Arabamla Dünya Turu – Meksika : 6 - Son (San Cristobal - Palenque -Montebello Gölleri)

Yeniden Meksika’dayım…Laredo’dan, Meksika’daki uzantısı Nuevo Laredo’ya geçişim çok zor olmadı, aslında. Şehri, Amerika’yla Meksika arasında ikiye bölen ve bölgede sınırı oluşturan Rio Bravo Nehri’nin üzerinden geçen 3 köprüden birincisine yöneldim, karşıya geçmek için. Daha önceki Amerika-Meksika geçişimde düştüğüm hataya bu sefer de düşmemek için uyanık olmam lâzım. Yoksa, Amerika’ya girişte pasaportuma iliştirilen kartı veremeden kendimi karşıda, Meksika’da bulurum yine. Amerika tarafından ayrılmadan hemen önce yolun kenarına yanaştım ve yanıma gelen görevliye pasaportuma ilişik kartı nereye vermem gerektiğini sordum. Bulunduğum yere arabayı parketmemi ve giriş gümrüğü binasına gitmemi söyledi. Giriş gümrüğündeki görevlilerden birisini de yanıma kattı. Binaya girip, gümrük muhafaza memurlarından birisine derdimi anlattım. Triptik belgesini de damgalaması için uzattım. Tabii, uzattığım belgenin ne olduğunu anlamadı. Anlayabilmek için, belgeyle birlikte içeriye girip, gözden kayboldu. Yaklaşık yarım saat ülkeye girmeye çalışan Meksikalılar’ın, pasaport polisleriyle yaptığı -kimisi hazin- muhabbetleri seyrettim. Hayal kırıklığıyla sonlanan kimi muhabbetlerden omuzları düşük, süklüm-püklüm gerisin geriye dönenler…

Sonunda kapıdan girip kaybolan görevli çıkageldi, elinde triptik belgesiyle. Damgalamayı ancak ticari gümrükten yaptırabileceğimi söyledi. Ancak, o gümrükten de çıkış yaptığımda Meksika tarafında problem yaşar mıydım, bilemiyordu. En iyisi, oraya damgalatıp, sonra yine bu kapıdan çıkmak için geri dönmeliydim. “Şuraya” dedim, “elindeki damgayı basıversen…”. Böyle şeylere alışık olmadıklarından, yüzüme sanki Marsça konuşuyormuşum gibi baktı. “Hayır yani, bizimkiler çıkış damgası görse yeter. Bakmazlar, ticari mi, gayr-ı ticari mi, diye” dedim. Olmazmış. Tarifine göre ticari gümrüğün olduğu sınır kapısına doğru yollandım; kamyonları izleyerek. Yaklaşık 20-25km gittikten sonra anlamsız bir işgüzarlık yapıyor olduğuma kanaat getirip, geri döndüm. Damganın yokluğunun hesabını Türkiye’de ben verecektim, nasıl olsa. Burada bu eziyeti çekmektense, Türkiye’de durumun hesabını verme eziyetine razı olacağıma karar verdim.

Yeniden 1 numaralı köprüden karşıya geçtim. Bu sefer de Meksika tarafına giriş işlemlerini yaptırmam lâzım. Hafif el yordamı, hafif sorarak pasaport ve kayıt ofisinin yerini buldum. İşlemler son derece tek düze ve basit. Lando’nun geçici ithalatıyla birlikte 15 günlük trafik sigortasını da yaptırdıktan sonra, Monterrey’e doğru yola çıktım.

Monterrey için gözümü öyle korkuttular ve daha önceden o kadar çok katliam haberi okumuşum ki, şehre girdiğimde sürekli bir yerlerde silahlı çatışma olacak, ben iki ateş arasında kalacağım gibi bir ürkeklik içerisindeyim. Hani, Red Kit’te falan vardır ya; Vahşi Batı’nın en vahşi zamanlarında, halk sokağa çıkamaz, sokaklarda ha bire birileri vurulur, çocuğunu kapan, evine koşup kapısını kilitler, perdelerin arasından dışarıda vuruşanları seyreder… İşte, ben de öyle bir yer bekliyorum, Monterrey deyince. Halbuki, son derece hareketli, cıvıl cıvıl bir şehir. Otel ararken hiç silahlı çatışmaya, yolda silah çekip etrafa ateş edenlere falan rastlamadım. bu da bir şehir efsanesi mi, acaba? 11 Mart Cuma sabahı, erken bir saatte Monterrey’deki otelimden, Guadalajara’ya doğru hareket ettim.

Eurocavsa’nın önünde, Jose Luis ve ben…

Yeniden Guadalajara
Geçen yıl Eylül başında Lando iflâsını açıklayıp da, ben de havlu attığımda bulunduğumuz yer Guadalajara’ydı. Yani, eğer bu seyahate ‘bıraktığım yer’den başlayacaksam, işte o yer bu yerdi. Nitekim, Monterrey’den sonraki ilk durağım Guadalajara. Ancak, aradaki 800km’ye yakın mesafeyi tek celsede tamamlamak biraz zor. Yine de denemeye değer. Gitmişken, Guadalajara’daki Eurocavsa Land Rover servisine uğramadan, Servis Müdürü Jose Luis’i görmeden olmaz. Ne de olsa, o kadar iyiliği dokundu. Ertesi gün Cumartesi ve Cuma akşamı Guadalajara’da olmazsam, bu dediklerim için Pazartesi’yi beklemem gerekecek. Uzun ama çok da zor olmayan bir yolculuğun ardından, akşam sekiz buçuk sularında, Guadalajara’da çok severek kaldığım Villa Santa hosteline vardım. Vardım da, geride bir şey bırakmış olduğumu da vardıktan çok sonra, Buket’le Skype’ta konuşurken fark ettim. Bilgisayar pilin azaldığına dair uyarı verdiğinde, adaptörü çıkarmak için çantayı açtığımda, yani. Adaptörü Monterrey’deki otelde unutmuşum. Böyle bir ahmaklık yaptığım için kendime kızıp, odamda ter ter tepinmem bittikten sonra, hostelin ortak bilgisayarından internete girip, Guadalajara’daki Toshiba teknik servislerinin adres ve telefonlarını almak geldi aklıma. Ertesi sabah resepsiyonda görevli hanımdan servisleri arayıp, ellerinde adaptör olup olmadığını sormasını rica ettim. Yalnızca biri cevap verdi, telefonlardan ve ellerinde olmadığını ve ancak bir haftada getirtebileceklerini söyledi. Geldiği yer Mexico City. Ben de oraya gideceğim. Artık, orada Pazartesi’yi bekler, alırım. Akılsız başın cezası, işte. Ama, resepsiyondaki hanım bana, her türlü bilgisayar vs elektronik ürün satılan bir çarşı olduğunu, orada yeni ya da ikinci el aradığımı bulabileceğimi söyledi. Kabaca yerini tarif etti, çok uzak değil. İstanbullular bilir, Kadıköy’deki Yazıcıoğlu İşhanı’nı. Guadalajara’daki Yazıcıoğlu İşhanı’nı buldum, sonunda. Dünyanın iki farklı ucundaki iki farklı yer birbirine bu kadar benzeyebilir. Yalnızca, buradaki daha yeni ve biraz daha geniş. Ama, onun dışında dükkanların şekli, satılan malların envai çeşit oluşu, kapıda yanınıza sokulup kısık sesle “Abi, CD lâzım mı?”, “Program lâzım mı, abi?” diyen çığırtkanlar (yalnız, buradakiler cins-i lâtif)… Bu kadar olur, yani. …ve buldum da. Dükkanlardan birisini gözüme kestirip, daldım içeriye.
- Var mı?
- Var abi.
- Kaç para?
- 490 Pesos abi (yaklaşık 45 ABD Doları kadar)
- Son ne olur hemşerim?
- Abi, olsa dükkan senin.
Bu minval üzre giden kısa bir ‘satış öncesi peşrevi’nden sonra, adaptörü denedim ve aldım. Boşuna tepinmişim yani. Hoş, 490 Pesos’a maloldu ama…

Huajapan de Leon’a gelirken, yolda…

Arkasından Eurocavsa servisine gittim. Benden yaklaşık yarım saat sonra Jose Luis de geldi. Yeniden başlayacağımı biliyordu ama, beni karşısında görmeyi ummuyordu, eminim. Kısa bir hasret gidermece ardından, anı fotoğrafları ve vedalaşıp ayrıldım. Cumartesi akşamı da Mexico City’i bulacağım.

Yeniden Mexico City
Jose Luis’le vedalaşıp ayrıldıktan sonra, otoyoldan, yani paralı yoldan Mexico City’e hareket ettim. Meksika’da, trafiği yoğun ana şehirlerarası yolların iki alternatifi var; ücretsiz olanlar (libre) ve paralı olanlar (cuota). Burada paralı yol demek, soyulmak demek. Yok, öyle silahlı kişiler tarafından falan değil, endişelenmeyin. Legal olarak ‘soyuluyorsunuz’. Yaklaşık 20 ilâ 50 kilometrede bir gişe çıkıyor karşınıza. Buranın standartlarına göre, hatırı sayılır paralar alıyorlar. Aslında, yalnızca buranın standartları değil, şimdiye kadar gördüğüm en pahalı paralı yollar olduğunu söylersem, herhalde yalan olmaz. Bir örnek vermek gerekirse, Guadalajara’dan Mexico City’e gidene kadar toplam 10 gişede toplam 690 Pesos ödemişim ki, yaklaşık 60 Amerikan Dolarına eşdeğer. Mesafe 532km. Yaktığım mazot kadar da otoyol ücreti demektir bu. Evet, biraz daha hızlı ve güvenli gidiyorsunuz ama, bunun bedeli de bu kadar olmamalı. Bundan sonra otoyola girmek yok. Zaten, Guatemala’ya girene kadarki güzergâhımda otoyol da fazla yok artık.

Pazar sabahı, Aysun Hoca’nın yeğeni Öze’yle Coyoacan’da buluşup, güzel bir kafede kahvaltı ettik. Coyoacan, Mexico City’nin ‘entelleri’nin daha çok rağbet ettikleri, rengârenk çiçek açmış ağaçlıklı yolları olan, tarihi evlerin bulunduğu bir mahalle. Kafeler, barlar, restoranlarla dolu sokakları ve meydanları var. Güneşli bir Pazar sabahı kahvaltısı için en güzel seçimdi, bence.

Öğle saatinde Mexico City’den ayrıldıktan sonra, hedefim olan Oaxaca’ya varma plânım, bir daha paralı yol kullanmamaya yemin etmiş olmamdan dolayı gerçekleşemedi. Yaklaşık 150km kala, hava kararmaya yüz tuttuğunda, Huajapan de Leon’da bir otele girip yatmak zorunda kaldım. Arka bahçeye bakan odam o kadar sessiz ve huzurlu ki, gece saat 10 buçuktan, sabah 7 buçuğa kadar deliksiz uyumuşum.

”Yo soy APPO, y tu?”…Yani “Biz APPO’yuz, ya siz?” (APPO, Oaxaca Halk Meclisi’nin kısaltması)…

Artık, bundan sonra Oaxaca’da durmam. Daha önce zaten iki gece kalmış, çevrede Monte Alban ve Mitla’yı da gezmiştim. O yüzden, Meksika’da son olarak görmek istediğim Chiapas bölgesine doğru yoluma devam edeceğim. Ancak size Oaxaca’yla ilgili bana ilginç gelen bir hikayeyi anlatmak isterim.

Her yıl Oaxaca’da, devlet okullarında çalışan öğretmenlerin maaş artışları için grev yapması ve bunu pazarlıkta bir silah olarak kullanması, uzun geçmişe dayanan bir ritüel haline gelmiş durumda. 2006 yılında da aynı gelenek yerine getirilirken, o zamanki bölge valisi, tatmin edici bir artış yapmadan pazarlığı bitirmiş. Bunun üzerine öğretmenler grevi, büyük bir direnişe dönüşmüş ve şehir merkezi işgal edilmiş. Önceleri, federal hükümetin gönderdiği birlikler direnişçileri püskürtmüş olsa da, daha sonra daha büyük bir halk desteği ile şehir yeniden işgal edilmiş, barikatlar kurulmuş, meydanlarda büyük ateşler yakılmış ve halk sokakta yaşamaya başlamış. Öyle ki, geleneksel Guelaguetza dans festivali iptal edilmiş, falan. Sonda, Ekim ayında daha ağır silahlarla donatılmış birlikler şiddetli ve kanlı bir müdahaleyle şehri ele geçirmişler. Sonuç, 45 ölü. Hepsi direnişçilerden. Ancak şehirdeki tansiyon 2007ye kadar da dinmemiş. O zamanki vali 2010 yılında görevini devrettikten sonra yeniden eski sükûnetine kavuşmuş şehir. 2006 yılında öğretmenlerle başlayan ve hemen tüm Oaxaca halkının desteğini de alan bu direniş, Meksika’nın tarihine yazılmış önemli bir olay.

Chiapas’ta ilk hedefim, şu anda da kalmakta olduğum San Cristobal de Las Casas şehri. Evet, adı biraz uzun. Buradakiler kısaca San Cristobal diyorlar, ben de öyle diyeceğim.

San Cristobal’e kadar arada konaklamam gerekiyor. Yolda, daha Juchitan’a varmadan hava kararmıştı. Juchitan’a girdiğimde, sevimsiz ve kalabalık sokaklarında yönümü ve kalacak bir otel bulmaya çalışana kadar da en az 1 saat geçti. Sonunda bulduğum da son derece rüküş, sözüm ona Arap stili verilmeye çalışılmış bir otel. Fiyatı da yüksek (550 pesos, yaklaşık 48 Dolar), oda da önündeki caddeye baktığı için gürültülü. Bu sevimsiz otelde uyuyabildiğim kadar uyuyup, bir an önce San Cristobal’e doğru yola çıkmalıyım.

San Cristobal Katedrali…Veee akşam olurken 31 Mart Meydanı…

San Cristobal de Las Casas
15 Mart Salı günü öğleden sonra saat 3 gibi vardım, San Cristobal’e. Chiapas’a San Cristobal’den başlıyorum. San Criatobal ve çevresi, Meksika’da yerli halkın en yoğun yaşadığı yerlerden birisi. 1528’de İspanyollar tarafından kurulan şehir, bölgedeki yerli halkın baskıyla yönetildiği merkez halini almış, zamanla. Yeni gelenlerle birlikte dünyaya kapalı yaşayan bölge insanının alışık olmadığı hastalıklar da gelmiş; yerliler salgın hastalıklardan kırılmışlar. Kırılmayanı da, ellerindeki toprakları kaptırdığı yetmezmiş gibi, ağır vergi yükü altında ve köle olarak çalıştırılarak ezilmişler. Kendi köklerine ait topraklarda ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulmuşlar. Bu durum yıllarca sürmüş; ta ki onları toparlayan ve bu alışamadıkları düzene karşı örgütleyen bir lider çıkana kadar. Dünya bu lideri 1 Ocak 1994’te duydu. Yani, Kuzey Amerika ülkeleri arasında imzalanan Nafta anlaşmasının yürürlüğe girdiği tarihte. Kendini Subcomandante Marcos diye tanıttı, bu siyah kar maskeli (balaklava) ve ağzında piposu olan kişiyi. Gerçek kimliğini hiçbir zaman açıklamadı. Ama Meksika hükümeti onun, 19 Haziran 1957 Tampico doğumlu Rafael Sebastián Guillén Vicenteolduğunu iddia etti. Ailesi bunu hiçbir zaman doğrulamadı; oğullarının bir gün ansızın ortadan kaybolduğunu söylediler.

UNAM’da (Meksika Otonom Ulusal Universitesi) filosofi eğitimi gördü ve bir süre UAM’da (Otonom Metropolitan Üniversitesi) öğretim üyeliği yaptı. O zamanlar, şimdiki EZLN’nin (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) çıkış noktasını oluşturan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin sempatizanı ve destekçisiydi.

San Cristobal Tepesi’ne tırmanan merdivenler…Vee Santo Domingo Kilisesi’nin girişi…

1 Ocak 1994’te EZLN, Subcomandante Marcos’un liderliğinde, Başta San Cristobal olmak üzere birçok Chiapas kentini işgal etti. Liberalizasyon ve yerli halka uygulanan baskıya karşı gerçekleştirilen eyleme karşı ordunun müdahalesi ağır oldu ve EZLN Lacandon Ormanları’na çekildi. Bundan sonraki süreç, EZLN’nin çeşitli eylemleri, 1996’da hükümetle varılan ve yerli halka çeşitli haklar tanınmasını öngören anlaşmayla devam etti. Ancak, o zaman iktidarda olan PRI hükümeti anlaşma şartlarına uymadı. Bu arada hükümet yanlısı paramiliterler tarafından EZLN’ye destek veren Maya köylerine baskınlar düzenlenmekteydi. Kanlı biten bu baskınlara karşın EZLN yine de silah kullanma yoluna gitmedi. Subcomandante Marcos’un en büyük çıkışı, 2006 seçimlerinden önce oldu. Motosikletle neredeyse tüm Meksika’yı, ama bu sefer Subdelegado Cero adıyla dolaşan, tüm politik çizgilerin dışında La Otra Campaña (Başka Bir Kampanya) adı altında yeni bir politik hareket başlattı. Amacı, alttan gelen bir bağımsızlık fikrini yaymak, alışıldık otoriter siyasi düzeni yıkmaktı. İktidar olmak değildi hedefi. Yalnızca, Meksika halkını uyandırmak istiyordu. Gücü yetmedi.

Subcomandante halâ Lacandon Ormanları’nda. EZLN de buralarda, özellikle Maya kökenli yerli halk başta olmak üzere, yöre halkının çoğunun desteğini almakta.

Rengârenk San Cristobal sokaklarından…Nemi Zapata. Yerli kadınların ürünlerinin satıldığı dükkan…

San Cristobal’de, akşam bir dans gösterisine gittim; Palenque Rojo Dans Grubu’nun. Maya Krallari’ndan II. Kan Joy Chitam’in hikâyesi. 1 saat 20 dakika süren dans gösterisi gerek dansçıların performansı ve kostümleri, gerek ses ve ışık efektleri ve dekor, gerekse tüm bunlarla yaratılan ve insanı içine alan, hatta hapseden ortamı nedeniyle etkileyici; dahası ürpertici. Bana, fazla agresif geldi. Gösteriden çıktığımda hafiften serpiştiren yağmur ve serin havayla, kaldığım pansiyona yürüyene kadar kendime gelmeye çalıştım. Geldiğimi söyleyemem; gece gösterinin sahnelerini yeniden yasadığım kâbuslarla zorluydu, gerçekten.

17 Mart Perşembe günü San Cristobal’den ayrıldım. Önce San Juan Chamula’ya gideceğim.

Chiapas’ta yaşayan 4.2 milyon insanın yaklaşık 1.25 milyonu yerli. Toplam 8 kabileden oluşan yerli halkın çoğunu Tzotzil ve Tzeltal kabileleri oluşturuyor. San Juan Chamula da Tzotzil kabilesinin yaşadığı bir köy. Aslında, bu civarda yaşayan yerliler, köylerde, yani köylerin içinde yaşamıyorlar. Çoğu, köyün dışında ve dağlarda dağınık olarak yaşıyorlar. Aynı, Alaska ya da Kanada’daki yerli kabilelerin yaşantıları gibi. Köylere ancak alış-veriş için, ellerindekini, kendi ürettikleri ya da yetiştirdiklerini satıp, karşılığında ihtiyaçları olanları satın almak için iniyorlar. Buradaki insanların hemen hepsi, kendi kabileleri, hatta yakın yaşadıkları köye has değişik kıyafetler giyiyorlar. Tüm bu giysiler aslında köklerinin dayandığı Maya kültürünün izlerini yansıtıyor. Tzotzil ve Tzeltal yerlilerinin, birbirine benzer giysileri olsa da, aralarındaki ufak nüansları benim gibi duruma yabancı ve uzak kişilerin anlaması zor. Ancak, Tzotzil’lerin ortak bir özellikleri var ki, benim de dikkatimi çekti. Kadınların etek, erkeklerin de uzun bir ceket (daha çok bir ‘tunik’e benzer) olarak, bizdeki tiftik yününe benzer (ama, koyun olduğu kesin, çünkü bu civarda keçi göremedim pek, gördüğüm çok az sayıda olanı da hep kısa tüylüydüler) siyah yünden dokunma giydikleri giysiler tipik.

Templo de San Juan…

San Juan Chamula’nın görülecek en önemli, hatta belki de tek yeri Templo de San Juan. Ama, yalnızca ‘görülecek’ bir yer; mutlaka görülmesi gereken. Yalnızca ‘görülecek’ diyorum; çünkü içeride fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Kilisenin içine girdiğinizde yüzlerce, belki binlerce mumla aydınlanmış, o sıcakta biraz daha da ısınmış bir ortam çarpıyor suratınıza. …ve diktikleri mumların (ama, her yerde, sehpalarda, yerlerde ve başka uygun neresini buldularsa) başında, tek başına ya da ailecek mırıldanan, ya da yüksek sesle dua eden insanlar... Yaklaşık 20 metreye 50 metrelik bir galeri düşünün, içi mumlarla aydınlanmış ve sıcak… Bir sürü insan, mihraba karşı diz çökmüş, diktikleri mumlara bakarak mırıldanıyorlar. İçeride hafif bir uğultu. Yerlerde çam dikenlerinden bir örtü, mumlardan yere damlayan artıkların kolay temizlenmesi için serilmiş. Mermer zeminde bu çam dikenlerinden oluşan örtünün üzerinde yürümek hayli zor çünkü, kayıyor. Bir süre, dua edenlerin ve mumların arasında, mumlara basmamaya ve kaymamaya çalışarak yürüyüp, o insanları seyrettim. Karısı ve çocuğu ile gelen adam, elindeki mumları teker teker yakıp yere dikerken, bir yandan da yükseğe yakın bir sesle dua ediyordu. Karısı başı önünde yere diktiği gözleriyle bakarken, küçük oğlu da dizlerinin üzerinde sabırsızca kıpırdayıp, etrafta olup biteni seyretmekte; babasının dileklerine pek aldırdığı yok, anlaşılan.

Templo del Espejo Humeante’den (Dumanlı Ayna Tapınağı) görünüş…



Otobüslerle yığın halindeki turist gruplarından kaçarcasına uzaklaşıp, arabama bindim. Şimdi de sırada Tonina var. Tonina, aslında bir Maya yerleşimi. Daha sonra ziyaret edeceğim Palenque gibi Tonina da, Meksika Körfezi ile, eski adı Petén olan, şimdiki Guatemala’nın arasındaki büyük ticaret yolunu ele geçirmek üzere sürekli birbirleriyle çatışıyorlar. …ve bu çatışma Palenque kralı II. Kan Joy Chitam’ın kaçırılıp, Tonina’da başının uçurulmasıyla son buluyor ve Palenque dize getiriliyor. İşte, yazımın başında bahsettiğim dans gösterisi de bu olayı canlandırıyordu.

Şelaleler ve Palenque
Palenque’ye giderken yolda şelaleleri ile meşhur iki yer var; Misol-Ha ve Agua Azul. Misol-Ha, 35 metreden dökülen şelale ve oluşturduğu ufak bir göletle huzurlu ve sessiz. Yani, tek ses, şelalenin çıkardığı ses. Saatlerce oturup,seyredebilirsiniz. Agua Azul ise, ardarda bir dizi çavlandan oluşuyor. Sudaki minarelerin bir çok derde iyi geldiği söylentisi var. Çavlanların ardından oluşan sakin göletlere girmek için yüzlerce yerle ve biraz da yabancı turistin akınına uğruyor. Tabii, Misol-Ha kadar huzurlu olamıyor. Su yolu boyunca yukarıya doğru her düzlük, gelen bu yüzlerce turiste bir şeyler satmaya çalışan hediyelik eşya ya da yiyecek-içecek satıcılarınca doldurulmuş. Anlayacağınız, bir hercümerç. Agua Azul’ün araç park yerine yanaştığımda, “Aaa, İstanbul! Türkiye’den” falan gibi sesler duydum. Pencereden kafamı uzattığımda “Siz İstanbul’dan mı geliyorsunuz?” diye sordu, genç bir bayan. Pek Türk’e benzemiyor ama, “Evet!” dedim. Sonra Türkçe bir süre daha devam edip, tıkandığı yerde “İngilizce biliyor musunuz?” diye sordu. Uzatmadan, iki Alman hanım, ülkelerinde Türkler’le tanışıp, iyi dost olduktan sonra, Türkiye’ye gitmişler, Türkçe öğrenmişler, falan. Zaman içinde, kullanmadıkça biraz unutmuşlar ama, konuştukları kadarıyla gayet iyi ve -neredeyse- aksansızdı, Türkçeleri.

Misol-Ha şelalesi…


Agua Azul…

O akşam Palenque’ye sıcaktan ve yorgunluktan bitap bir halde vardım. Tonina’da Maya piramitlerinin daracık ve dik merdivenlerini çıkıp inmekten, Agua Azul’de, o kavurucu sıcak ve rutubette -sanki bir halt varmış gibi- tepeye kadar tırmanmaktandı, bitkinliğim. Yarın Palenque’deki Maya şehrini gezeceğim.

Palenque yolunda EZLN’ye (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) ait bir tabela. EZLN’nin bu ve benzeri tabelalarından, Lacandon Jungle’ındaki yol kenarlarında sık sık görebiliyorsunuz. Şöyle diyor :

“SİLAH NAKLETMEK, İÇKİLER DAHİL UYUŞTURUCU MADDELERİ EKMEK, ÜRETMEK, TÜKETMEK, YASADIŞI YOLLARLA KERESTE SATIŞI YAPMAK KESİNLİKLE YASAKIR.
DOĞANIN YOK EDİLMESİNE HAYIR!
ARTIK İSYANCI ZAPATİSTA BÖLGESİNDESİNİZ.


BURADA HALK HÜKMEDER, HÜKÜMET İSE İTAAT!…

Palenque tabii bir İspanyolca isim. Mayalar zamanındaki esas ismi ise Lakamha (‘Büyük Su’ demekmiş). Klasik dönem Maya kentlerinin en önemlilerinden olan Palenque’nin şu ana kadar gün ışığına kavuşturulabilmiş bölümü 2.5km² kadar bir alana yayılır. Bunun, Palenque’nin gerçek büyüklüğünün 10’da birinden bile az olduğu söyleniyor. Diğer ünlü birçok Maya kenti gibi UNESCO Dünya Mirasları listesine alınmış, 1987 yılında. En görkemli dönemini, yukarıda değindiğim II. Kan Joy Chitam’ın babası Pakal zamanında, MS 615-683 yılları arasında yaşıyor. Adam 80 yıl yaşamış, bu arada. O zaman için çok uzun bir hayat, tabii. Ölümünden sonra yönetimi büyük oğlu II. Chan Balam devralıyor. Ondan sonra da küçük kardeş II. Kan Joy Chitam… O da Toninalılar tarafından kaçırılıp başı uçuruluyor, falan.

900 yılından sonra Palenque tarihe ve bölgedeki jungle’a gömülüyor. Ta ki, 1837’de New York’lu amatör arkeolog John L Stephens, ressam Frederick Catherwood’la birlikte burayı keşfedene kadar. Ama, esas keşif 1957 yılında Meksikalı arkeolog Alberto Luz Lhuillier tarafından yapılıyor. Yaklaşık 15km²’lik bir alana yayılmış yüzlerce yapıdan oluşan kalıntıların bir kısmı ise halâ jungle’ın içlerine gömülü ve görünmez halde; tıpkı diğer Maya kalıntılarında olduğu gibi. Bu arada, Palenque’de kalıntıları gezerken yanıma genç bir hanım yanaştı. Agua Axul’de karşılaştığım Almanlar’dan birisi. Diğeri de peşinde… “Beni” dedim, “sayfamdan takip edecektiniz. Böyle takip etmeyi kastetmemiştim”. Biraz da orada lafladık.

Saray ve Haç Tapınağı…

19 Mart Cumartesi sabahı Palenque’den, erken bir saatte ayrıldım. Akşama varmayı hedeflediğim yer Montebello Göller Bölgesi. Ancak, yolda, Meksika’da göreceğim son Maya tarihi yerleşimine uğrayacağım; Bonampak’a. 450km’ye yakın yolum var. Bonampak’ı gezmenin dışında, yolun çok büyük bölümü Guatemala sınırının dibinden gidiyor olduğundan, sürekli askeri kontrol noktalarında durdurulup aranacağım. Bu bölge, güneyden uyuşturucu kaçakçılığı yapanların en önemli geçit yollarından biriymiş ve bu yüzden asker yolları sürekli kontrol altında tutuyor. Ama, sonucun pek de başarılı olduğu söylenemez. Ya da, yanlış yeri kontrol altında tutuyorlar. Ya da, burayı da kontrol altında tutmasalardı, uyuşturucu trafiği iki katına çıkardı. Ne bileyim! Vardır bir bildikleri.

Bonampak ve Montebello Gölleri
Uyuşturucu trafiğinden muzdarip Meksika’nın, Guatemala sınırı boyunca uzanan Carretera Fronteriza’dan (Sınır Karayolu) güneye inerken sağa ayrılıyor yol, Bonampak’a gitmek için. Bonampak da bir Maya yerleşimi. Erken klasik Maya dönemine ait yerleşimi 1946 yılında Amerikalı iki gezgin, bu bölgeyi gezerken, Lacandon’lu bir Maya’nın yer göstermesiyle bulmuşlar. Bonampak’ın en büyük özelliği, ana yapının orta seviyesinde yer alan Templo de las Pinturas; yani, Resimler Tapınakları. Bu ince uzun bina yan yana üç odadan oluşuyor. Duvar ve tavanları renkli fresklerle bezenmiş. Aslında, tapınağın dış duvarlarında da aynı türden resimler bulunurmuş ama, yağmur ve güneş ışınlarından hepsi solup, akıp gitmiş. Ancak içerideki freskler ve kapı üst pervazlarında yer alan kabartmalar etkileyici. …bir de Büyük Meydan’da yer alan 1 numaralı, II. Chan Muwan’ı betimleyen dikilitaşı.

Bonampak Büyük Meydanı ve ana yapı ve Templo de las Pinturas’taki üst pervaz kabartmalarından…

Montebello Gölleri, Carretera Fronteriza’nın güneydeki kısmında yer alan, 50’nin üzerindeki gölden oluşan bir bölge. O akşam, karanlıkta Tziscao Gölü kıyısına ulaştım. Burası aynı zamanda Tziscao Köyü. Her yer karanlık, tek tük yanan ışıklar dışında. Yer yer birkaç tabelada bir ekoturizm merkezinden bahsediyor ama, o tabelalarla yerini bulmak için kâhin olmak lâzım. Uzun aramalardan sonra bulduğum ekoturizm merkezindeki görevliye kör -topal İspanyolcam’la bir şeyler anlatmaya çalışırken, onun İngilizce bildiği çıktı ortaya. Üstelik, oldukça da iyiydi; en azından benim İspanyolcam’dan kat be kat daha iyi. Mario, ailesiyle orada yaşıyor ve bir yıl boyunca ekoturizm merkezinde görevli. İngilizcesini soruyorum, nerede öğrendiğini. Daha önce 3 kez ABD’ye gitmiş, kaçak olarak. İlk gidişinde 1 sene kadar kalmış ve kursa gidip, İngilizce öğrenmiş. Son gidişinde ise 3 yıl kalmış ve iyi bir ücretle çalıştığı işten para biriktirerek dönmüş, memleketine. O parayla bir ev yapmış kendine, bir arazi almış ve kahve, mısır ekmeye başlamış, araba almış v.s. Evli ve biri yeni doğmuş 2 oğlu var. ABD’ye nasıl geçtiğini söyleyeyim mi? Üç seferinde de Arizona Çölü’nü yürüyerek…



Ana yapının arkasındaki kalıntılardan. Ağaçlar, merdivenleri yararak çıkmış…

Tziscao Gölü kıyısında o gece çadırı açtım. Gece uzun süre yağmur yağdığını duydum, uykumun arasında. Sabah ise, göle inen bulut ağaçlarda ve her yerde yoğunlaşmış, yere yağmur olarak iniyordu. Çadırı açtığım yerden tuvalet ve duşların olduğu binaya gidiş-gelişimde yeteri kadar ıslandığım yetmezmiş gibi, çadırı toplayıp arabaya yerleşene kadar da iliklerime kadar ıslandım.

20 Mart Pazar sabahı kamp yerimden ayrıldıktan sonra, ana yoldan yarılıp Laguna Pojoj ve Cinco Lagunas’a uğrayıp çıktım.

Laguna Pojoj…

Pazar öğleden sonra, saat üç buçuk cıvarında, Meksika’daki son gecemi geçireceğim Comitan’a vardım.Turistik bir özelliği olmayan kasabada her yer çoktan kapanmıştı bile. Ufak bir otele yerleştim, akşam soğuyan havada titreyerek yakın bir lokantada yemek yedikten sonra, odama çekildim.

CincoLagunas (Beş Göller)…

Pazartesi sabahı, Guatemala sınırına doğru yola çıktım. Sınırdan hemen önce, cebimdeki tüm Pesolar’la motorin aldım; Guatemala’da petrol ürünleri çok pahalı (Türkiye’den bile pahalı) olduğu için. Meksika’daki işlemlerim 5 dakikadan kısa sürdü ve Guatemala’ya doğru yollandım.

Böylece, ilk seferinde 62, bu sefer de 11 gün olmak üzere toplam 73 gün kaldığım Meksika’dan şeytanın bacağını kırıp, çıkmış bulunuyorum. Kolay değil, neredeyse 2 buçuk ay. Hiçbir ülkede bu kadar uzun zaman geçirmedim şimdiye kadar; Türkiye dışında.

Gelecek yazı Guatemala’yla başlıyor.

Sağlıklı, mutlu günler.



Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.