ın başkenti. Yani, dünyada yaşayan Mormonlar'ın kendilerine başkent olarak seçtikleri şehir.

Salt Lake Mormon Tapınağı ve Tabernacle...

Mormonlar alkollü içki, sigara ve hatta kahve, çay bile içmeyen insanlar. Kimdir Mormonlar? Hıristiyanlığın Son Zaman Azizleri Kilisesi (Latter Day Saints, LDS) üyeleridir. Bu kilise, 1830 yılında yılında New York'ta o sıralar 24 yaşında olan Joseph Smith tarafından kurulur. 14 yaşından itibaren kendisine vahiy yoluyla geldiği iddia olunan İncil'in "doğru" tercümesiyle, dinler tarihini de içine alan "Mormon Kitabı" kutsal kitaplarıdır. Protestan kilisesinin bu yeni çıkan dinden duyduğu rahatsızlık nedeniyle başlattığı kulis sonucu Joseph Smith ve kardeşi tutuklanır ve konuldukları hapishanede öldürülürler. 1846'da, kendilerine yine vahiy yoluyla vaat edilmiş olduğunu iddia ettikleri Zion topraklarına (şimdiki Salt Lake City) doğru, yeni liderleri Brigham Young öncülüğünde göçe başlarlar. Mormonlar aile bağlarına çok önem verirler. Kürtaj yasak olduğu için aileler çok çocukludurlar (çok çocuklu, derken 3-4 gibi zannetmeyin. 8-10-12 ve daha üstünden bahsediyorum). Kiliselerine çok bağlıdırlar v.s. İşte bu kilise üyeleri, 1846'da ulaştıkları Salt Lake City'i kendilerine başkent seçmişler ve buradan bütün dünyaya, 18 yaşını doldurmuş her üyesini potansiyel bir misyoner olarak kullanarak, Mormonluğu yaymaya çalışmışlardır. Oldukça başarılı oldukları söylenebilir ki, başta yüzlerle ifade edilen nüfusları, şu anda tüm dünyaya yayılmış olarak 16 milyona ulaşmış.

Utah Eyalet Capitol binası ve fuaye...

Biz dönelim caz konserine. Arada country tarzına doğru kaçan "hafif" cazla karışık pop konseri demek daha doğru olur. Yine de, hoş vakit geçirdim. Alican da geç vakit geldi yanıma, yemek yedik. Ölü kent hale dönüşen şehirde ne bir otobüs, ne de taksi bulamadığımız için, gece iyice serinleyen havada donarak, yürüye yürüye hostelimizi bulduk.
11 Haziran Cuma sabahı Salt Lake City'de kısa bir şehir turu yaptık. Şehirde iki yer var, göreceğimiz. Birincisi, Mormon Tapınak Meydanı, diğeri de Eyalet Capitol'ü. Tapınak Meydanı'nda Salt Lake Mormon Tapınağı ve Tabernacle var. Tapınak, ziyaretçilere kapalı. Ancak Tabernacle (aslen, sözlük anlamı "Yahudi tapınak çadırı" demek) gezilebiliyor. Mormonlar'ın toplantı yaptıkları yer olan bu bina, oval biçimde bir kubbe. 1864'te başlayan inşaatı 3 yıl sürmüş. Sonradan ilave edilenleri ile 11,623 borudan oluşan muhteşem orgu, dünyanın en büyüklerinden. Akustiği, o zamanki elektronik ses sistemlerinin yokluğunda, kürsüdeki konuşmaların 8,000 kişilik salonun en uzak köşesinden bile rahatça duyulabileceği şekilde tasarlanmış. Deniyor ki, kürsüde yere atılan bir iğnenin çıkardığı ses, salonun diğer ucundan rahatlıkla duyulabilir.

Kenecott Bakır Madeni...

Şehirdeki son ziyaret noktamız This Is the Place Heritage Park. Yani, "İşte yer burasıdır!" parkı. Büyük göçün sonunda buraya vardıklarında, kafilenin başı ve peygamberin varisi Brigham Young, "İşte" demiş, "…yer burasıdır!". Orası da şimdi park olmuş. Kimisi olduğu gibi korunmuş, kimisi taşınarak ya da yeniden inşa edilerek kurulmuş birçok binadan oluşturulan nostalji köyü tesadüf ki, haftanın bizim oraya gittiğimiz günlerinde yeniden canlanırmış. Dedim ya, Mormonlar'ın çok çocukları var diye; orası da, yükünü tutmuş bir çocuk panayırı gibiydi.

Şehrin çıkışında, yolumuzun biraz sapasında kalsa da, Bingham Kanyonu'nda Kenecott Bakır Madeni'ne gideceğiz. Malûm, bendeniz "bakır madeni manyağı" olarak, Moğolistan'da da Erdenet Bakır Madeni'ni gezmiştim. Şimdi sıra bunda. Bu da, Erdenet'teki gibi bir "açık çukur" (open pit) tipi maden. Ancak, Erdenet'teki dünyanın 14'üncü en büyüğüydü. Burdaki ise en büyüğü; yani, birinci. E, Amerika'ya da "birinci" olmak yakışır. Ama, ne yazık ki, 1906 senesinden beri madeni işleten bir İngiliz şirketi. En derin noktasındaki derinliği şu anda 1,200m (yani, 1.2km). Çapı ise 4km. Toplam 7.7 kilometre kare bir alanı kaplıyor. Dünyada, insan tarafından kazılan en büyük çukurmuş.

The Tree of Utah...

Yeniden Pasifiğe
Yeniden Pasifik kıyısına doğru yola çıkıyoruz. Yolda göreceğimiz iki yer var; The Tree of Utah (Utah'ın Ağacı) ve Bonneville Flats'teki hız pisti. The Tree of Utah, Salt Lake City'den batı'ya doğru, 80 numaralı karayolundan giderken, yaklaşık 140'ıncı kilometrede, yolun sağında, Salt Lake'in tuzları arasından göğe yükselen bir "ağaç". Aslında "ağaç" demeye pek dilim varmıyor ama, artık ne diyeceğinize, varın siz karar verin.

İsveçli heykeltıraş Karl Momen tarafından 1986'da buraya yerleştirilen bu eser 27m yükseliğinde. Kimi "meyveleri" yerde, kabukları çatlamış halde yatıyor. Bu görev de başarıyla tamamlandığına göre, Bonneville Flats'e doğru yola devam edebiliriz.

İşte Bonneville Flats ve hız pisti. Ne? Göremiyor musunuz?...

Çoğunuz bilirsiniz; dünya hız denemeleri yapılır, yüzlerce (hatta, binin üzerinde) kilometre sürate ulaşan bir takım acaip roket görünüşlü arabalar dünya hız rekorunu kırarlar falan. İşte tüm o hız denemeleri, Bonneville Flats'teki bu tuz çölü düzlüğünde yapılır. Aslında, bu denemelerin yapıldığı bir başka yer daha var; son yıllarda daha popüler olan. Orası da Black Rock Desert (Siyah Kayalık Çölü), Nevada'da. Bonneville Flats'te, yağmur mevsiminde yağan yağmur buradaki tuzu eritip arkasından da buharlaştıktan sonra, kalan tuz pürüzsüz ve uçsuz bucaksız bir piste dönüşür. Deniz seviyesinden 1,285 metre yükseklikteki bu pistin uzunluğu 16km. Rekor denemesi, bu pist üzerinde, 1 saat içerisinde her iki yönde yapılan denemelerde ölçülen en yüksek birer derecenin ortalaması alınarak hesaplanırmış. Ancak, bu dereceler, 1 mil (yaklaşık 1.6km) boyunca sabit kalmak zorunda.
Akşamı, Wendover'de kamp yaparak geçiriyoruz. Pasifik'e kadar, daha iki günlük yolumuz var.

Yoldan manzaralar...

13 Haziran Pazar akşamı, Seattle'ın güneyinde, Pasifik kıyısında Lincoln City'e vardık. Ben Alican'ı burada bırakıp, Seattle'a gideceğim. Alican, yeniden Seattle'a gelmek istemiyor. Orada geçirdiği 1 hafta, fazlasıyla yetmiş olmalı ki, beni burada beklemeyi tercih etti. Ben ise ertesi gün Seattle'a gidip, arabanın ön ve arka aks kollarının burçlarını değiştirteceğim. Burçları, Lamorna Garage'a, Gord'n'a ısmarlamıştım. Bir de, "yeni" klimamdaki hafif gaz kaçağına baktırmam lâzım. Ancak, hepsinden önemlisi, Ufuk Bey'in (Türk Fahri Konsolosu) yardımıyla, Peru Fahri Konsolosu'ndan vizeyi almak olacak.

Port of Oxford...

Bu işleri bitirip, ertesi gece geç satte Lincoln City'e döndüğümde Alican otelde beni bekliyordu. Baba-oğul keyifli bir yemek yiyip, otele döndük.

Lincoln City'den San Francisco'ya kadar Pasifik sahilinden gideceğiz. Bunu yapmak için iki yol var; ya 5 numaralı eyaletler-arası yolu kullanarak içerden ama hızlı gitmek, ya da 101 numaralı karayolundan, kıyıdan gidip işin keyfini çıkarmak. Biz de öyle yaptık. Biraz uzun sürdü (3 gün) ama, gerçekten de çok keyifli oldu.

Avenue of the Giants. Rio Del-Redway arası, sekoya ormanı...

18 Haziran Cuma günü, güneşin ufka doğru alçalmaya başladığı bir saatte, o meşhur Golden Gate Köprüsü'nden geçerek, San Francisco'ya girdik.

Girişimiz ve gerisini, bir sonraki yazıda anlatacağım.

Hepiniz hoşça kalın.



Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.