Arabamla Dünya Turu – Arjantin 6 (Paso Garibaldi, Ushuaia)


Önceki yazıda bahsetmedim ama, Tierra Del Fuego’ya geçmek üzere Punta Delgada’nın feribot iskelesi Balsa’ya gelmek için önce Şili’ye giriyorsunuz; biz de girdik. Sallana mallana Macellan Boğazı’nı da aştık ve Ateş Toprakları’na ayak bastık. Önce Ateş Toprakları adının nereden geldiğini anlatayım. Sonra da, buranın esas sahiplerinin hazin öyküsünü…

Dünyanın dibindeki bu adanın bilinen ilk sakinleri Selk’nam ve Yaghanlar. Yaghanlar, bölgenin ağır koşullarına rağmen (ki, Antarktika’ya dünyanın her yerinden daha yakın bir bölgede, dolayısıyla herkese göre çok daha soğuktaydılar), tümüyle çıplak yaşıyorlardı. İddialar,’normal insanlar’a göre vücut sıcaklıklarının 1 derece daha fazla olduğu yönünde. Geceleri bile, açıkta ve üzerlerine herhangi bir şey örtmeden uyurlarmış. Tek yaptıkları, vücutlarını hayvan yağı ile kaplamak ve ısı transfer yüzeyini azaltmak için, olabildiğince ‘cenin’ pozisyonunda durmak. Ancak, esasen soğuğa karşı direnmelerini sağlayan, her zaman ve her yerde (adalar arasında seyahat etmekte kullandıkları kanolarında bile), yaktıkları ateşin etrafında ısınıyor olmaları. İşte, bu kadar insanın (aslında, topu topu 3,000 nüfusları olmuş, en kalabalık zamanlarında bile) ısınmak için orda-burda yaktıkları ateşleri denizden görünce, bu yüzlerce ateşin yandığı kara parçasına Tierra del Fuego, yani ‘Ateş Toprakları’ demiş, ‘medeni insanlar’.

Avrupalılar’la ilk tanışmaları Ferdinand Macellan’la olmuş. Daha sonraları da, bölgeye gelen misyonerlerle… Onların bu ‘edepsiz’ çıplaklıklarını düzeltmek, ‘medenî’ insanlar haline getirmek isteyen misyonerlerin Yaghanlar’a gösterdikleri yakın ilgi hayatlarına malolmuş. Hiç alışık olmadıkları hastalıklarla kırılmışlar; sayıları hızla azalmış. En son gerçek Yaghan da 2005 yılında ölmüş. Böylece soğuğa dayanıklı bu ırk da yok olup gitmiş; tüm kültürü, dili ile birlikte.

Selk’namlar, ya da Onalar da, Yaghanlar gibi, Güney Amerika’nın bu en uç noktasına ulaşabilen iki Mongoloid ırktan diğeri. Onların hikâyesi biraz daha hazin. Yokoluşları doğal şartlardan çok; iki ayaklı, medeniyet timsali, yeni ‘toprakdaşları’nın etkisiyle olmuş. Güney Patagonya ve Tierra Del Fuego’nun hayvancılık açısından verimli topraklarını işgal eden batılılar, buralarda koyun yetiştiriciliğine başladıktan sonra, eski avlanma sahalarına kurulan estanciaları (besi çiftlikleri) yeni av sahaları olarak düşünmüş, Selk’namlar. …ve başlamışlar, yeni türeyen bu leziz ‘av hayvanlarını’ avlamaya; yani, çiftlik sahiplerinin koyunlarını. O zamanlar, sürüden hayvan çalmanın ya da öldürmenin cezası ağır; ‘vahşi batı’ kanunları geçerli, malûm. Hayvanlarının avlandığını farkeden çiftlik sahipleri de, Selk’namlar’a karşı kıyım başlatmış. Bir çift Selk’nam kulağına ödüller konulmuş. Başta bu işi Selk’nam öldürerek yapan kafa avcıları, zamanla daha vicdanlı davranır olmuşlar. Bu sefer ortalıkta kulaksız Selk’namların dolaştığını gören çiftlik sahipleri, ödül şartlarını değiştirmiş ve bir çift kulak yerine, Selk’nam kafası istenmeye başlanmış. İşte bu da Selk’namlar’ın kıyımını başlatmış. Bu kıyımın en büyük sorumlusu da Romen asıllı mühendis, maceraperest ve kâşif Julius Popper. Kendi kurduğu küçük ordusuyla başlattığı ekspedisyonda, Tierra Del Fuego’da büyük altın madeni bulan ve çıkaran Popper, burada kendi çapında bir krallık kurar. Kendi parasını ve pullarını basar. Onun başlattığı Selk’nam katliamı tam bir soykırıma dönüşür. Sonunda, Selk’nam nüfusu da bu şekilde yok olur, gider.



İşte, bu topraklara ayak bastığımda, okuduğum bu hikâyelerin etkisiyle bakıyorum, etrafa. Buenos Aires’ten sonra girdiğim tüm Patagonya, kilometrekarelerce yayılan estancialarla dolu; aynı burada olduğu gibi. Onbinlerce besili ve her biri uzaktan pofuduk birer yün yumağı gibi görünen koyunun yayıldığı, serbestçe otladığı topraklar. Yavrulama zamandayız. Her birinin peşinde birer-ikişer kuzusu, annelerinin memelerine yapışmak için koşturup duruyor.

Adaya ayak bastığınızda hala Şili topraklarındasınız. Ancak, Ushuaia’ya doğru biraz sonra yeniden sınır geçip Arjantin’e giriyorsunuz. Paso Garibaldi’ye (Garibaldi Geçidi) doğru virajları tırmanmaya başladığımda, yağmakta olan yağmur kara dönüştü. Zirveye doğru ciddi bir tipi oldu. Velhasıl, buralara daha bahar gelmemiş. Biraz erken düşmüşüm ben buralara.


Paso Garibaldi’den Lago Escondido’nun görünüşü


Bu da kıyısından…

Akşam saat yedi buçuk gibi girdim, Ushuaia’ya. Hiç de beklediğim gibi bir yer değil. Ben ufacık, insanların hiç uğramadığı, kendi yağıyla kavrulan bir balıkçı kasabası bekliyorum. Halbuki burası kocaman, lüks otelleri, restoranları, barları olan büyük bir liman kenti. Birkaç otele girdim çıktım, fiyatlar da el yakıyor. “Dünyanın dibine gelmenin bedeli” diye düşünüp, bir tanesine yerleştim. Akşam, bir hedefe daha ulaşmanın şerefine, koca biftekli ve şaraplı bir kutlama yaptım, kendi kendime. Yalnız gezmenin sıkıntısı da bu işte; kutlamaları bile tek başınıza yapıyorsunuz.


Arkada gördüğünüz suda bundan 10 gün öncesine kadar tanıdık bir tekne demirliydi

Ertesi gün, Lando’nun artık zamanı geçmiş motor yağını değiştirmem lâzım. Uzun aramalardan sonra, sıranın az olduğu bir yağ değiştirme atölyesi bulabildim, şehrin biraz dışında. Sonra da, Ushuaia’nın 12km güney batısındaki Lapatai’ya gitmek için zaman çok geçmiş gibi geldi. Geriye, Punta Arenas’a, bu sefer de kıtanın en dip noktasına doğru yola çıktım. Kötü yapmışım, aslında. Halbuki, ‘dünyanın dibi’ tabelası Lapatai’deymiş. Ne yapalım!



Ushuaia : Dünyanın Dibi.

Ushuaia, dünyada sürekli yaşamın olduğu en güney enlem değil, aslında. Ondan daha güneyde, Ushuaia’nın karşısındaki Isla Navarino’daki (Navarino Adası) Puerto Williams var. Ama oraya haftada bir feribot kalkıyor. ‘Dünyanın dibi’ne gideceğim diye, 1 haftamı buralarda geçirmek niyetinde değilim. Ama, simgesel olarak, dünyanın dibi olarak Ushuaia kabul ediliyor. Yani, tüm dünyada arabayla ulaşabileceğiniz bundan başka güney yok. Ben de oraya vardım, işte!


Ushuaia’dan birkaç görünüş


Bu da genel görünüş. Arkada, karla kaplı tepelerin bulunduğu yer de Navarino Adası. Aradaki da, adını Kaptan FitzRoy’un gemisinden alan, Beagle Kanalı

Ushuaia’dan ayrılıp, aynı yoldan adaya ayak bastığım feribot iskelesine doğru yola çıktım.