Arabamla Dünya Turu – ABD : 6 - Son (New Orleans)

Bin bir maceradan sonra yeniden Amerika’dayım… Cuma akşamı, gözlerimden uyku akarak indiğim Savannah havaalanında, benim gibi şehre giden iki kızla taksi paylaşarak otellerimize doğru yola çıktık. Onları indirdiğimiz yer şehrin ta göbeği. Sonra da benim otele doğru olan ‘yolculuğumuz’ başladı. Öyle diyorum, çünkü neredeyse havaalanından geldiğimiz kadar bir yolu, şehrin öbür tarafına doğru yaptık. Bilsem, yanıma yolluk bir şeyler alırdım. Uyandırdığım resepsiyon görevlisi hanıma en sessiz odayı istediğimi söylediğimde yüzüme bakıp gülümsedi; halimden belli oluyor, niye söylüyorum ki.

Ertesi ve sonraki gün, şehir merkezine ‘belediye otobüsü’ ile gidip, ufacık Savannah’nın tüm sokaklarını arşınladım, tüm tersanelerine girip-çıktım. Savannah için bu kadar yeter. Evet, çok şirin bir kent de, 2 günden fazlası dokunur. ‘Şirin’, ABD’nin Georgia Eyaleti’nin ilk kenti olan Savannah için gerçekten en uygun sıfattır, bence. 18.yüzyılın ilk yarısına kadar dayanan tarihi boyunca yapılan hemen hiçbir bina yıkılmadan muhafaza edilmiş. Şehir hep dışarı doğru yatay genişlemiş; hiç ‘dikey’ değil. Taş attığınızda suda oluşan dalgalar gibi, şehrin tarihi dokusunun merkezden dışarı doğru gençleştiğini rahatlıkla gözleyebiliyorsunuz. İşte benim otelim de o tarihi dokunun en genç halkası üzerinde, şehrin en güney varoşunda yer alıyor.

Savannah’nın bulunduğu Georgia Eyaleti, bu ırkın ABD’de çokça yaşadığı yerlerden. Otelimin bulunduğu yere çalışan 14 numaralı Abercorn otobüsüne bindiğimde, otobüsteki tek farklı renkteki insan oluyorum, genellikle. Daha binerken güler yüzlü şoför hanımın (genellikle otobüs şoförleri bayan) şen-şakrak ve esprili karşılamasından sonra, şehre (ya da dönüyorsam, otele) gidene kadar etrafımda konuşulanları anlamam mümkün değil. Ağdalı, kendine özgü ve melodik bir lehçeyle konuşulan Afro-Amerikan İngilizcesi, en korkulu rüyam. Çünkü, neredeyse hiçbir şey anlamıyorum. Birisi bir şey soracak da, anlamayacağım diye ödüm kopuyor. Güzel bir şarkı dinliyor gibiyim, tek bir kelimesini bile anlamadığım…

Lando’yu beklediğim bir haftalık süreçte 15 ilâ 27°C arasında, açık ve az bulutlu seyreden hava durumu değişti. Kahvaltıdan sonra başlayan ve halâ devam eden yağmurda dışarı çıkmam imkansız. Uyanıklık ya, şemsiye ve yağmurluğum da arabayla geldiler; halâ ulaşamadığım arabamın içindeler. Fotoğraf makinelerim, yağmurluğum, şemsiyem ve giysilerim. Bu yüzden, beklerken ha bire çamaşır yıkamak zorunda da kalıyorum.

Lando yürümeye hazırlanıyor…

Seyahatimin Vancouver’daki bölümünü okuyanlar belki hatırlayacaklardır; oradaki trafik sigortası yaptırtma hikayemi. Hiçbir sigorta şirketi kabul etmemiş, sonunda yabancı plakalı araçlar için yalnızca, oranın reasürans organizasyonu diyebileceğimiz bir devlet kuruluşunun yetkili olduğunu öğrenmiş ve ABD’yi de kapsayan sigortayı yaptırmıştım. Dolayısıyla, o seferde ABD’de ayrıca trafik sigortası yaptırtma derdim kalmamıştı. İyi ki de kalmamış, çünkü yaptıramazmışım. ABD’de hiçbir sigorta şirketi, yabancı plakalı bir araç için trafik sigortası yapmıyor, yapamıyor. Yaklaşık 30-35 değişik sigorta şirketi ve acenteyi aradım. Genellikle şöyle bir cevap veriyorlar : “Tabii! Aracınızı Georgia Eyaleti’ne kaydettirin (yani, Georgia plakası alın, demek istiyorlar), hemen yapalim”. Olur! Benim de tüm istediğim buydu zaten; arabama Georgia plakası almak. Washington’daki Türk Büyükelçiliği’ni arayıp onlardan yardım istedim; onların -böyle bir durumla şimdiye kadar hiç karşılaşmamış olması nedeniyle- tereddütle verdikleri birkaç numarayı da aradım. Sonuçta mümkün olmadığına kanaat getirdim. Bu durumda, ABD’de geçerli mali mesuliyet trafik sigortası olmayan bir aracı ABD sınırları içinde kullanmak zorundayım. Burada sigortasız bir araçla kaza yapmanın sonuçlarını düşünmek dahi istemiyorum; adamın ciğerini sökerler, herhalde. Ancak, yapacak bir şey de yok, Meksika’yı ‘bulmak’ zorundayım. Riski minimuma indirmenin tek yolu, arabayı Meksika’ya kadar en kısa yoldan götürmek. Bu nedenle de, daha önce planladığım Florida Yarımadası ve oradaki Miami, Key West, Orlando, Cape Canaveral (Kennedy Uzay Merkezi) v.s. yerleri görme hayallerim suya düşecek. Varsın düşsün!

Perşembe öğleyin -nihayet- yola çıktım. New Orleans ve Houston üzerinden Meksika sınırına varacağım. New Orleans’ta bir süre konaklayıp, yıllardır görmeyi istediğim ‘cazın başkenti’ni yaşamak istiyorum. Üstelik bir de Mardi Gras var ve sonuna doğru yaklaştıkça şenlikler artıyormuş. Ne olduğunu, yeri gelince anlatacağım.

Lando, tanıdık bir simayla karşılaşınca sevindi. Fark ettiniz mi?…

Savannah’dan New Orleans’a bir günde varmam mümkün değil. Yolda, Columbus adlı bir kasabada, bir RV kampında konakladım. Cuma akşamı da New Orleans’a girdim. Daha önceki Amerika gezim boyunca kalmaya alışık olduğum KOA RV kamplarından burada da bir tane varmış; 3 gece için bana uygun yerleri olduğunu söylediler. Sonrasında Mardi Gras’ın sonu geldiğinden hiçbir yerde de yoktur zaten. Ben de çok hevesli değilim, açıkçası. 3 gece bana yeter.

New Orleans:
KOA’da bana gösterdikleri 82 numaralı kamp yerine geldiğimde hoş bir sürprizle karşılaştım. 84 numaralı (2 yanım) kamp yerinde bir Land Rover Defender daha var; Hollanda plakalı. Arada kalan Amerikalı çift Suzan ve Bill de şaşkındılar; herhalde böyle bir tesadüfle hayatları boyunca karşılaşmazlar bir daha. Düşünsenize; Amerika’nın doğusunda (burada Defender bulmak, ülkenin batısına göre daha da zor, neredeyse imkansız), bir kamp yerinde, her iki yanınızda da birer Land Rover Defender. Ne büyük bir şans, daha da önemlisi, şeref : )

Suzan ve Bill, sabah kahvaltısı hazırlığında…

Bill ve Suzan çifti, Amerika’da görmeyi kanıksadığımız kampçıların aksine, son derece mütevazı bir karavanla seyahat ediyorlar. Yine, ‘diğer Amerikalılar’ın tersine onlarda, 4x4 olmayan, sade bir Toyota kamyonet var, bu mütevazı karavanı çekmek için. Karavanları ufacık ve orijinali 1930-40 yıllarına dayanan bir model. Ama, aynı modelle yeni olarak üretiliyor. Fotoğrafında da göreceğiniz gibi, arkasında son derece efektif, ufak bir mutfağı, içinde 2 kişilik bir yatağı, televizyonu ve hatta kliması bile var. Ha, bir de Toyota’nın arka sırasında, boydan boya bir çubuğa dizilmiş askılarda asılı gömlekler var. O da Suzan’ın özeli, sanırım. Bill’in yaptığı seri haldeki esprilere gülmekten, ciddi konuşmalarında da “Acaba bir şey mi kaçırdım, aslında yine mi espri yaptı?” diye tedirgin oluyordum.

Hannie ve Jean Pierre Hollandalı bir çift. Her ikisi de sabah sekiz, akşam beş buçuk rutininden bunalıp, hayatta her istediklerine sahip olduklarını gördüklerinde, “Biz bu hayattan daha ne bekliyoruz ki?” deyip, dünyayı gezmeye karar vermişler. Hannie çalıştığı bankadan istifa etmiş, Jean Pierre de şirketini satmış. Çiftliği-çubuğu da sattıktan ve Hollanda’yla tüm köprüleri attıktan sonra, bir Defender’ın (2007 model) arkasına taktıkları treyler-camper’la yola çıkmışlar. Önce İskandinav ülkeleriyle başlamışlar seyahate. Oradan arabayı, Kanada’nın doğu sahiline (yanlış hatırlamıyorsam, Halifax’a) göndermişler. Hatta, araba oraya varana kadarki boşluğu da, iyice bir dinlenebilmek için, Türkiye’de, Antalya’da geçirmişler.

Jean Pierre ve Hannie, arabalarıyla birlikte... Veee Kahve makinesi…

Jean Pierre arabayı ilk sahibinden aldıktan sonra seyahat için kendisi hazırlamış. Benim gibi o da, her şeyi kendisi yapmayı seven ve yine benim gibi bir detay adamı. Aracındaki ilâve ve değişikliklerdeki ayrıntılar o denli güzel ki, benim gibi titiz bir adamın bile hayran kalmaması mümkün değil. Ama, özellikle bir detayı var ki, anlatmadan geçemeyeceğim. Bu biraz da Jean Pierre’in ne denli obsesif (Kusura bakma JP!) bir detaycı olduğunun kanıtıdır. Yukarıda fotoğrafını da göreceğiniz bu detay, aracın sol arka tarafındaki kapağı yukarıya doğru açınca ortaya çıkıyor; bir kahve makinesi! Ama, bu kahve makinesi öyle yerine sabit bir tezgâh üzerinde değil. Dışarıya doğru çekerek çıkarabileceğiniz bir mekanizmaya bağlı. O mekanizma da aslında, şu hani LCD ya da plazma TV ekranlarını duvara tutturmakta kullanılan mafsallı kollardan modifiye edilerek yapılmış. Kahve makinesinin çevresinde kahve kreması, şeker v.s. koymak için özel gözler, kahve makinesinin haznesine içme suyu deposundan su koymak için özel hortum tertibatı gibi diğer ayrıntıları ise saymıyorum. Bravo sana Jean Pierre!

Komşuları anlattıktan sonra, biz gelelim New Orleans’a.

Bugünkü adıyla New Orleans, 7 Mayıs 1718’de, La Novelle-Orléans adıyla kuruluyor; Fransa’daki Orléans kenti dükü ve kral naibi Philippe d’Orleans’a ithafen. 1723’te de, şimdiki Alabama, Mississipi ve Louisiana eyaletlerini de içine alan o zamanki Louisiane bölgesinin başkenti oluyor. Tabii, bütün bu yıllar, o bölgenin bir Fransız koloni bölgesi olduğu zamanlar. 1763’te Paris Anlaşması gereği İspanyollar’a bırakılan bölgede kontrol 1801’de yeniden Fransızlar’a geçiyor ama, 1803’te bu sefer Napolyon tarafından Amerikalılar’a satılıyor. Bölgedeki Fransız kökenli nüfusun tümü o zamanlardaki koloniden gelmiyor aslında. Bir bölümünü de, 1755’te Kanada’nın şimdiki adıyla Nova Scotia olan bölgesinden (o zamanki ismi L’Acadie) İngilizler’in zoruyla sürülen Fransızlar oluşturuyor. Artık onlara, geldikleri bölgeden dolayı Acadian dendiğini, daha sonra bu ismin zamanla kajun’a dönüşme sürecini v.s. anlatmayacağım. Sonra bazılarınız ne kadar da çok detaya girip, sıkıcı yazılar yazdığımdan dolayı şikayet ediyor.

Mardi Grass Geçit Töreninden…

Sonuçta New Orleans (ya da eski adıyla La Novelle-Orléans) aslında bir Fransız kenti. Peki, nasıl oluyor da Afrikalı Amerikalılar’ın bu kadar yoğun yaşadığı, blues’la başlayan ve cazla devam eden bu ilahi (bana göre) müziğin kalbinin attığı yer oluvermiş, New Orleans? Birçok kaynak, caz müziğinin doğduğu yer olarak New Orleans’taki Kongo Meydanı’nı verir. Meydana bu ismin verilmiş olmasının sebebi basit; Kongolular, daha doğrusu Batı Afrika’dan zorla getirilen siyah esirler tarafından kullanılıyor olması. Kısacası, 18. yüzyıl ortalarında zirveye ulaşan köle ticaretinin en önemli merkeziydi, New Orleans. Bu özelliğini, ülkenin içlerine kadar giren ve doğal bir su yolu ödevi gören Mississipi Nehri’nin oluşturduğu ticaret yoğunluğu ve bununla da ilişkili olan, çevresinde bol ve mümbit arazilerde yetiştirilecek tütün ve pamuk için gereken vasıfsız işçi ihtiyacına borçluydu. Çoğunlukla Batı Afrika’dan toplanıp getirilen kölelerden oluşan büyük bir Afrikalı Amerikalı nüfusu barındıran şehirde Pazar günleri toplanan bu ‘zorunlu göçmenler’, aralarında düzenledikleri davullu ve danslı ritüellerle coşar ve acılarını dindirmeye çalışırlardı. İşte bu toplanma yerinin adı sonradan Kongo Meydanı oldu. Afrika’nın pentatonik müzik kültürüne dayanan bu ilahiler, New Orleans’ın kozmopolit Avrupalılar’dan oluşan, ‘diğer Amerika’ya göre daha liberal düşünceli halkı tarafından da benimsendi, zamanla. O karışık halkın zaten kültürlerinde var olan yeme, içme, eğlenme ve dans etme alışkanlıklarıyla bağdaşan bu yeni tını, onlardan gelen taleple daha da şekillendi, gelişti, zenginleşti. Buradan da caz doğdu.
Gelelim Mardi Gras’ya:
Yukarıdaki başlığa bakarak yanlış yazdığımı sanmayın, sakın. Türkçe okunuşunun ‘mardi gra’ şeklinde olduğunu söyleyeyim. Nedenini ise, yeri gelince anlatacağım. Önce Mardi Gras benim için ne anlama geliyor, onu anlatayım.


Mardi Gras benim için ‘yürümek’ demektir. Ama, öyle böyle değil; ciddi yürümek. Tabanlarınız su toplayıncaya kadar yürümek. Bacaklarınızda derman kalmayıncaya kadar yürümek. Hani, bir çıktınız mı, 20 kilometre yürümek. Hayatında Mardi Gras nedir bilmeyen, ne anlama geldiğini de görüp, yaşadıktan sonra yeni öğrenen birisi için Mardi Gras’yı New Orleans’ta yaşamak işte bu demektir; YÜRÜMEK! Neden mi? Anlatayım.

Mardi Gras zamanı New Orleans’ın merkezinde otobüs çalışmaz. Street Car adı verilen tarihi tramvaylar, son durak olarak merkezin 10 kilometre dışında dururlar. Taksiler ise, şehrin yakınına bile sokulmazlar. Zaten, onları hiç bulamazsınız da… Sonuç? Eğer Mardi Gras’nın son günlerinde New Orleans’ın tarihi ve turistik yerlerini gezmek gibi bir sevdaya kapıldıysanız, tek şansınız vardır; YÜRÜMEK! Hele, üzerine tuz-biber eken ’bardaktan boşanırcasına’ cinsinden bir de yağmur eklenirse yanına, işte ‘tadına doyum olmaz’ o zaman.


Cumartesi sabahı, KOA’nın şehre giden servis aracına ismimi yazdırdım. Sabah 9’da kalkacak servise yetişmek için 7 buçukta kalkmalıyım. Uyandım ama, servise yetişme telaşına girmek de çok zor geldi, doğrusu. Saatim 8 buçuğu gösterdiğinde resepsiyona gidip, ismimi sildirdim. Öğlene doğru bir çaresini bulurum gitmenin, nasıl olsa. Nitekim, Hannie ve JP (Hollandalı çift) de öğle saatlerinde gitmek niyetindelermiş; saat 11:00 gibi kamp yerinin olduğu caddeden otobüsle, tramvayın kalktığı yere gittik. Niyetimiz, biraz Mardi Gras için düzenlenen geçit resimlerinden (parade) birini izlemek, sonra da şehrin sokaklarında dolaşıp, bulduğumuz caz barlarını teftiş etmek. Otobüste karşılaştığımız Julie de o günkü parade’lerden birini izlemeye gidiyormuş; birlikte yürüme hızıyla giden tarihi tramvaya bindik. Tramvayın ön camında “Yalnızca Napoleon’a kadar” diye bir ibare var. Sonrası, yukarıda belirttiğim gibi YÜRÜYEREK gidilecek. Napoleon durağına geldiğimizde, New Orleans caddelerini arşınlayan parade’lerden birisi zaten sürmekteydi. O yoğun yağmurun altında insanlar, bu geçit resmini izlemek için yolların iki tarafını hınca hınç doldurmuşlar. Şimdi bu noktada, Mardi Gras’nın New Orleanslılar (aslında, onların bu işlerle fazla ilgilendiklerini düşünmüyorum, Julie bile hayatında ilk gez görecekmiş, mesela) ve -daha önemlisi- Mardi Gras’yı New Orleans’ta yaşamaya gelenler için ne anlama geldiğini anlatayım. Bunu, iyisi mi şöyle sıralayalım :


1. Bahsettiğim geçit resminde, yürüyen onlarca bando takımının aralarına serpiştirilmiş, genellikle bir traktör tarafında çekilen ve üzerlerinde değişik konuları işleyen figür ve süslemelerin bulunduğu treylerlere binmiş yüzü maskeli ‘korsanlar’ insanlara, yüzde 99’u değişik renk ve büyüklükte boncuklardan yapılma kolyelerden oluşan bir takım ‘şeyler’ atıyorlar. İnsanlar da bu dağıtımdan nasibini alabilmek için ellerini havaya kaldırıp, oldukları yerde zıp zıp zıplayıp, çılgınlar gibi çığlık atıyor ve “Bana da, bana da” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. Mardi Gras’yı ‘hissetmenin’ esas amacı, bu etkinliğe katılıp, atılan bu kolyelerden olabildiğince fazla yakalayarak boynuna geçirmek, sayının gittikçe artmasıyla ağırlaşan bu yükten dolayı bir müddet sonra boyun fıtığı olmak.

2. Sokaklarda, özellikle Bourbon Street üzerinde, ellerinde içkilerle ‘dibine kadar’ sarhoş olmak ve sokağın iki yakası boyunca sıralanmış binaların balkonlarında bulunanların attıkları -yine- kolyeleri kapabilmek için olmadık çılgınlıklar yapmak.

3. Akşamın geç saatlerine kadar içmekten dolayı damarlarında dolaşan alkoldeki kan seviyesinin giderek azalması sonucu oldukları yere ‘yıkılıp’, geceyi otele para vermeden orada geçirmek.

Şimdi de gelelim Mardi Gras’nın gerçek anlamına. Öncelikle bu deyim Fransızca; dolayısıyla da telaffuzu ona uygun olarak, sondaki ‘s’ olmadan yapılıyor. Bir Hristiyan Katolik geleneği. Sözlük anlamı ‘Şişman (ya da ‘yağlı’) Salı’ demek. Dolayısıyla, Mardi Gras aslında bir Salı gününe tesadüf ediyor. Ama şenlikler o salıdan çok önce başlayıp, son günlere doğru dozunu ve miktarını arttırıyor. O Salı gününün takvimi de değişken; yani, her yıl aynı salıya denk gelmiyor. Şubat’ın sonuyla Mart’ın başındaki Salılar’dan birisi olabiliyor bu. Bu değişkenliğin sebebi de zamanının, yine değişken takvimli Paskalya Yortusu’na bağlı olması. Good Friday’den (aslen İsa’nın çarmıha gerildiği kabul edilen gün, aynı zamanda Paskalya Pazarı’ndan hemen önceki Cuma günü) 46 gün önce başlayan oruç döneminin hemen öncesindeki Salı günü tıka basa doyulmasını hatırlatmak için bu adı vermişler; “Şişmanlayın!”. Aslında İngilizler bu gün için Shrove Tuesday (yani, ‘Günah Çıkarma Salısı’) diyorlar. Demek ki, Fransızlar tıka basa karınlarını doyururken, İngilizler günah çıkartmayı tercih ediyorlarmış. Ertesi Çarşamba günü de Ash Wednesday ve oruç başlıyor.

İşte merdivenler…

Biz dönelim şenliklere. Dağıtılan ‘şeyler’i kapabilmek için geçidin yapılacağı sokakların iki tarafı, bu boyun fıtığı meraklısı halk tarafından saatler öncesinden tutuluyor. Ama, öyle bildiğiniz gibi bir yer tutmak değil bu. Masalar, sandalyeler, piknik takımları, buzluklar, şemsiyeler geliyor, onlar açılıp, yayılıyor. Önemli bir enstrüman daha var; merdiven. Sırf bu iş için yapılmış, üzerinde oturmalık bir kısım da iliştirilmiş merdivenler, iki ayaklı. Kolay taşıyabilmek için tekerlek bile takmışlar, hatta. O merdivenler de ‘piknik alanının’ hemen önüne, yolun kıyısına kuruluyor ki, ‘korsanlar’a daha yakın olup, daha çok ganimet kapılabilsin.

O halka dağıtılmak için havalara savrulan kolyeler -ve arada bir başka ‘şeyler’-, kapmayı bekleyen insanlarla cadde ve kaldırımlar arasında paylaştırılıyor, doğal olarak. Yani, insanların topladıkları kadar, hatta belki daha da fazla ıvır-zıvır yollara saçılıyor. Yalnızca onlar mı? Onların torbaları, insanların yedikleri ve içtiklerinin artıkları da… Geçidin hemen arkasından bir başka şenlik daha başlıyor; temizlik araçları, çöp arabaları, kamyonlar ve temizlik işçilerinden oluşan. O binlerce kolyeden oluşan çöpler, temizlik araçlarının fırçalarına dolanıyor ve makineleri çalışamaz hale getiriyor, dağlar halinde biriken çöpler kepçelerle kamyonlara dolduruluyor, falan. Nasıl bir israf, nasıl bir pislik ve keşmekeş, anlatılamaz.

Geçit töreninden sonrası…

Bu ‘muazzam gösteri’yi gözlerimiz yaşararak izledikten sonra iyice şiddetlenen yağmurdan kaçmak ve bir şeyler yiyebilmek için bir Meksika lokantasına girdik. Yemek boyunca tufana dönüşen yağmurdan tüm yollar akarsu halini almıştı. Yemekten sonra başlayan ve Fransız Mahallesi’ne kadar süren yürüyüşümüz, Bourbon Street’teki diğer çılgınlıkları ‘hayranlıkla’ seyrederek devam etti.

Yorgunluğumuz had safhada. Saat beşte kalkacak KOA servisine gidip, bir an önce dönmeye karar verdik. Yol üzerinde Fransız Market’inin içinden geçerken Hannie alış-veriş yapmamak için kendini zor tuttu.

Servisin kalktığı yeri bulduğumuzda, daha 45 dakikamız vardı. Gürültülü sokaklardan sonra, ilk defa caz namelerini duyduğumuz bir bara girdik. Pek amatör olmakla birlikte, gürültüden uzak ve gönül okşayan bir müzik dinlemek iyi geldi; her ne kadar iliklerimize kadar ıslak olsak da…



Bourbon Street’ten insan manzaraları…

Ertesi gün, bu sefer tek başıma, yine aynı yöntemle şehir merkezine indim. Bu gün tramvay, yeni geçit resmi güzergâhına bağlı olarak daha da geride bir durakta indirdi yolcularını. Yani, daha fazla yol yürümem lâzım. Bill’in önerisi, büyük katedralin hemen yanındaki enformasyon merkezinde asılı ‘caz müziği çalınan yerler’ listesine bakmam. İyi de, oraya nasıl ulaşacağım. Önceki günden daha fazla bir mesafeyi yürüyüp de, Kanal Caddesi’nin (Canal Street) tümüyle kapatılmış olduğunu gördüğümde, Fransız Mahallesi’ne gitmek için caddenin karşısına nasıl geçebileceğimi sordum, görevli polis memuruna. “Ya güzergâhın çevresini dolaşacaksın (yaklaşık 15km fazladan yürümek demek), ya da bitmesini bekleyeceksin” dedi. “Kaçta biter, peki?”. “Gece yarısı, herhalde”. Dön geri! Taksi şirketini aradım. Beklenen cevap “Daha 1-2 saat taksi gönderemeyiz”. KOA’nın olduğu yöne doğru giden son otobüsü (gece saat 9’da) ancak yakalarım. Tramvayın kalktığı durağa (üstelik, başlangıç durağını bu sefer daha da geriye çekmişler ve kimsenin haberi yok) yürümek, hızlı tempoyla 1 saatimi aldı. …ve otobüse yetiştim. Kamp yerine vardığımda saat gece 10’du. Biraz Hannie ve JP’ye takılıp, sonra da yattım. Kıssadan hisse; siz siz olun, eğer New Orleans’ı görmek istiyorsanız, sakın ha Mardi Gras zamanı gitmeyin; tabii o çılgınlığı da yaşamak istemiyorsanız.

French Market…

Pazartesi sabah kahvaltı ve ‘Hollanda kahvesi’nden sonra vedalaşıp, yola çıktım. O ve ertesi gece Houston’da kaldım; hem bu yazının büyük kısmını yazmak, hem de kuzenim Hüseyin’in kızı Esra ve torunu Luka’yla tanışmak için. Şimdi de, Amerika’daki son durağım olan Laredo’dayım; Meksika sınırının dibinde. Sınırın öbür tarafı da Nuevo (yani, ‘Yeni’) Laredo. Yarın sabah erkenden kalkıp, sınırı geçip, şu sıralarda Meksika’nın en tehlikeli şehirlerinden birisi olan yaklaşık 250km güneydeki Monterrey’de, ya da becerebilirsem biraz daha ilerisinde bir başka yerde kalacağım.

Çok rahat görünüyorlar, değil mi?…

Seyahatin bundan sonraki bölümü, Güney Amerika’yı bitirip de, arabayı Afrika’ya göndermek üzere yükleyene kadar, oldukça hızlı geçecek. Bunun iki sebebi var. Birincisi, Güney Amerika’da Türkiye’den vize isteyen tek ülke olan Peru’nun pasaportumdaki vizesi 3 Mayıs’ta doluyor; o tarihe kadar Peru’ya giriş yapmış olmak zorundayım. Türk vatandaşları Peru vizesini ancak Türkiye’den başvurarak alabiliyorlar.

İkinci ve daha önemli neden ise, Güney Amerika’da kışa kalmış olmam; aradaki arızadan dolayı oluşan uzun gecikme nedeniyle. Özellikle iyice güneylerde hava sıcaklığı kışın çok düşüyor; geçmeyi plânladığım bazı yerlerde -20 ilâ 25°C’lere kadar... O yüzden, ya kıştan önce oraları bitirmek, ya da kışın bitimine kadar daha öncesinde bir yerlerde sallanmam lâzım. ‘Sallanmak’ derken, 3.5-4 aydan bahsediyorum. Bu durumda, hızlı bir tura hazır olalım; siz de, ben de…

Kalın sağlıcakla!



Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.