Arabamla Dünya Turu – Senegal 1 (Dakar, Djidjack)


Ha bire ‘başladığım’ bu kıtaya bu seyahatin ikinci, seyahatler silsilemin üçüncü başlangıcındayım. …ve umarım, sonuncusu olacaktır. Yani, bir daha Afrika’ya gelmeyeceğim anlamı çıkmasın buradan ama, arabayla gelmek istemediğim de kesin.


Biraz istatistik…

Hayatımda Türkiye dışında gördüğüm 56. ülkedeyim; yani, Senegal’de. Yine, hayatımda Afrika’da gittiğim 7. ülke. Bu seyahate başladığım 6 Mayıs 2009’dan beri ise 27. ülke oluyor burası. Daha başka istatistikî sonuçlar da verebilirim ama, iyice kafanız karışır. Örneğin; kendi arabamla gittiğim ülkeler sıralaması; uçakla gidip, arabamla devam ettiğim ülkeler sıralaması; giderken yanımda tırnak makasımı aldığım ama, diş macunu almayı unuttuğum ülkeler sıralaması; vizeyi alırken deve yükü para ödeyip, -içimden- konsolosun annesinin dest-i izdivacına talip olduğumu belirtir veciz cümleler sarfettiklerim v.b.

5 Ocak’ta Lando’yu, Cape Town’ın sayfiye kenti Gordon’s Bay’de, Duncan ve Elisa çiftinin bahçesine, kızları Cloe’nin gülücükleri eşliğinde kilitleyip, anahtarı Duncan’a teslim ettikten sonra ne oldu, ona gelelim. Biz 6 Ocak’ta İstanbul’daki evimize geldik. Lando’nun bütün dertleriyle uğraşmak ise Duncan’a kaldı. Güney Afrikalılar’ın yılbaşı tatilleri bitip de, kendilerini yeni yılın yeni temposuna hazır hissettiklerinde Duncan Lando’yu tamirciye götürdü.Bir dizi ‘gel-git’lerden sonra, aklımda olup da not ettiğim tüm arızalar -klima hariç- halledildi (diye umuyorum). Sonra da, Lando Duncanlar’ın bahçesinde yeniden istirahate çekildi; ta ki 27 Şubat’a kadar. O tarihte Duncan’dan bir mesaj geldi “Mal yüklendi!” diye. Aslında, yüklemenin yapılacağı tarih ve geminin kalkışı birkaç gün gecikmişti. Sonra da, Dakar’a varacağı tarihte sarkma oldu. Böylece, benim martın ilk haftası olarak plânladığım Dakar’a varış planı sarktı ve Lando ancak 23 Mart itibariyle Dakar Limanı’na vâsıl olabildi. Durum böyle olunca da, benim, ‘başladıktan tam 3 yıl sonra’, 6 Mayıs 2012 tarihinde İstanbul’a giriş programım suya düştü. Aslında, buna üzüldüğümü söyleyemem. Hattâ, sevindim bile. Çünkü, seyahatin özellikle son bölümlerinde sürekli olarak bir tarihe kilitlenip, deli danalar gibi koşturmaktan gına gelmişti. Bundan sonrasını, fazla sıkışmadan ve gerilmeden, rahat bir tempoyla bitirmek keyifli olacaktır, eminim.




Duncan’ın objektifinden; Lando -umarım- son kez konteynerde…

Burada, ‘ne oldu da, Afrika rotasından saptım’ kısmını tekrar anlatmak, yeniden Cape Town’a dönüp, Lando’yu gemiyle Dakar’a gönderme hikayesini yinelemek istemiyorum. Öncesini bilmeyip de merak edenler, Kongo -Demokratik(!) Cumhuriyeti- hezimetini okuyabilirler.

Neticede, 25 Mart 2012 Pazar günü 18:55’te THY’nın İstanbul-Dakar uçağıyla Senegal’in başkentine uçtum. 26 Mart sabahı erkenden, daha önce sözleştiğimiz gibi gemi acentesi Transfret’in ofisine gitmek üzere kaldığım otelden taksiye bindim. Gösterdiğim adresi ‘çok iyi’ bildiğini söyleyen şoför, bana ufak bir Dakar turunun iyi geleceğini düşünmüş olmalı ki, yaklaşık 45dakikalık bir gezinti sonrasında pes edip, verdiğim telefonu aramayı kabul etti ve Transfret ofisinin tarifini aldı. Fransızca bilmememe rağmen, ‘Amerikalı’ müşterisini oraya en kolay nasıl ulaştırabileceğini sorduğunu anladım. Her Fransızca bilmeyen ve İngilizce konuşan kişi Amerikalı oluyor, buralarda.

Senegalliler hakkındaki ilk intiba olumlu; güler yüzlü, yardımsever ve sıcakkanlılar. Magatte de (acenteden, daha öncesinden yazışmaya başladığım ve benim işimle ilgilenen hanım) beni güler yüzle ve sıcak karşıladı. İşlemlerin pek uzun sürmeyeceğini, yarına arabayı alabileceğimi söylüyor. Duyduklarıma inanamıyorum. Acaba, önceden de hep Dakar’a mı gönderseydim Lando’yu? Yine de, sevinmek için biraz erken, deyip ayrılıyorum. Günün kalanını, Moritanya vizesini almak için harcayacağım. Elçiliğin konsolosluk bölümüne girdiğimde, sırada bekleyen Liberyalı ve Güney Afrika asıllı Faslı üç kişiyle sohbete dalıyoruz. Başvuru formunu alıp, aklımdaki 3-5 Fransızca kelimenin formu doldurmaya, cebimdeki paranın da vize harcına yetmeyeceğini farkettikten sonra oradan ayrıldım. Yürüyerek şehir merkezine gidip, bir restorana kuruldum. Pizza eşliğinde, Google’ın harika tercüme hizmeti yardımıyla formu doldurdum. En yakın ATM’den de para çektikten sonra, konsolosluğa gidip evraklarımı verdim. Yarın öğleden sonra vizem hazırmış. Hayırlısı!


Seçimler, darbeler

Bu dünya seyahatimin Afrika kısmında, gideceğim ülkelerin siyasi dengelerini radikal biçimde etkileyebilecek birtakım olaylar benim hep birkaç adım önümden gidiyor. Bunlardan ilkini -biliyorsunuz- Kongo -süper- Demokratik Cumhuriyeti’nde yaşadık. Ülkeye girişimizden önce yapılan ve sonuçlarının resmi olarak açıklanması geciken seçimden sonra; iktidardaki ve seçimlerin görünen galibi Joseph Kabila’ya karşı rakibi muhalefet lideri Eythienne Tshisekedi, sonuçlara karşı halkı ve orduyu ayaklanmaya çağırmıştı. Çok kan döküleceği söylentileriyle girmiştik Demokratik Kongo’ya. Seçim sonuçları değil ama, ülkeden apar-topar ricatımıza sebep başka -yerleşik- sorunlar olduydu.

İşte Senegal’e gelmeden önce de ülkede böyle siyasi değişim rüzgârları esiyordu. Ülkedeki olağan başkanlık seçimlerinin ilk turu öncesinde, Anayasa Mahkemesi tarafından halkın gözdesi ve güçlü aday, şarkıcı ve aktivist Youssou N’Dour’un adaylığının iptal edilmesi fitili ateşledi. Mevcut başkan Abdoulaye Wade’nin hediyeler ve ihsanlarla beslediği Anayasa Mahkemesi üyelerinin, onun yolunu açacak böyle bir karar vermiş olması, halkı çileden çıkardı. 26 Şubat’ta yapılan ilk turda Wade %35’lik bir oy oranı ile yine de en yakın rakibi Macky Sall’e (ki 2007 seçimlerinde Wade’nin destekçisiydi) 8 puanlık bir fark atmış oldu. Bu olayları daha da kızıştırdı. Haberler, Wade’nin kazanması halinde ülkede iç karışıklıkların başlayacağı yönündeydi. Yabancıların ailelerini ülkeden göndermeye başladığı söylentileri bana kadar geldi; Senegal’e gitme kararımdan vazgeçmemi söylüyordu, İspanya’daki kuzenim. Onun bu uyarısı, 2006 yılında Uganda’daki başkanlık seçimlerini hatırlattı bana. Seçimler öncesi yabancıların hemen hepsi, ailelerini yurtdışına göndermişlerdi. Beni de ülkeden çıkmam için ikna etmeye çalıştı, oradaki Türk kolonisi. Başkent Kampala’dan ayrılmış, sınır kapılarının kapatılması nedeniyle güneyde bir yerlerde kalıvermiştim. Sonunda da bir şey olmadı, aslında. Senegal için de biraz fazla abartıldığını düşünüyordum. Nitekim, benim geldiğim gün 2. tur seçim de yapıldı ve Wade’nin rakibi Sall, ezici bir üstünlükle (Wade’nin iki katı oy alarak) başkanlık yarışını kazandı. Geldiğim saatlerde ve yerlerde değil ama, şehir merkezinde insanların sokaklara dökülüp, sonuçları büyük bir coşkuyla kutladığı haberleri gösteriliyordu, ertesi gün televizyonlarda. Sabah gemi acentesine taksiyle giderken bazı yerlerde duvarlarda gördüğüm “Wade yoksa, savaş var!” misilli uyarılara pek fazla kimsenin kulak asmadığı belli.

Senegal’de durum böyleyken, Mali’de biraz daha farklı ve ciddî bir gelişme oldu, kısa bir süre önce. Ordu yönetime el koyuverdi; yani, darbe! Mali’nin kuzeyinde senelerdir giderek şiddetlenen bir Tuareg hareketi var. Çoğunluğu Mali, Nijer, Cezayir ve Libya’da yaşayan Berberî kavmi Tuaregler, göçebe bir toplum. Geçimlerini, çoklukla Sahra Çölü’nde -halâ- sürdürdükleri ticaret kervanlarıyla (deve kervanları) sağlıyor, Tuaregler. Son yıllarda yaşam alanlarında çıkarılan ve -genellikle- yabancı maden şirketlerine peş-keş çekilen yer altı zenginliklerinin, kendileri dışında herkese menfaat temin etmesinden duydukları rahatsızlığı, giderek daha şiddetli şekilde dile getirmeye başladılar. İslâmi Mağrip’teki El-Kaide’nin de desteğiyle gerçekleştirdikleri eylemlerin sonuncusu 25 Kasım 2011’de, yani bundan yalnızca 4 ay önceydi. Mali’nin en ilginç ve mistik Kenti Timbuktu’da, Cuma namazından sonra bir lokantaya giren silahlı bir kişi, 4 yabancı turisti kaçırdı. İçlerinden Alman olanını, lokantanın dışında bekleyen araca girmeyi reddettiği için oracıkta öldürdükten sonra, diğerleriyle kayıplara karıştı.

Tuaregler’in, Mali silahlı kuvvetlerine karşı son zamanlarda giriştiği saldırılar, Libya’da Muammer Kaddafi’nin devrilmesi ardından, onu korumakla görevlendirilmiş ve ağır silahlarla donatılmış olan paralı Tuareg askerlerinin, Mali’ye kaçmasının ardından iyice arttı. Devlet güçleri, ülkenin kuzeyindeki -özellikle- Kidal ve Tombouctou bölgesindeki kontrolü tamamen kaybetti.

İşte bu son gelişmeler, Mali’de silahlı kuvvetlerin sabrını iyice taşırdı. Devletin kendilerine yeterli bütçe ayırmamasından, onları gereken askerî teçhizat ve silahla donatmamasından, bunun sonucu olarak da Tuaregler’den sürekli ‘dayak yemek’ten bıkan askerler, geçen Çarşamba günü yönetime el koydu. Koymakla kalmadı, kontrol altında tutulamayan askerleri de ortalığı yağmalamaya başladı. Henüz çok fazla kan dökülmedi ama, olacağından korkan onbinlerce kişi, ülkeyi güney komşulara doğru terketmeye başladı. Yola çıkmamdan yalnızca 3 gün önce ortaya çıkan bu gelişme de benim plânımı değiştirmeme neden oldu. Afrika’daki en önemli hedeflerimden birisi olan Timbuktu’yu görme hayallerim de böylece suya düştü. Dünyanın, erken İslâm dönemi ilim merkezlerinin en önemlilerinden kabul edilen Timbuktu, gerek buradaki medreselerde hazırlanmış, gerekse -kitap ticaretinin merkezi olması nedeniyle- buraya getirilmiş, 700,000’den fazla el-yazması İslâmi eseri barındıran kütüphanelere sahip önemli bir tarihî yerleşim. Bu eserlerin içerisinde nadide kıymete sahip Kur’anlar da bulunmakta. Tabii, kerpiçten yapılmış, yüzlerce yıldır orijinal halleriyle ayakta duran yapılar da ayrı. Bunlardan özellikle Sankore Medresesi ve Camii ile, Timbuktu’nun yakınındaki Djenné’de bulunan muazzam camiyi göremeyeceğime çok yanıyorum. Belki ileride, Mali sakinleşince… Kim bilir?


Dönelim Senegal’e

Dakar’da yarın oldu. Sabah yapacak pek işim olmadığı için otelde sallanmayı tercih ettim. Taksiyle şehir merkezinin keşmekeş ve gürültüsüne dalmak hiç cazip değil. Magatte’den gelecek telefonu bekliyorum. Ondan ses çıkmazsa, öğleden sonra saat 3’e doğru Moritamya Konsolosluğu’na gidip vizemi alacağım. Öğle tatilleri 3’te bitiyor, çünkü.

Nitekim, saat 1’e doğru telefonum çaldı; arayan Magatte. Arabanın gümrük işlemleri tamamlanmış. Saat 2buçuk civarında ofislerinde olmamı, bir kişiyle birlikte beni liman gümrüğüne, arabayı almaya göndereceğini söyledi. Hakikaten rüya gibi. Halbuki Senegal’deki gümrük işlerinin ne kadar zor, formalitelerin ne kadar uzun sürdüğünden yakınır tüm gezginler, yazdıkları bloglarda. Saat 2 buçukta Transfret’te, Magatte’nin odasındaydım. Arabayı almadan önce halletmem gereken bir iş daha var; onun için de Magatte’den yardım istedim. Lando’nun trafik sigortası… Buralarda sigortasız dolaşmak demek, her durdurduklarında polise ‘bahşiş’ vermek demek. Ama, sigortalı dolaşmak demek de, bir kaza durumunda sorumluluğu sigorta şirketine yıkmak demek olmuyor(muş), genellikle; yaşayıp da tecrübeli olanların söylediğine göre… Neyse! Sabah boş zamanımda, internette yaptığım araştırmada, Batı Afrika ülkelerinin (ki, ECOWAS olarak anılan bir ekonomik birlikleri var, Economic Community of West African States - Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Birliği) tümünde (Moritanya hariç) geçerli olan ve Kahverengi Kart (Carte Brune) olarak anılan (Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Yeşil Kartı’na nazire olarak) bir sigorta olduğunu öğrenmiştim. Magatte kendilerinin çalıştığı sigorta şirketini aradı ve Carte Brune hazırlıyor olduklarını öğrendi. Lando’ya bir aylık bir Carte Brune için CFA20,055.- (yaklaşık US$40.00) ödeyecekmişim. Magatte’nin yanıma kattığı yardımcıyla birlikte önce sigorta işini halledip, sonra da liman gümrüğüne gittik. Biraz bekledikten sonra, Lando’nun konteynerinin başındaydık.


Son kez olduğunu umarak, Dakar liman gümrüğünde Lando’yu esaretten kurtarıyoruz

Sıkıntısız bir operasyondu, gerçekten. Lando’yu Vladivostok’tan gönderdikten sonra Vancouver’da (Kanada) karşıladığımdaki, neredeyse ‘otoparktan alır gibi’ olanını saymazsak, hayatımdaki en kolay liman gümrüğü operasyonuydu. Sonuçta; gerek Cape Town’daki (Gordon’s Bay, daha doğrusu) tamirat ve bakım işlerinin sıkıntılarını üstlenen, gerekse oradan yüklenme ve resmi formalitelerden beni kurtaran, hem de Dakar’da Transfret’i ve Magatte’yi bana -MSC’nin yönlendirmesiyle- tavsiye eden Duncan’dır. Böylece, bu nakliyenin benim için bir kâbus olmasını engellemiş oldu. Cape Town’da aracını bırakmak isteyen, Cape Town’dan dünyanın herhangi bir yerine göndermek isteyenler için şiddetle tavsiye ederim ki, Duncan Johnson onlar için en kolay ve en ucuz seçenektir. Adresini burada bir kez daha tekrarlayayım :


Bu adreste Duncan’ın verdiği hizmetler ve tüm iletişim bilgileriyle, Buket ve benim ve -tabii- Lando’nun resimlerini bulabilirsiniz : )

Lando’yu konteynerden çıkarttıktan sonra ilk işim, kapısından içeriye sokabilmek için Duncan’ın -ona tembihlediğim gibi- indirdiği arka lâstikleri şişirmek oldu. Lando’nun ‘boyu’, konteynerlerin kapı eşiğindeki yüksekliğinden fazla, çünkü. Girerken pervaza kafası çarpıyor da… Limandan ayrıldıktan sonra da ilk olarak yakıt deposunu doldurdum. Gemiye yüklenirken, deposunda 5 litreden fazla yakıta müsaade edilmiyor.

Ve özgürüm. Artık her yer benim, istediğim yere gidebilirim. Ben de doğruca otelime gittim : ) O gece otelin yakınındaki bir restoranda balıklı bir ziyafet çektim kendime. Ne balığı olduğunu sormayın, anlamam çünkü.

Sabah eşyalarımı toplayıp, kahvaltımı yaptıktan sonra otelden ayrıldım. Biraz Dakar’ın yürüyerek ya da taksiyle ulaşamayacağım yerlerini dolaştım. Balıkçıların bulunduğu Sombedioune Balık Pazarını, Mamelles’teki Afrika Rönesansı anıtını… Mamelles Fransızca’da ‘memeler’ anlamına geliyor. Bu mıntılaya böyle ‘edepsiz’ bir isim verilmesinin sebebi, Dakar’daki yan yana iki tepe. ‘Memeler’den daha kuzeyde olanının üzerinde 1864 tarihli deniz feneri, diğerinin üzerinde de sabık başkan (birkaç gün öncesinden beridir ‘sabık’) Abdoulaye Wade’nin başını yakan sebeplerden birine konu olan Afrika Rönesansı anıtı bulunuyor. Wade’nin başını yakmasının nedeni, anıtın yapılması için harcanan astronomik bütçenin yanı sıra, özellikle Müslüman kesimi rahatsız eden müstehcenliği imiş. Bence bulunduğu mıntıkanın adına uygun bir eser.




Sizce de ‘mevkiiyle müsemmâ’ değil mi?

Balık Pazarı’nın olduğu yer aslında, balıkçı ‘barınağı’ ve ‘hali’. Her iki kelimeyi de tırnak içine almamın nedeni, aslında ortada ne barınak ne de hal olabilecek bir yapı olması. Yani, her şey açıkta, kumsalın üzerinde... Sahra Altı Afrikası’nın hemen her yerinde olduğu gibi burada da insanlar, fotoğraflarının çekilmesinden rahatsız oluyorlar, istemiyorlar ve şiddetle karşı çıkıyorlar. Bana gönüllü rehberlik yapan Muhammed Beşir Fall bile fotoğraflarını çekmem konusunda onları ikna edemedi.


Denizden dönen balıkçılar


Süslü kayıkları


…ve Muhammed Beşir

Dakar’da trafik bir keşmekeş. Özel arabaların dışında taksiler ve çeşit çeşit toplu taşım araçları özellikle kavşaklarda düğüm oluyor. Bu toplu taşım araçlarından birisi de Car Rapide. Bunların güzergâhlarını araçların üzerinde yazılı göremiyorsunuz. Bir çeşit minibüs olan Car Rapide’lere arkasındaki kapıdan binilip iniliyor. Minibüsün nereye gidiyor olduğunu da, işte bu arka kapıda asılarak seyahat eden muavin bağırarak söylüyor.


Bir Car Rapide


Bu da arkadan görünüş. Muavin düşmüş olabilir mi acaba?



Dakar’dan ayrılıyorum

O geceyi de Dakar’da, ama bu sefer şehir merkezine daha yakın bir otelde geçirdim. Ertesi sabah erkenden yola çıktım. İstikamet güneye, Gambiya’ya doğru. Ama, yolda konaklayacağım tabii.

Güneye doğru indikçe baobab ağaçları başlıyor. bazen öyle çoğalıyorlar ki…


…orman gibi

Arada Joal ve Fadiout kardeşlere doğru sapıyorum. Bunlar karşılıklı iki kardeş köy; kıyıdaki Joal ve hemen karşısındaki adacıkta bulunan Fadiout. Fadiout’un bulunduğu ada aslında midye ve istiridye kabuklarından oluşmuş bir yükselti. Sığ denizde bu noktaya birikmiş kabuklarla binlerce yılda oluşmuş. Adayı kıyıya bağlayan ahşap köprü ise yalnızca yayalar ve en fazla at arabalarına hizmet veriyor.


Jola’deki ahşap köprü. Karşıda ise Fadiout

Yola devam ediyorum. Bugün için konaklayacağım yer Saloum Nehri’nin deltasında bulunan Palmarin. Jola’dan sonra mangrov ormanının arasından düzlüğe ve boşluğa çıkıyorsunuz. Yol Palmarin’e kadar düz, etrafta bolca serpiştirilmiş palmiye ve baobab ağaçları. Yolda kısa bir atıştırma molasından bir süre sonra Palmarin’e, konaklayacağım Djidjack’e varıyorum. Burası, İsviçreli yaşlı Jean Paul ve eşinin bungalov konaklama yeri. Ben ise bu partinin ilk çadır konaklamasını yapacağım, Djidjack’te.


Yolda mangrovlar


Palmarin yolu


Djidjack’in dev gibi ana ‘kulübesi’nin önünde…

Djidjack’te iki gece kaldım. Malûm, çok yoruldum, dinlenmem lâzım : ) Bol bol kitap okudum, arabanın ufak-tefek, keyfe keder eksikleriyle uğraştım, vinci kontrol ettim -çalışıyor- ve kumsalda güneşlendim. Ha, bir de bu yazıyı yazdım.


Minibüslerde seyahat böyle salkım-saçak

31 Mart Cumartesi sabahı Gambiya sınırına doğru yola çıktım. Amacım, öğleden sonra makul bir saatte başkent Banjul’de olmak. Kaldığım Djidjack’ten kuş uçuşu 63.5km gösteriyor, GPS’im. Karayolu güzergâhı ise 241km. Sağ kulağını sol elinle kafanın üzerinden doğru göstermek gibi, tam. Öğle saatlerinde Gambiya sınırına geliyorum. İşlemler hızlı. Pasaport polisi işlem ücreti(!) olarak 15 Avro istiyor. Avrom yok. Öyleyse 10,000 Frank verecekmişim (yaklaşık 20 ABD Doları ki, 15 Avro’nun karşılığı). Veriyoruz da, niye verdiğimizi de bilmiyoruz.


Palmarin’deki tuzlada kulübeler

Gelecek yazıda, ‘Gambiya sınırında neler oldu’yu ve Banjul’a gitmenin sol elle degil, sol ayak başparmağıyla sağ kulağı göstermek gibi olduğunu okuyacaksınız.

O zamana kadar, hoşça kalın.