Hayallerim, Aşkım ve Porto - 2...

Porto'da ikinci günümde otelden ayrıldığımda saat 09.00'a geliyordu. Bugünkü sabah programımda öncelikle Port Şarap Müzesi var. Saat 10.00'da açıldığı için yürüyerek ilerlerken aynı zamanda kahvaltı için bir şeyler atıştırabileceğim bir yer aradım. Pazar gününün bu erken saatinde sokaklar oldukça sesiz. Bu yürüyüş beni Infante Henrique Meydanına kadar getirince müzeye yürüyerek gitmeye karar verdim. Yoldaki bir kafeden kuvasan ve kahveyle kahvaltımı yaptıktan sonra (iki kruvasan, kahve 2,50 €) Douro Nehri kenarından devam ettim. Şarap müzesinin önüne geldiğimde saat 09.45'ti. Biraz daha ilerleyince Tramvay Müzesini gördüm. Pazar günleri geç vakitte açılıyor. Bu arada Continante Süpermarket ihtiyacınız olabilecek şeyler için sabahın erken saatinde emre amade.

Porto Şarap Müzesinin (Port Wine Museum) ilk misafiri olduğumda saat tam 10.01'di. Müze 17. yüzyıla tarihlenen eski bir mahzen binada konuşlanmış. Giriş ücreti 2,10 €, Porto Karta ücretsizmiş. Ancak hafta sonları zaten herkese ücretsiz olduğu için bunun çok da anlamı yok. "Ben buralara kadar yürüyemem" derseniz 500 ve 1M no'lu otobüsler ile 1 ve 18 no'lu tramvayla gelebilirisiniz. Müze ünlü Porto şarabının ticari bir meta haline gelmesini ve bunun hikayesini anlatıyor. Zaten Porto'yu dünyaca ünlü şarabından ayırmak nerdeyse imkansız gibi bir şey. Ben buraya gelirken daha çok Porto şarabının hikayesini, yapılışını vb. bulacağımı düşünmüştüm ama pek öyle bir yer değil. Olayın ticari boyutu, karşı kıyı Gaia'dan şarabın taşınması, nasıl pazarlandığı vb. anlatan birkaç varil ve bir iki şişenin bulunduğu bir müze. Bence son derece gereksiz bir yer, vakit kaybı diye düşünüyorum.

 



  



Pazar günleri pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi Porto'da da toplu ulaşım problem. Hoş Porto'da otobüsle ulaşım bana göre zaten facia. Tıpkı bizdeki gibi zamanında gelmeyen otobüslere bir de duraklarda ingilizce olmayan çizelgeler eklenince ortalık tam bir keşmekeş oluyor. Turizm danışmada da hiç olmazsa turistik bölgelere giden otobüsleri gösteren minik bir broşür yok. Duraklardaki Portekizce tabelalardan hangisi cumartesi hangisi pazar günleri, hafta içi ne demek diyene kadar insanın göbeği çatlıyor doğrusu. Ben bunlarla uğraşıp elimdeki notları incelerken yeniden Infante Henrique Meydanına varmıştım bile.

 Günün ikinci programı karşı kıyıdaki Gaia'ya geçip hem oralarda bir şarap turuna katılmak hem de o bölgede dolaşarak Gaia'dan Porto kıyılarını seyretmek. Turizm danışmayı geçip tünele girmeden önceki son otobüs durağından 901 no'lu otobüse binerek Luis Köprüsünün alt tarafındaki araç yolundan karşıya geçtim ve ilk durakta indim.



  

 

  

Gaia ya da uzun adıyla "Vila Nova de Gaia" sanki Porto'nun karşısı ve Porto'ymuş gibi algılanıyor ama basbayağı ayrı bir şehir, ayrı bir belediye. Yaklaşık 200.000 nüfusu var. Porto sahiline göre daha sakin ve lokal diyebiliriz. Ünlü şarap üreticilerinin mahzenleri bu tarafta bulunuyor. Zira Ribeira bölgesi tüm öğleden sonra güneş almasına rağmen Gaia tarafı sadece sabah güneşini görüyor. Bu yüzden mahzenlerin burada yer alması son derece mantıklı. Sahilde her firmanın bayrakları ve önlerinde  bir zamanlar karşı kıyıya şarap taşıyan küçük tekneleri duruyor. Tabi bu tekmeler şimdi sadece gezi amaçlı kullanılıyor. Sahil boyunca çok güzel düzenleme yapmışlar: Oturma ve yürüyüş yerleri, çocuk parkı, tepemden bir-iki dakikada bir geçen teleferiğin kalktığı bölgede pek çok restoran-kafe bulunuyor. Ayrıca kara tarafında da bir kapalı Pazar var ama tatil günü olduğu için kapalı. Buradan Douro Nehrinin karşı kıyısı Ribeira ve Porto çok güzel görünüyor. Harika manzarayı seyretmek için bir süre kıyıdaki banklarda oturuyorum.

  



İnsanlar kara tarafında bulunan kafelerde oturmuşlar yüksek sesle sohbet ederken aynı zamanda "günün bu saatinde olmaz" demeden beyaz ya da kırmızı şarap içiyorlar. Nerdeyse bira içen hiç kimseyi görmedim diyebilirim.  Kara tarafında ayrıca birkaç tane hediyelik eşya dükkanı var ama bazıları kapalı. Teleferik tek yön 5 €, gidiş-dönüş 8 €. Bence çok para, toplam gittiği mesafe 700-800 metre ya var ya yok. Zaten neden yapmışlar onu da pek anlamadım ama neyse...

Gaia sahilindeki gezimi tamamlayınca "Offler, Croft, Taylor's" yazan tabelanın gösterdiği sokağa sağa doğru kıvrılıyorum. Bu saydıklarım meşhur Porto şarabı üreticilerinden sadece üç tanesi. Bir gün önce uğradığım turizm danışmadaki neşeli bayan aralarında çok büyük farklar olmadığı için hem pazar günleri açık olan hem de şarap tanıtım turunu ücretsiz yapan Taylor's a gidebileceğimi söylemişti.  Üstelik elimdeki kaynaklara göre Taylor's bu işin gerçek ustalarından birisi. GPS'e göre 520 metrelik yolu  (300 metresinin tatlı bir yokuş olduğunu söylemeliyim) yaklaşık 10 dakika tamamladım ve Taylor's dan içeri girdim.

Taylor's şarapçılığın kökenleri 1692 yılına kadar gidiyor. Kurucusu İngiliz ticaret adamı Job Bearsley'den bu yana hep bir aile işletmesi olarak kalmış. Ülkenin en eski şarapçılarından birisi olan Taylor'sın bulunduğu yer yüksekte olduğundan çok da hoş Porto manzarası sunuyor.

 

  



İçeride büyük bir bar, fıçılardan oluşmuş masalar ve sandalyeler var. Tura katılmak istediğimi söyleyince beni güleryüzle karşılayan kırık ingilizceli bayan pazar günleri ingilizce bilen görevlinin olmadığını, bu yüzden sadece şarap tadımı yapabileceğimi söyledi. Birden suratım asılmış olacak ki birkaç saniye sonra aynı bayan şarap tadımından sonra mahzenleri kendisinin gösterebileceğini ancak İngilizcesinin yeterli olmayabileceğini söyledi. Problem olmadığını söyledim ve Porto şarabını beklemeye başladım.

Şarap, Porto'nun olmazsa olmazlarından birisi. Peki nedir bu Porto şarabının öyküsü? Porto şarabı ya da Port, aslında brandy ile kuvvetlendirilmiş tatlı  bir şarap. Yani benim gibi şaraptan çok anlamayan ama tatlı şarabı seven birisinin tercih edeceği tür bir şarap. Peki neden brandy ekleniyor? Üretilen şaraplar İngiltere ve Hollanda'ya giderken uzun gemi yolculuklarına dayanabilsin diye. Fermentasyon devam ederken ve henüz tüm şeker alkole dönüşmeden yüksek alkol dereceli brandy ekleyince hem dayanıklı hem de yaklaşık 18 derece alkol olan bir şarap elde ediliyor. Douro nehrinin civarındaki yüksek bağlarda yetişen üzümlerden yapılan Porto şarabının formülü ve kullanılacak üzüm çeşitleri yasa ile korunuyormuş. İlk anda akla kırmızı şarabı çağrıştırmakla birlikte az da olsa beyaz Porto şarabı da bulunuyormuş.

 

  





İki farklı şarap geldi: İlki Chip Dry, beyaz şarap; diğeri ise Late Bottled Vintage 2005, kırmızı. Her ikisinin de içimi son derece güzeldi ama ben kırmızıyı daha çok beğendim. Görevli bayan kırmızıyı beğendiğimi görünce yeniden ikram etti. Onu da bir dikişte bitirdim. Bu arada göz ucuyla şişelerle birlikte gelen fiyat listesine baktım: Chip Dry, 75 lik 8,20 €, kırmızı olansa 12,05 €. Tabi bu olayı farklı yıllar ve kategorilere kadar götürdüğünüzde bir şişenin fiyatı 461 €'ya kadar çıkabiliyor.

 



Şarap tadımı bittikten sonra birlikte mahzenlere gittik. Devasa bir kapının ardında göz alabildiğine uzanan bir yer. Yüzlerce belki de binlerce fıçı. Benim "ne kadar büyükmüş" dediğim yaklaşık 600-700 litrelik fıçılara "bunlar en küçükleri" diye cevap verince şaşırıp kaldım. Gezerken fıçıların üzerindeki numaralandırma sistemini anlattı. Oldukça karışık ama hataya izin vermeyen bir yöntem. Diğer bir bölüme geçtiğimizde benim boyumun neredeyse iki katı yüksekliğinde fıçıları görünce kızın ne kadar haklı olduğunu anladım. Bu devasa fıçılarda beyaz şarap dinlendiriliyormuş. Toplam üretimin ancak %10'u Chip Dry gibi beyaz şarap oluyormuş. Çabuk oksitlendiği için fıçılar açıldıktan kısa bir süre sonra tüketilmesi tavsiye ediliyormuş. Bu yüzden Taylor's un beyaz şaraplarını Portekiz dışında bulabilmek oldukça zormuş. Duvarda bulunan devasa haritadan şarapların yapıldığı üzümlerin yetiştirildiği bölgeleri tek tek gösterdi. En yakını Porto'ya 30 km. uzaklıktaymış.



Yaklaşık 20 dakikalık bu kısa turun sonunda yeniden başlangıç noktamız olan barın bulunduğu yere döndük. Yüzsüzlük yaparak kırmızı şaraptan bir kadeh daha istedim. Gerçekten güzel ama buradan almam mümkün değil. Çünkü yolculuğu el bagajı ile yaptığımdan uçağa sıvı getirmem mümkün değil. Görevli bayan havalanındaki free shopta satıldığını söyleyince rahatladım. Teşekkür ederek dışarıya çıktım ve yan taraftaki terastan Porto'nun güzel manzarasını seyrederek bol bol fotoğraf çektim.

 

  



Şarap evinden aşağıya doğru Gaia'nın ara sokaklarında dolaştıkça buranın Porto'dan da dökük ve bakımsız olduğunu gördüm. Yine de pencerelerden sarkan iplerdeki çamaşırlar beni daha çok kendine çekiyordu. Durağa geldiğimde saat 12.00 olmuştu. 901 no'lu otobüse bindim ve köprüyü geçer geçmez feniküler durağında indim. Niyetim feniküler yoluyla Batalha Meydanına çıkmak.

   



Fenikülerin başlangıcı hemen köprünün ayağında sayılır. Yaklaşık iki dakikada sizi yukarıya çıkarıyor. Normal tek bilet (1,10 €) geçerli. Eğer Antande Mavi kartınız yoksa onun için de 0,50 € ödemeniz gerekiyor. Bendeki 24 saatlik kart burada da geçerli. Surların yanından yukarıya doğru çıkış oldukça keyifli. Nehir manzarasından daha çok Luis Köprüsü manzarası görüyorsunuz dersem çok da yanlış olmaz.

Yukarıda fenikülerden ilk indiğiniz yerin adı 1 Aralık Meydanı. Meydanın az aşağısında St. Clara Kilisesi var. İlk yapımı 15. Yüzyılda başlasa da bugünkü görünümünü 18. yüzyılın ilk yarısında alan gotik kilisenin iç tarafı altın yaldızlı işlemelerle süslenmiş. Zaten Porto'daki kiliselerin en önemli ve göz alıcı özelliği bu altın yaldızlı işlemeler. Diğer pek çok Avrupa şehrinde görmediğim kadar etkileyici ve görkemli bu işlemeler şehre damgasını vurmuş. Büyük ya da küçük hiç fark etmiyor, hepsinde mevcut.

 

  



Augusto Rosa caddesi boyunca ilerlediğimde ünlü Batalha Meydanına geldim. Meydanın en önemli binası hiç kuşkusuz 1908 yılında çıkan yangında yanarak kül olanın yerine 1910 yılında yapılan Sao Joao Ulusal Tiyatrosu. Ön yüzündeki heykeller acı, kalite, nefret ve aşkı simgeliyormuş. Porto'nun en sanat dolu gösterilerinin yapıldığı tiyatro binası Fransız stilinde inşa edilmiş. Bakım yapıldığı için düzgün bir fotoğrafını çekmek pek nasip olmadı doğrusu.

 



Sol tarafta eski Posta Binasının bulunduğu Meydanın tam ortasında Kral 5. Pedro'nun 1862 yılına tarihlenen bir heykeli var. Batalha Meydanı trafiğe kapalı, sadece şehrin popüler yerlerini gezdiren nostaljik tramvaylardan 22 numaralı olanı buradan kalkıyor. Meydandaki banklar, baharı aratmayan bu güneşli Pazar gününün keyfini çıkarmak isteyen insanlara ev sahipliği yapıyor. Daha çok yaşlı erkeklerin ağırlıkta olduğu misafirler gelip geçenleri dikkatlice süzmeyi, özellikle de benim gibi yabancı olduklarını anladıklarında ise gülümseyerek selam vermeyi ihmal etmiyorlar. Samimi ve kibirsiz insanların gösterişsiz şehri Porto'yu her geçen saat daha fazla sevmeye başladığımı söyleyebilirim.

 

  



Porto'ya geldiğim andan beri ilk kez bir Türk restoranıyla da Batalha Meydanında karşılaştım: Uludağ. Fotoğraflarını çektikten sonra içeriye girip Türkçe selam verdim ve aynı şekilde karşılık almakta gecikmedim. Az sütlü neskafemi söyleyip dışarıdaki masalardan birisine oturdum. Kahvemi içip notlarımı toparlarken dükkana gelen birisi hoş geldiniz diyerek müsaadeyle yanıma oturdu. Ahmet bey, mekanın sahibi. Muş'lu. Uzun yıllar olmuş Porto'ya geleli. Yedi ay önce de oğlu Selçuk'u getirtmiş Porto'ya ama Onun gelişi biraz karışık biraz dolambaçlı. Detaya girmeyelim daha iyi. Az sonra mekana ilk geldiğimde bana kahve servisini yapan Nihat Bey da geldi masaya. Uzun uzun sohbet ettik. Sohbetin uzamasında Nihat Bey'in yaptığı demleme çayın etkisi çok büyüktü tabi. Saat 13.15'te müsaade isteyip yanlarından ayrıldım. Ne kadar ısrar ettiysem de kahve ve çaylar için ücret almadılar. Yurdum insanı, güzel huyumuz kurusun...



 

  



Meydandan aşağıya doğru devam ettiğimde Ildefonso Kilisesi beni karşıladı. 1709-1739 yılları arasında inşa edilmiş olan çift çanlı kilisenin ön cephesini kaplayan mavi çiniler ise 1932 yılında kaplanmış. Çiniler her zamanki gibi kutsal kitaptan bir şeyler anlatıyor olsa gerek. Maalesef Porto'da bazı kiliseler bir tür öğle tatiline girdiği için içeriyi gezme fırsatım olmadı. 

Porto gezim boyunca farklı zamanlarda birkaç gez uğradığım ünlü alışveriş caddesi Santa Catarina Batalha Meydanına kadar geliyor. Caddede dünkü hareketlilikten eser yok. Dükkanların neredeyse tamamı kapalı, sokak bomboş. Ama benim için esas sürpriz Porto'nun dünyaca ünlü mekanlarından birisi olan Cafe Majestik'in de kapalı olması. Sizin anlayacağınız Porto'nun "mutlaka yapılması gerekenler" listesinde yer alan mekanda bir kahve içmek nasip olmayacak. Kısmet...

 

  

Hedef dün akşamki gibi metro ile karşı tarafa geçip köprü ve Porto'nun fotoğraflarını çekmek olunca yolum Bolhao metro istasyonuna düştü. Kısa yolculuk sonrasında vardığım Luis Köprüsünden çektiğim fotolar dün geceye göre oldukça güzel oldu diyebilirim. Duoro Nehri, Gaia ve Ribeira tüm çıplaklığıyla karşımda poz veriyorlardı sanki. Fotoğrafçılıktan çok anlamam ama sanki güneşin konumu ve saati de buradan fotoğraf çekmek için son derece uygundu herhalde.

 

Aynı hattaki metroyla önce Trindade durağına daha sonra da Dragao tren istasyonu yönüne giden metroya binerek Heroismo durağında indim. Burada ne işim mi var? Askeri Müzeyi gezmeye geldim elbette. Müze Pazar günleri 14.00'da açılıyor ve Porto kartımın süresinin dolmasına 20 dakika kala kapının önüne geliyorum. Müzenin kendisi de bulunduğu semtte oldukça sakin, turistik değil yani.

Heroismo caddesinde yer alan Askeri Müze (Museu Militar do Porto) 1980 yılında açılmış. Elimdeki notlar 16 ve 20. yüzyıllar arasındaki döneme ait hafif silahlar, kıyafetler, üniformalar ve özellikle de minyatür asker figürleri koleksiyonlarının olduğunu söylüyor. Giriş ücreti 3 € ama Porto Karta 1 €. Kapalı bölümün neredeyse tamamı camekanların ardında sergilenen minyatür asker ve silah maketlerine ayrılmış. Bizim çocukların küçük oyuncak askerleri gibi. Açık alandaki bahçe bölümünde ise birkaç top, makineli tüfek var. Bahçeden geçilen kapalı hangar alanında ise orijinal formunda bir siper, birkaç silah, uçak ve bolca kıyafet sergileniyor. Böyle yerler her zaman ilgimi çeker ama bana göre dahi buraya gelmek boşa vakit harcamak olur. Benimde geldi-gitti derken bir saatim boşa gitti.

  

 

  



Mezarlığın karşısındaki otobüs durağından 400 nolu otobüsle Sao Bento tren istasyonunun oraya geldim. Oradan da Loios Meydanına gelerek 202 nolu otobüse binerek Praça de Mousinhode'ye geldim. Halk arasındaki adıyla Rotunda da Boavista, Porto'nun en büyük meydanı. 19. Yüzyılın sonlarında oluşturulan meydan ismini Portekiz adına Afrika'da savaşan bir askerden alıyor. Ortasında kocaman bir park olan ve daire şeklinde araçların işlediği meydan gerçekten çok büyük. 

Meydanın tam ortasında devasa bir sütun anıt var. 1808-1814 yılları arasında Napolyon komutasındaki Fransızlarla İngiliz, İspanyol ve Portekiz kuvvetleri arasında gerçekleşen Yarımada Savaşının sonunda Portekiz ordusunun Fransızları topraklarından çıkarması anısına 1951 yılında dikilmiş. Sütunun en tepesinde Portekiz'i temsil eden aslanın Fransa'yı temsil eden kartalı ayaklarının altına aldığı bir figür var. Bunun dışında sütunun dört tarafında ve ara bölümünde savaştan kahramanlık hikayelerinin resmedildiği figürler bulunuyor.

 

  

Meydanda biraz turlayıp birkaç fotoğraf çektikten sonra meydanın karşı tarafında yer alan ve Porto'nun en popüler binalarından birisi olarak kabul edilen Casa da Musica'ya geldim. Hollanda'lı mimar Koolhaas tarafından yapılan ve 2005 yılında hizmete açılan bina bembeyaz mermerden garip bir mimariye sahip. Yamuk desem değil, sekizgen desem hiç değil ama ilginç olduğu kesin. Dış tarafındaki bölümde kaykaylı ve bisikletli gençler buna uygun yapılmış rampalarda gösteriler yapıyorlar. Yıl içinde klasik müzikten yerel seslere kadar pek çok organizasyona ev sahipliği yapan Müzik Evi mükemmel akustiğe sahip 1300 kişilik bir konser salonuna sahipmiş. Aynı zamanda çatı katında da keyifli manzaralı bir restoran olduğunu yazıyor elimdeki kaynak. Dilerseniz rehberli turla da gezilebiliyor. Ben denemedim ama meraklısı için giriş ücreti 4 €, Porto Kartınız varsa sadece 2 €.

 

  

Atlantik Okyanusunu izlemek ve Porto'nun şehir merkezine 8-10 km. mesafedeki deniz kenarı bölgesi Foz'u ziyaret etmek amacıyla Boavista Bulvarından 502 no'lu otobüse bindim. Elimdeki haritayı inceleyince normalde inmem gereken duraktan iki durak önce inerek Parque da Cidade'yi gezmeye karar verdim. Porto Şehir Parkı 83 hektarlık alanıyla sadece Porto'nun değil tüm Portekiz'in en büyük yeşil alanıymış. İlk bölümü 1993'te açılan parkın tamamlanması 2002'yi bulmuş. Parkın içinde yaklaşık 10 km.lik bir yürüyüş yolu bulunuyor. Ayrıca ücretsiz internet hizmeti de var. En az üç farklı göleti sayabildim. Bahardan kalma bu güzel havada insanlar parkı doldurmuşlar. Kimisi ördeklere yem atıyor, kimisi top oynuyor, kimisi bisiklet biniyor, kimisi de tembelliğin keyfini çıkarıyor. Deniz çok yakın olduğu için göletlerde martıları da izlemek mümkün.

  

Parkın içinde belki de bir saate yakın dolaşmama rağmen daha göremediğim bölümleri olduğunu söylemeliyim. Nihayet parktan dışarı çıktığımda devasa Gonçalvez Zarco Meydanı ile birlikte uçsuz bucaksız Atlantik Okyanusu da beni selamlıyordu. Meydanın ismi Madeira Adalarını da keşfeden ünlü kaşif Joao Gonçalvez Zarco'dan geliyor. Tam ortasında ise Kral 4. Joao'nun at üstünde devasa bir heykeli var. Yalnız meydanın her tarafı trafiğe açık olduğu için deniz kenarındaki bölüm hariç rahatça seyretmek ve fotoğraf çekmek mümkün olmadı. Meraklısı için buraya şehir merkezinden 502 no'lu otobüs yanında 200-202 ve 203 no'lu otobüslerin de geldiğini söyleyeyim.

  Meydanın bir tarafında tüm dünyada farklı şehirlerde bulunan Sealife Akvaryum zincirinin Porto ayağı var. 2009 yılında açılmış olan devasa akvaryum için 13 € giriş ücreti ödemeniz gerekiyor. Ama Porto kartınız varsa "bir bilete iki kişi" gezebiliyorsunuz. Zamanım çok fazla olmadığı için akvaryum gezimi bir başka bahara ya da şehre bırakarak deniz tarafından yürümeye başladım.

 

  



Meydanın Atlantik kenarında yer alan Quijo Kalesi savunma amaçlı olarak 17. yüzyılda inşa edilmiş. "Ouijo"nun kelime anlamı peynir demekmiş. Kale ilk yapıldığında bir peynir tekerleği şeklindeki kayamım üzerine oturduğu için halk tarafından bu isim verilmiş. Aslında kalenin resmi ismi São Francisco Xavier Kalesi. Oldukça büyük ve gösterişli olan kalenin dört köşesinde minik kuleler var. Ziyarete açık olmasına rağmen o kadar kalabalıktı ki denemeye bile cesaret edemedim.

Sahil boyunca Atlantik Okyanusu kıyısında yürüyüşüme başladığımda saat 16.30'du. Deniz kenarı upuzun gidiyor ancak her tarafı denize girmeye müsait değil. Yer yer ciddi büyüklükte kayalar sahili kaplamış vaziyette. Manzarası güzel noktaların hepsi büfe ya da kafeteryalar tarafından tutulmuş vaziyette. Denizin yakın bölgesinde yelkenli yarışları yapıldığı için belirli bir kalabalık takip ediyordu. Çok güzel bir sahil düzenlemesi yapılmış. Plajlar, ahşaptan yürüme yerleri, kafeler, sahil tarafında daha fazla hakim olan ağaçlar. Tek göz kirliliği yaratan unsur kara tarafında yer yer 7-8 kat yüksekliğindeki apartmanlar. Tıpkı bizim deniz kenarı şehirlerinde olduğu gibi. Zaten Porto pek çok açıdan İzmir'e, İstanbul'a ya da herhangi bir deniz kenarı şehrimize benziyor.

 

  

Zarco Meydanından Douro Nehri'nin denizle birleştiği noktaya kadar Foz bölgesi ve sahili yaklaşık 2,5 km. boyunca gidiyor. Bir süre sahilde yürüyerek güneşin ve iyot kokusunun keyfini çıkardım. Daha sonra 500 no'lu otobüs denk gelince beş-altı duraklık mesafeyi yürümeyeyim diyerek bindim. Ne mümkün! Trafik nerdeyse hiç ilerlemiyor. Bir durak mesafeyi 10 dakikada alınca "oğlum Hakan sen en iyisi yürü" dedim ve ikinci durakta indim. Kalabalık olan sadece araç yolu değil. Yürüyüş yolunda da bir o kadar yürünmesi zor. Kim bilir yazın yüksek sezonda buralar nasıl olur diye düşünmeden edemedim doğrusu..

  Otobüsten çok önce yürüyüş yolunu tamamlayarak Douro Nehrinin denizle birleştiği noktaya 16. yüzyılın sonunda inşa edilen Sao Joao Baptista Kalesine ulaştım. Yıllarca farklı amaçlara hizmet etmiş olan kale bugün için Milli Savunma Enstitüsü'ne ev sahipliği yapıyor ve hafta sonları ziyarete kapalı.

 

  

Bölge küçük bir sahil kasabası havasında. Minik limanda balıkçı kayıkları, palmiye ağaçlarının süslediği küçük parklar, akşam güneşinin keyfini çıkarmak için kafeleri mesken tutmuş insanlarla fazla bizden bir yer havası hakim. Bir süre sahilde oturdum ve Douro Nehri ile Atlantik Okyanusunun öpüştüğü noktayı ve karşı kıyıları izledim. Saat 17.30...

  500 no'lu otobüsle yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuk sonunda Loios Meydanına geldim. Hava yavaştan kararırken niyetim Clerigos Kulesinin arka tarafındaki bölgeye giderek Gomes Teixeria Meydanı gezmek.  Meydan pek çok şeye ev sahipliği yapıyor. Bir köşede masmavi dış cephesi ile birbirine bitişik Carmalitas ve Carmo Kiliselerini gözlerken diğer tarafta ise Porto Üniversitesine ait Doğal Tarih Müzesini izleyebiliyorsunuz. Her ne kadar hafta sonları ziyaret etme imkanı olmadığı için bu şansı bulamasam da elimdeki notlar ücretsiz olarak gezilebilen bu müzeye birkaç dakika ayırmayı tavsiye ediyor. Müzenin hemen önünde ise dört tarafındaki aslanları ile Aslanlı Çeşme yer alıyor.

  

Biraz ilerideki Carlos Alberto Meydanının tam ortasında bulunan heykel ise birinci dünya savaşında hayatını kaybeden Portekiz askerlerinin anısına 1928 yılında inşa edilmiş. Meydanın bir diğer önemli binası ise pek çok kültürel etkinliğe ev sahipliği yapan Carlos Alberto Tiyatrosu. Meydana açılan trafiğe kapalı Cedofeita Caddesi ise Porto'nun en bilinen caddelerinden birisi. Her iki tarafındaki dükkanlar Pazar günü olmasının etkisiyle kapalı olduğundan oldukça sakin bir havada yürüyüşüme devam ettim. Bu caddeye açılan ara sokaklarda Porto'nun önemli sanat galerileri yer alıyormuş.

  



Geriye dönüp tren garının oradan 901 no'lu otobüse binerek nehir kenarındaki Ribeira'ya geldiğimde saat 19.00 olmuştu. Son kez akşam karanlığında nehir kenarında dolaştım ve bol bol fotoğraf çektim. Gündüz ana-baba günü gibi olan Ribeira Meydanında in cin top oynuyordu adeta. Sezon dışı olması nedeniyle kafe ve restoranların bir bölümü de Pazar günü kapalı. Tam Luis Köprüsüne yakın en sondaki mekan olan Mira Douro'nun hafif yüksek teras bölümünde nehre karşı Super Bock 33'lük biramı içerken (2 €) notlarımı da toparladım. 

24 saat geçerli olan ulaşım biletimin süresinin bitmesine üç dakika kala bindiğim feniküler beni daha önceden aşina olduğum Uludağ Restoranın yoluna çıkardı. Ahmet bey yok, Nihat bey muhabbetle karşıladı. Selçuk ise yukarıda arkadaşlarıyla sohbette. Bir döner söyledim, yanında da patates. Lezzeti gayet iyidi. Döner Almanya'dan dondurulmuş olarak geliyormuş. Selçuk Muhammet Ali diye bir arkadaşıyla tanıştırdı. Erasmus kanalıyla 5 aylığına gelmiş Porto'ya. Ankara Siyasal 4. Sınıfta okuyormuş. Uzun uzun sohbet ettik. Daha sonra Ahmet bey de katıldı sohbetimize.Çaylar, kahveler, tatlılar derken satı 22.00 yaptık. Bir sonraki gün erken saatte yolculuk olunca müsaade istemek farz oluyor. "Peki borcum?" diye sordum, "Yok" dediler. Tüm ısrarlarıma rağmen sadece dönerin ücreti olan 4 €'yu kabul ettirebildim. Gerisi Selçuk'tan ikram kategorisinde oldu.

 

  

 

 

  

Ara sokakları da gezerek otele varışım 22.30'u buldu. Ocak ayının sonunda akşam vakti harika bir hava vardı şehirde. İki gün boyunca şans benimle birlikteydi ve tek bir damla yağmur yağmadan ve soğuk olmadan gezinin sonuna gelmiştim. Notlarımı toparlayıp sabah 10.45'te kalkacak uçağıma geç kalmamak amacıyla becerebildiğim kadar erken yattım. Zaten tüm günün yorgunluğu üzerime çökmüştü bile...

Porto, bir hayal gibi nice zamandır görmek istediğim bir şehirdi. Kısmet Lüksemburg'da olduğum zamana denk geldi. Dar, eski ve dökük sokaklardan oluşan tarihi merkezde dolaşmak, dünyaca ünlü Porto şarabının tadına bakmak, bir boğaz havasında salına salına akan Douro Nehrinin keyfini çıkarmak, Atlantik Okyanusu'na fiyakalı bir selam çakmak, gerçek Porto'lu olduğu iddia edilen "francesinha"yı denemek, hiç bilmediğin bir dilde "fado" denilen müziği dinlerken sanki her mısrasına eşlik edecekmiş gibi hissetmek, yeni dostlarla tanışmak ve en önemlisi de tüm bunları yaparken sanki kendi ülkendeymiş gibi hissetmek müthiş güzel bir deneyimdi. Porto'yu çok sevdim...Zaten sevmeye gelmiştim, bunu biliyorum...Tek eksiğim buralara kadar gelmişken programa Lizbon'u da dahil etmemek oldu. İnşallah o da başka bir sefer... Bence hangi yaşta ve koşulda olursanız olun Porto'yu mutlaka görün. Eminim pişman olmayacaksınız...

  Seyahatle kalın...

 






 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(17 Mayıs 2015)
Hakan bey 5 ay önce THYdan ekonomik bilet bulunca almıştım.Geçen hafta 1 haftalık Porto Lizbon gezisi yaptık, arkadaşım ve kızıyla.Daha önceden sizin bu yazınızı da okumuştum.Gitmeden bu yazı ve gezi rehberinizi de incelemiştim.Her zamanki gibi ilham verdi bana.O kadar çok beğendik ki Porto ve Lizbonu, görmek için planladığımız Sintra, Fatima, vd. vazgeçtik.Porto ve Lizbona doyamadık çünkü.
Asuman Erten
(04 Ekim 2012)
Bir kasaba bu kadar mı güzel anlatılır, bu kadar mı yaşatılır... Kaleminize sağlık!Yazınızı okuduktan sonra Portekizi ve bu güzel kasabayı mutlaka görmeliyim diyorum. Teşekkürler...
TAMER
(03 Ekim 2012)
Sevgili Hakan, yine çok güzel bir yazı olmuş eline sağlık... Gezi listem gitgide kabarıyor... Porto yu da bu listeye hemen ilave ettim bile, teşekkürler...
Setenay Süzer
(02 Ekim 2012)
Merhaba Hakan Bey,
Ne iyi,iki gün gezip görerek Portonun hakkını tam vermişsiniz.Tek eksik olarak,kırmızı ahşap merdivenleri ile şehrin ikonlarından sayılan Lello kütüphanesini kaçırmışsınız, Pazar günü kapalıydı mutlaka..Mil karşılığı biletimize,THY nın Pazar günü dönüş vermemesi yüzünden bir güne sığdırdığımız gezimizde ünlü şarap turunu yapamamıştık ,detaylı anlatımınız ve güzel fotograflarınız sayesinde hem eksiğimizi tamamlamış hem de Avrupanın kendine has bu özel ve güzel şehrini tekrar gezmiş oldum.Paylaşımınız için çok teşekkürler.
NEŞE
(02 Ekim 2012)
Hakan,çok teşekkürler,senin yazıların içinde en çok keyif aldığım yazı diyebilirim...Belki de gitmek niyetiyle okuduğum için öyle hissettim..Portekiz in dev deniz imparatorluğu sonucu sömürgelerden gelen zenginlik kendini kiliselerde belli ediyor galiba...Ben Gaia ya bölgesini de çok sevdim,hele şarap tadımı tam bize göre...Portekiz gezisi için beni kışkırtıyorsun..ellerine sağlık