Mastika Mastika...Sakız Adası 1 (Merkez)


Adalar merakımız gittikçe artan bir hızla devam ediyor. Yeşil pasaportun vize kolaylığı, Yunanistan daki krize rağmen hala bizden daha ucuz olan fiyatları, halkın bizlere yakınlığı ve para kazanma sevdasının politik kaygıları yok etmesi bizi bu ülkeye ve özellikle bize komşu adalara çekiyor.

Geçen yıl Midilli ve Meis, bu yıl Kos u ziyaret ettikten sonra şimdi de hedefimiz Sakız adası. Aylar süren araştırmalar sonucunda bilgilerimi topladığım minik defterim de geziye hazır… Yine 40 yıllık dostlarımız iki aile ile birlikte 6 kişiyiz. Grup kaptanı olarak buluşma noktamızı Çeşme limanı olarak saptadım.
 

 

 

Son yılların moda tatil yeri Çeşme gerçekten de güzelleşmiş, yeni Marina, lokantaları, kafeleri, şık dükkanları ile İtalya ve Fransa daki benzerlerinden farksız, tabii fiyatlar da…Çeşme limanı Ulusoy tarafından işletiliyor, modern, şık ve temiz, bizi Sakız a götürecek Ertürk feribotu da buradan kalkacak akşam 18.30 da…Limandaki zengin Free Shopdan dönüşte bir şeyler alabiliriz, valizleri şimdiden ağırlaştırmaya gerek yok. Ertürk feribotu ile günler önceden konuştum, gidiş-geliş bilet ücretini 20 € dan 16 € indirdiler, böylece adam başı bir kahve parası ikramları oldu diyebilirim…
 

 

Akşamın ışıkları Çeşme kalesi üzerine düşmeye başlarken feribotumuzda demir aldı, hava biraz rüzgarlı ama bizim gibi İstanbul lodoslarına alışık olanlara göre vız gelir bu rüzgar. Yolculuğumuz tam bir saatte sonlanıyor, teknemiz Sakız dalgakıranı içinde gümrük önüne yanaşıyor, bizler, iki görevlinin yerleştiği bankolar önüne diziliyoruz, işlemler kötü gümrük binasının yarattığı etkiyi yok ederek çabuk bitiyor. Sağ duvarın önünde şık bir stand hazırlamışlar, süsleyip, püslemişler, kocaman harflerle Türkçe olarak “Sakız a hoş geldiniz” yazıyor, standa birçok Türkçe broşür bırakılmış adayla ilgili…Ne günlerden nerelere geldik, nasıl dostça karşılanıyoruz burada!
 

 

Kalacak yerimizi bulabilmek için çok uğraştım, çünkü rezervasyon yapabileceğim internet sitelerinde ya büyük oteller, ya da deniz tatili için sahil köylerindeki konaklamalar yer alıyor, halbuki biz şehir içinde olsun, büyük otel olmasın, merkezi olsun, ucuz olsun gibi sonu gelmez isteklere sahibiz...Neyse ki tam isteğimize göre bir yer buluyorum ve bir aile işletmesi olan Chios Holiday Roomsla yazışarak oda başı (iki kişi) 40 € ya 6 gece için anlaşıyorum. Konaklama 6 gece, oda sayısı da 3 olunca bu fiyatı veriyor Bay Miskis..Deniz hevesimizi Yalıçiftlik de fazlası ile aldık, bu güzel adayı tanımak, gezmek istiyoruz, molalarda da serinlemek için denize girebiliriz.

Limana çok yakın, kordonboyunun hemen arkasındaki (Rodoi,10) aile işletmesi otelimize yerleştikten sonra şimdi yemek zamanıdır! Yunanlılar akşam yemeklerini geç saatte yediklerinden ortalık henüz boş. İlk geceden hemen deniz mahsullerine atlamayalım hesabı ile, Kordonun güney tarafındaki et lokantası “Konaki”ye oturuyoruz. İçerde 3 adet dev gibi döner çevriliyor, tavuk, domuz ve koyun etlerinden, tam onun arkasındaki kömür ocağında bir kuzu dönüyor kocaman şişe geçirilmiş…Patlayıncaya kadar yenilip içiliyor, 2 kişi, bahşiş dahil,33 € ödüyoruz.

 

Yemeğin üzerine sahilde birer “mastika likör”=sakız likörü iyi gider. Chios =Sakız adası, yüzlerce yıldır ekonomisini bu güzel kokulu maddeye bağlamış, ilaçta, kozmetikte ham madde olarak kullanılıyor, zor elde ediliyor, iyi para kazanılıyor, böyle üretim yapılan adalarda da turizm çok gelişmiyor, çünkü para getirecek ham madde var. Midilli nin zeytinyağı ve uzosu neyse, burada da sakız var para getiren. Bizim sakız, onların dilinde “mastika”nın girmediği ürün yok, kremden şampuana, reçelden sabuna, rakıdan liköre, lokumdan yoğurta kadar her şeyin içinde “mastika” var…Kooperatifler şık satış mağazaları yapmışlar, bin türlü ürünü satıyorlar, ayrıca hediyelik eşya satan dükkanların en güzel raflarında da bu ürünler yer alıyor.

 

Bizim yolculuğumuzdan hemen önce adayı etkileyen, ”yüzyılın yangını” dedikleri muazzam yangın, adanın güneyindeki sakız ağaçlarını da etkilediğinden “mastika borsası”nın yükseleceğini söylüyorlar. Adanın güneyindeki bu bölgelere gittiğimizde göreceğiz bakalım…

Otel fiyatımıza kahvaltı dahil değil, kordon boyunda, köşemizdeki kahvede ıspanaklı börekler çok güzel, kişi başı 5 € ya buralarda sabah kahvaltısını bu şekilde yapmak mümkün.

 

Otelimiz çok güzel bir yerde, her yere yakın, buzdolabı, kliması, tv ve internet bağlantısı bize kolaylık sağlıyor, çok da temiz. Tam arka sokağımızda bulunan Mecidiye camii, şimdinin Bizans müzesi yeni günümüzün ilk durağı..1843 de Sultan Abdülmecit Sakız a bir ziyaret yapar ama Kalenin dışında namaz kılacak bir cami bulamaz, İstanbul a döndükten sonra 1846 da tamamlanacak olan bu caminin yapılmasını emreder. Mimar Yunanlı ve eski bir kilisenin yerine yapılmış, kitabede camiinin sahilde olduğu yazılı ama bugün bayağı içerlerde kalmış. Mecidiye camiinde muazzam bir restorasyon çalışması var, bir inşaat şantiyesi halindeki avluda güzel bir çeşme dikkati çekiyor, var olan minare toptan yıkılmış, tüm fotolarda mevcut halbuki, herhalde temelden yeniden inşa edecekler (inşallah).

Bugün Bizans müzesi olan camiye 2 € luk biletle giriyoruz. İçerde çok çeşitli Bizans kiliselerinden buraya taşınmış, büyük boy freskolar görüyoruz, mihrabı ve minberi korumuşlar ama müze olarak zengin değil. Mecidiye camii, kentin tam merkezindeki Vounaki meydanının tam karşısında yer alıyor. Bu meydanda valilik, belediye, bankalar, otobüs durakları ve eski bir hamam olan belediye sergi salonu var. Vounaki meydanın tam ortasında, Atina-plaka daki Lysistrati anıtının bir benzeri olarak yapılan zarif çeşme var.

 

 

Bütün bu binaların ve meydanın arkasında da asırlık palmiye ağaçlarının süslediği “Halk bahçesi” veya bizim “belediye parkı” diyebileceğimiz güzel bir park var. Bence bu park fotolarından çok daha güzel, dev palmiyeler çok hoş…Parkın tam ortasında 1822 deki olaylarda Osmanlıya isyan bayrağını taşıyan ünlü denizci Kanaris in 1972 de yapılan heykeli var.

Parkı dolaştıktan sonra kentin kalbinin attığı Aplotarias sokağına bir bakalım… Yunanca “sermek” fiilinden geliyor bu sokağın adı ve burası ticaretin, alışverişin kalbi. Eskiden buraya serilen halılar ve ipekli kumaşlar yüzünden bu adı almış.
 

Binalar geleneksel, 2-3 katlı, bazıları Osmanlı izleri taşıyor, canlı bir alış-veriş sokağı, buraya açılan ara sokaklar da bizim herhangi bir Ege kasabamızdan farksız, plastikçiler, tenekeciler, aralarda kahveler. Sıcak yaz günlerinde hava akımı olan dik kesen sokaklara minik kafeler yapmışlar, koridor gibi esiyor, bizim beyler buralarda sabah kahvelerini içerken biz hanımlar biraz çarşı dolaşıyoruz, onları fazla bekletmeyeceğiz, nasılsa her yer kapanacak biraz sonra saat 17.00 ye kadar…

 

Aplotarias alış veriş caddesi hafif yükselerek, sağ yöne ufak bir meydana çıkıyor, burada Sakızın ve tüm Yunanistanın en ünlü kütüphanelerinden ünlü Korais kütüphanesi, Metropolitlik kilisesi ve Yunanistanın Ege üniversitesinin Sakız adası merkezi yer alıyor, açıkçası bu meydan bir kültür merkezi gibi.

Sırada yine bir Osmanlı yapısı olan “Melek Paşa Çeşmesi “var, bu bölgeyi bitirdikten sonra da öğleden sonra kale içine geçmek istiyoruz. Harika mermer çeşme, Sakız adalı Mehmet Melek paşa tarafından 1768 de yaptırılıyor, 18 yy. Barok unsurlar son derece uyumlu bir şekilde yerleştirilmiş alınlıklara ve köşelere. Barış yanlısı ve çok adil olan paşa hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar tarafından çok sevilirdi. Bir “meydan çeşmesi” formunda yapıldığı için 4 yüzünde de kitabeler ve çeşmeler yer alıyor, ama ne yazık ki bugün bir köşeye sıkıştığı için arka cephe zorlukla görülüyor. Söylentilere göre, çeşme yapılırken halkın ağzı tatlansın diye sarnıçlarına iki varil Hollanda şekeri atılmış…Hollanda şekeri de olsa olsa, o devirde Hollanda nın sömürgelerinden gelen Şeker kamışı şekeri olmalı.
Öğleyi bulduk, artık şehrin en eski noktası olan kale içine geçebiliriz. Kaleye geçmeden önce de bir ufak tarihi hatırlatma ile geçmişe gidelim: Güzel kokulu Chios çok geç devirde Osmanlı topraklarına katılıyor,1566 da Kanuni Zigetvar a son seferine çıkmadan önce Piyale paşa komutasında 80 parça donanma gönderiyor ve üç yıldır ödenmeyen 30.000 duka altın vergiyi istiyor, amaç adayı zaptetmek değil yine de, ödenmeyen vergiyi almak, çünkü Fatih devrinden beri, sakız üretimi ile çok zengin olan bu adadan çok vergi alınıyor. Bizans adayı Ceneviz li sakız tekelcisi Maona aile şirketine devretmiş durumda zaten, Osmanlı nın muhatabı da bu ailenin, tekelci şirketin temsilcisi Giustiniani…Giustiniani Paskalya yortusunu bahane ederek Piyale Paşayı karşılamaya bile gitmiyor, borcun vadesini uzatmaya çalışıyor ama nafile. Piyale paşa 15 nisan 1566 günü gemilerini limana sokuyor ve levendler Sakız limanına giriyorlar. Halk Maona nın beceriksiz ekonomik politikasından bıktığı için de Osmanlıya çok iyi davranıyor ve ada savaşsız bir şekilde Osmanlı topraklarına katılıyor.

 


Adayı idare eden 12 kişilik Genovalı meclisi oluşturanlar, tüm aileleri ile birlikte İstanbul a götürülüyor, belgelere göre 10-15 yaş arası çocuklar İbrahim Paşa sarayına alınıp, büyükler Kırım ın Kefe limanına sürgüne gidiyor. İyi, güzel de sakız üretimi ile zengin olan ada, Venediğin de iştahını kabartıyor hep bu yüzyıllar boyunca, halkı Osmanlı aleyhine kışkırtıyor, Genovanın boşalttığı harekat sahasına el koymak istiyorlar. Nitekim,1694 yılının 8 eylülünde Venedik 145 parça gemi ile Sakız a saldırır ve alır…Padişah II.Ahmet çılgına döner, ”Bu Sakız işi, yüreğimi yaktı, bu kış geri alınmazsa bütün reisleri cezalandıracağım”der…Venedik üzerine çok ünlü bir Amiral,”Mezzomorto Hüseyin Paşa” gönderilir…Bu isme hem çok gülüyorum, hem de çok seviyorum, İtalyanca “yarı ölü” anlamına geliyor Paşanın adı, bin kere yaralandığı için İtalyanlar tarafından takılmış. Sakız açıklarındaki “koyun adaları” deniz savaşında, Mezzomorto paşa Venediklileri perişan eder ve İmparatorluk rahat bir nefes alır. 1822 ye kadar ortalık sakin…sonrasını da, sonra anlatalım ve Kaleyi çeviren eskiden su dolu hendeği atlayarak, Genovalı nın “Porta Maggiore”=ana kapı sından içeri girelim.

 

 

 

Ana kapıdan, bir kapı salonu ve tonozlu bir dehlizle ilk meydana geliyoruz, hemen sağda Ünlü Giustiniani ailesinin konutu var, “saray” diyorlar ama bence değil, 3 katlı bir taş konut, bugün müze ve sergi binası.

Etrafta bir çok harap yapı var, nedenini çözmek istiyoruz, acaba tamirat güçlüğü nedeni ile terk mi edildi, yoksa biz de de olduğu gibi mülkiyet problemleri mi var? AB den alınan paralar buraya uğramadan buharlaşıp uçmuş, restorasyona harcansaydı burası harika olurdu.
 

 

Kale meydanı sade yapılar ve eskiden burada olan bir şadırvan-çeşmenin izleri ile dolu. Bu tarihi meydanın sağ yanında eski bir Osmanlı mezarlığı yer alıyor, Mezar taşları arasında,1822 de Kanaris tarafından gemisi batırılan Amiral Kara Ali ninki de göze çarpıyor. Meydandaki basit, temiz ve düzenli “İliastra”taverna da çok hafif bir şeyler yiyerek dar sokaklara dalıyoruz yeniden. Su boruları, elektrik kabloları ortada salkım salkım, evler harap, restore edilenler çok az..

 

Bu ekonomik krizde de bundan daha fazlasını pek ümit edemiyorum doğrusu. Biraz ilerde Bayraklı camiine geliyoruz, son derece perişan durumda, yüzyılın başına ait bir yapı ama daha eski bir camiinin yerine yapıldığını yazıyor kaynaklar, yıkıldı, yıkılacak. Daha da ilerde Kale içi=Kastro nun en büyük kilisesi Aya Yorgio (Hagios Georgios)var. Piyale Paşa adayı aldığında buradaki Katolik kilisesini camiye çevirir,1881 depreminden sonra yeni bir cami yapılır, adanın 1912 de elden çıkması ile bu cami Ortodoks kilisesi olur.

Ne hikaye, her inanç burada kendine bir yuva bulmuş. Kilisenin avlusunda, camii şadırvanı kalıntıları var, dev bir çınarın altında, mermer parçalar, eski Osmanlı kitabelerinin izlerini taşıyor. Etrafta medrese odalarının harabeleri yer alıyor. Kale içi mahallesinin kuzey köşesinde yer alan büyükçe bir Hamam kompleksine geliyoruz. Bu Hamamın restore edildiğini yazıyordu broşürler. Restorasyon hemen hemen bitmiş, soğukluk bölümünün topatan kavunu şeklindeki kubbesi hiç olmamış bence, hiç böyle Osmanlı kubbesi görmedim. Yapı bir sergi salonu olacakmış, içerdeki mimar hanım ve kızı anlatıp duruyorlar…Ilık bölüm deki Alaturka tuvaletler, halvetteki göbek taşı, musluklar bile yerleştirilmiş ama kurna koymamışlar…Yapı işlev kazanınca, eminim ki daha güzel gözükecek bakan meraklı gözlere..

 


 

Kale içi sefamızın sonrası biraz dinlenme arkasından akşam yemeği keyfi geliyor. Her sahil kasabasında olduğu gibi Sakızda da kordonboyu (Egeou) güzel ve şık kafe-barlar, meşhur lokantalarla dolu. Bu lokantalardan bir tanesi olan Delfinia ya bizi çekiyor kendine. Kapısına Türkçe yazmışlar kocaman “herşey taze” diye, garsonlar Türkçe konuşmaya gayret ediyor, menüler Türkçe, bol para bırakan, bahşiş veren Türkler baş tacı ediliyor…Ahhh para sen nelere kadirsin!! Bu gece deniz mahsullerinden gideceğiz. Minik “Aterina” balıkları, Ayvalık ın papalinasının aynısı, menüde yemediğimiz ne kaldı diye bakıyoruz, yemek sonrası minik dondurmalar Delfinia nın ikramı. Gezimizin en pahalı yemeğini burada yiyoruz…iki kişi 40 € ya uzolar da dahil…KDV yeni kararlarla %16 ya çıktı, daha önceki yıllarda daha da az hesap geliyordu.

 

 

 

Sakız merkezdeki ikinci günümüzde, biraz çarşı, biraz park arkasından mayoları da alarak, otobüsle Daskalopetra=hocanın kayasına gitmeğe karar veriyoruz, gruptan “biz denize girmeyeceğiz” diyenler merkezde kalıyor ve biz 2 aile 1.50 € luk otobüs bileti alarak, Belediyenin önünden kalkan mavi otobüslere binerek yola çıkıyoruz. Belediye çalışanları grevdeler, afişler asılmış, sloganlar atılıyor, “ekonomika” kelimesi sık sık geçiyor sloganlarda. Yeşil otobüsler Meydanın kale tarafından kalkıyor ve güneye gidiyor, maviler kuzeye. Hafiften bir yunan müziği çalıyor, şoför selam veriyor, basıyor gaza.. Sakız merkezin hemen dışında restore edilen yel değirmenlerini geçip, buraya daha sonra kiralık arabayı aldığımızda gelmeye karar veriyoruz.

 

 

Vrontados kıyısı, genç palmiyeleri ve organize plajları ile dikkat çekiyor. Okulların açılması ile yazlık evler kepenklerini kapatmışlar bile, rüzgara karşı kepenkleri korumak için de kalın naylonlar, brandalar çakmışlar, kış zor geçiyor burada sanki. Biz kuzeye doğru ilerledikçe poyraz (Yunancası Voyraz) hızını arttırıyor, Daskalopetra ya geldiğimizde dalgalar da yüksekliğini arttırınca deniz hevesimizden vazgeçiyoruz…

 

 

Buraya boşuna denmemiş Daskalopetra=hocanın kayası, herhalde beni düşünerek konmadı bu isim. Yurttaşımız, koca ozan İzmirli Homeros un bu adada Volissos kasabasında uzun süre yaşadığı, ve bu mevkide de bir kaya üzerinde dersler verdiği söyleniyor. Önce sahildeki kafede sabah kahvelerimizi içiyoruz, sonra çakıl kaplı deniz kıyısı ve buradaki şirin mi şirin yazlık kulübeyi keşfediyoruz, sonra çamlık tepelere tırmanıp, Anadolunun bolluk bereket tanrıçası Kybele adına yapılmış sunağı inceleyip, daha yukarıya Hocanın kayasına tırmanıyoruz. Masif bir kaya yükseltisinin üzerindeki yaklaşık bir metre yüksekliğindeki parça, arkalıksız bir koltuk şeklinde yontulmuş, ders vermeye çok uygun bir yer haline getirilmiş…Büyük ozan beyaz togası ile oturuyor ve İlyadayı anlatıyor etrafındaki öğrencilerine….Ne hayal….Ben de beş dakika oturuyorum hocanın kayasına, çamların arasından mavi Ege gözüküyor…

 

Dönüşümüz yine otobüs ile oluyor, acıktık, sahildeki tavukçuda çok lezzetli “Tzoutzoukaki”=tavuktan yapılma sucuk köfte varmış, Aella tavukçusu bu işin ehli dediler…Kim dedi bunu ?Otelimizin tam karşı sokağında adanın en ünlü reçelcisi Rena nın reçel ve hediyelik eşya dükkanı var. Her sabah kahvaltı öncesi kesinlikle Rena ya uğruyor, son gün alacaklarımızı seçiyor ve adanın sırlarını öğreniyoruz tatlı Rena dan. Nereye gidelim, ne yiyelim hep Rena dan sorulur. Kısa boylu, hafif kır saçlı, şık Rena aşağı yukarı bizim yaşlarda, ingilizce ve Türkçeyi kendi kendine öğrenmiş,1937 de babasının kurduğu bu işi kızı ve damadı ile yürütüyor, adanın en lezzetli reçellerini onun fabrikası yapıyor. Kökeni İzmir-Bornova ya dayanıyor, sayesinde biz de Sakız sosyetesinde muhit yaptık ilerdeki günlerde…Porsiyonlarda kocaman 4 adet şiş köfte var, iki kişiye bir porsiyon söylüyor, paylaşıyoruz, çok da lezzetli, çok yaşa sen Rena…

 

 

Öğleden sonra güzel bir İmbat esiyor, sahilin tadını çıkartıyoruz, akşamüstü biraz dinlenmenin ardından yine kale içindeki İliastra ya gidiyoruz..İliastra, evlerde tavan arasında domates kurutulan, sebzelerin serildiği tahta platformlar, tahta raflarmış…Tarihi bir atmosferin ortasında ,yemekler güzel, fiyatlarda ucuz olunca pek keyif alıyoruz geceden. Biraz fiks menü gibi, adamcağız, hazırladığı her mezeden getirdi, biz ekstra bir şey söylemedik, yalnızca uzolar ilave edildi gelenlere…Sonuç, 6 kişi 84 €..Bundan iyisi nasıl olur diye düşünmeden edemiyorum. Mekanın sahibi ile sarılıp öpüşüp ayrılıyoruz. Kırk yıllık dostlar gibi…

 

 

Yarın, daha önce den Avis den ayırttığımız 6 kişilik Doblo arabamızı teslim alıp, kendimizi Sakız yollarına, güneye doğru savuracağız…

 

Şimdilik YASSAS….




 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(17 Mart 2015)
Neşe hanım Sakız adasına yazılarınız sayesinde donanımlı gideceğim.Tamer bey, yurt dışındaki gittiğim yerlerde doğanın, mimarinin, kültürün bozulmamışlığını gördükçe ülkem adına içim parçalanıyor. Bu yüzden sizin "şu adalar elimizde kalsaymış" ne güzel olurmuş sözü kulağa hoş geliyor, ancak tartışmaya açık diye düşünmeden edemiyorum. Dünya bizim ortak evimiz, kim doğru dürüst koruyabilirse onların olsun da denilebilir örneğin! Onyıllardır cennet ülkemizin kıyılarında harika dediğim yerlere 2.3. gidişimde çoğunda görgüsüz, aç gözlü oteller ve inşaatlara rastlıyorum. Of of ki of!
setenay süzer
(20 Kasım 2012)
Neşe Hanım merhaba,
Sakız adasını şahane anlatımınızla ben de birlikte gezdim sanki.Fotoğraflar her zamanki gibi usta işi ve yazı ile uyumlu, bilgilendirci.Devamını merakla bekliyorum.Bayramda yaptığımız Slovenya gölleri,Balkan şehirleri fotolarıyla uğraşıyorum,yazı için tembellik ediyorum ,özellikle Bled ve Bohinj göllerini vakit bulduğumda paylaşacağım.Çok selamlar
setenay
TAMER
(19 Kasım 2012)
Kaleminize sağlık Neşe hanım, yine ne güzel anlatmışsınız... Biraz önce bende Como dan döndüm notlarımı toparlıyordum, siteye bir bakayım dedim ve yazınızı bir solukta okudum... Keşke şu adalar elimizde kalsaymış ne güzel olurmuş... "Belki de olmazmış" diye insan düşünmüyor değil bu arada. Turizmin önemini, turisti kazıklamadan, doğayı katletmeden, eski yapıları koru öğrenebilseydik güzel olurdu evet ama...