Arabamla Dünya Turu – Slovenya (Ljubljana - Bled - Vintgar)


Sınırların kalktığı ‘ülke’ Avrupa’da (“Avrupa Topluluğu’nda” mı demeliydim) artık sınır geçişi hikâyeleri anlatamıyorum, maalesef. Fas’ta, Ceuta’ya girerkenki Avrupa’ya(!) geçişimde bile, şöyle ağız tadıyla bir ‘teftiş’ten geçip, didik-didik bir ‘narkotik’ muayenesine bile giremedim; Gambiya’da olduğu gibi. Özlediğimi söyleyemem ama, bende kötü(!) alışkanlık yaratacağından korkuyorum. Hoş, az kaldı; bundan sonra yaratacağı kötü alışkanlıktan muzdarip olacağımı da pek sanmıyorum.

Böyle uzun yolculuk yapanlar, eve dönüşlerine doğru, ayaklarının bir yandan geri geri gittiğini söylerler. Özellikle deniz yoluyla dünyayı dolaşanların anılarında okurum; karayoluyla dolaşanlardan da duymuşumdur, aynı -çelişki dolu- ruh halini. Düşündüğümde (böyle uzun ve yalnız bir yolculukta, insanın düşünmeye, irdelemeye çok fazla zamanı oluyor), kiminin ‘özgürlüğünün sona erdiği’, kimininse dayanılmaz ‘keşfetme içgüdüsünün zorladığı’ sonucunu çıkarırım. Bakalım, bende nasıl tezahür edecek!


Ljubljana
Kimi zaman atıştıran yağmurla, ama ıslak bir asfaltla girdim, başkent Ljubljana’ya (zor olmasın diye, okunduğu gibi, ‘Lubliyana’ diye yazacağım artık). İki nedenle, şehir merkezinde kalmak istiyorum, bu sefer; Lubliyana’yı gece -de- görmek istediğimden ve Lonely Planet’da bulduğum Hostel Celica hakkında yazılan ilginç hikâyeden… Hostel Celica, şehir merkezine yakın (kısa bir yürüyüş mesafesi kadar) bir konumda. Ama, onu benim için ilginç kılan esas neden, eski bir hapishaneden ‘devşirme’ olması.


 
Hostel Celica...
 

 
Ahır binası… Kırık seramiklerin kullanıldığı bu çalışma bana biraz Gaudi’yi de hatırlattı...

 
Absürd heykel çalışmalarından bir örnek...
 
 

Hostel Celica, 1882’de Avusturya-Macaristan ordusu askerleri tarafından Metelkova Ordu Barakaları olarak yapılmış ve Slovenya’nın 1991’deki serbest seçimlerle -eski- Yugoslavya’dan ayrılmasına kadar geçen süreçte, askeri hapishane olarak kullanılmış. Celica aslında birçok binadan oluşan bir ‘kompleks’. Eskiden hapishane olarak kullanılan şimdiki hostel binasına ilâve olarak, lojman binaları da o zamanki geçiş hükümeti zamanında yıkılmak istenmiş; büyük olasılıkla Sosyalist rejimin kötü anılarını yok etmek amacıyla... Ancak, KUD Sesteva (Kültür ve Sanat Organizasyonu, bir sivil toplum kuruluşu) bu projeyi engellemek için binaları işgal etmiş. Tüm imkânlar zorlanarak, hapishane binası hostel haline getirilmiş. 80’in üzerinde yerel ve uluslararası sanatçı projenin gerçekleştirilmesinde yer almış. Bina elden geçirilmiş ve her bir hücresi ayrı sanatçılar tarafından renove edilerek, hostel haline getirilmiş. Şimdi, Zavod Šouhostel adlı ir sivil toplum kuruluşu tarafından işletiliyor. Diğer binalar da; kâh duvarları graffitilerle -özgürce- bezenerek, kâh heykellerle süslenerek, gençler için kültür merkezi ve ortak kullanım mekânına dönüştürülmüş.


Hostel Celica’nın olduğu alanın yanındaki caddeye arabamı parkedip, resepsiyona girdim. Odayı tek başıma kullanırsam fiyatı biraz tuzlu; 53 Avro. Ancak, iki kişilik odayı paylaşmayı kabul ettiğimde, fiyat 28 Avro’ya düşüyor. ‘Paylaşmalı’ seçeneği tercih edip, benden önce diğer yatağı ‘kapılmış’ olan 118 numaralı odama çıktım. Oda arkadaşım eşyalarını yerleştirmiş, yatağını hazırlamış ve ortalıkta yok. Banyo ve tuvaletler -tabii- ortak. Yatağımı yaparken kapı açıldı ve orta yaşlı ir hanım içeri girmeye yeltendi. Beni görünce, önce yanlış bir odaya girip girmediğini kontrol etmek için kapının üzerindeki numarayı kontrol etti. Doğru olduğuna kanaat getirdiğinde, hafif şok olmuş bir yüz ifadesiyle bana baktı; kapı eşiğinin -halâ- dışında durarak.


• Ben bir hanımla paylaşacağımı düşünmüştüm, odayı.
• Üzgünüm!
• Bana -resepsiyonda- yanıma bir bayan vereceklerini söylemişlerdi
• Benim hatam değil. Ama istersen, odayı değiştirmeleri için resepsiyonla konuşurum. Yine de, bilmiyorum, kabul ederler mi?
• Konuşursan çok sevinirim.


 
Ljubljanica Nehri üzerindeki Ejderha Köprüsü...
 

 
Ljubljanica Nehri ve uzakta Üçlü Köprü...
 
 

Hostellerde -genellikle- ‘karışık’ kalınıyor olduğu konusunda uyarılır, insanlar. Ama, kimi zaman bu kuralın işlemediğini -okuyanlar hatırlar-, Buenos Aires’e ikinci gidişimde kaldığım hostelde öğrenmiştim; dört kişilik odanın tek ‘horozu’ bendim. Burada da, böyle bir ‘kural dışılık’ var, anlaşılan. Karşısında bir erkek görmüş olmaktan pek haz etmediği anlaşılan oda arkadaşımı rahatlatmak için resepsiyona indim, durumu anlattım. Kendisinin talebini biliyor olduklarını, ancak hostelin kuralı gereği bir ayrıcalık tanıyamayacaklarını, bunu da kendisine başta belirttiklerini söylediler. Yapacak bir şey yok! Yukarı çıkıp, durumu anlattım. “Umarım bir ‘beyefendi’sindir” dedi. “Öyle olduğumu sanıyorum” dedim.


Lubliyana gördüğüm en sevimli başkentlerden; belki de en sevimlisi. Sevimliliği, olduğu gibi korunabilmiş eski kısmı ve ortasından akan Ljubljanica Nehri’nden öte, -belki de- nüfusunun ve dolayısıyla trafiğinin azlığından ötürüdür. 270,000’den biraz fazla nüfusu ve sakin insanlarıyla huzurlu bir kent, Lubliyana.


 
Eski, güzel binalardan...
 

 
Vodnikov Meydanı’ndaki pazardan...
 
 

Ertesi sabah, bir gün önce başlayan nezle artmış olarak uyandım. Burnum ve gözlerim, çeşme gibi akıyor. Hostelden çıkıp, Prešernov Meydanı’na yürüdüm.Oradaki eczaneden, nezleme çare olacak bir ilaç istedim, eczacı hanımdan. Bu arada söylemeliyim, Slovenya’nın benim için -ve birçok yabancı için- en olumlu özelliği, hemen herkesin İngilizce konuşuyor olması; sokaktaki polis memurundan, herhangi bir marketteki, hatta pazardaki tezgâhtara, benzincide çalışanına kadar… İlaç para etti mi, pek farkında değilim. O halde, kaleye çıkan fenikülere binip, kaleye gittim. ‘Tarihi bir yapı, yeni hale nasıl getirilir’i gördüm, orada. Bir 20. yüzyıl kalesi yapmışlar yeni baştan; tarihinden ve orijinal kimliğinden hiçbir şey kalmamış. Yürüyerek aşağıya inip, Vodnikov Meydanı’nda kurulan pazarda, ayak üstü balık yedim. Üniversiteyi ve eski tiyatro binasını gezdim, arkasından. Akşamki konseri çok canım çekti; bilet alıp gitmeyi istedim. Ama, bu çeşme gibi halimle hem konserden zevk alamazdım, hem de -eminim- yanımdakileri rahatsız ederdim. Vazgeçtim.


 
Lubliyana Üniversitesi ana binası...
 
 

Daha sonra da hostele gidip, bir ilaç daha aldım ve yattım. -Herhalde- ilacın da etkisiyle uyuyakalmışım. Yaklaşık 2 saatlik uykunun ardından, biraz rahatlamış uyandım. Yatakta kitap okurken kapı açıldı, oda arkadaşım Christie girdi içeriye. Bir iki hoş-beşten sonra, akşamki konserden bahsetti. Ben de gitmek istediğimi, ama nezlem nedeniyle cesaret edemediğimi söyledim. “Gerçekten, gider miydin?”diye sordu, gözleri parlayarak. Nispeten azalan burun ve kesilen göz akıntımın verdiği cesaretle “Resepsiyona sor bakalım, telefon edip, yer olup olmadığını sorsunlar” dedim. Koşarak gitti. Beş dakika sonra döndüğünde yüzü gülüyordu. Konserin ikinci bölümünde -aslında- pek de tercih etmeyeceğim bestecilerin eserleri çalınacak. Ancak, ilk bölümde Çaykovski için gidilir. Konser çok iyiydi; hem Sloven piyanist, hem şef ve hem de orkestra (Slovenya Filarmoni Orkestrası) mükemmeldi. Nezleme de iyi geldiğinden eminim.


 
Kamping alanının önündeki plaj...

 
Bled Gölü ve ortasındaki Bled Adası… Adadaki kilise, 15. yüzyılda inşa edilmiş. Hafta sonları, kilisedeki evlilik törenlerinin ardından, sandallarla geri dönen yeni evliler ve konuklar, aynı bizdeki gibi bol kornalı bir konvoy halinde geri dönüyorlar.
 
 

Bled, Vintgar ve Bohinjsko; Göller Bölgesi
26 Mayıs Cumartesi sabahı Lubliyana’dan Bled’e hareket ettim. Bled, Slovenya’nın kuzey-batısında, Avusturya sınırına yakın Julian Alpleri arasında yer alan aynı adlı gölün kıyısında ufak bir kasaba. Çevrenin doğal güzelliği nedeniyle turistlerin rağbet ettikleri bir yer. Gölün, kasabaya göre diğer ucundaki kampinge yerleştim. İki gecelik konaklamamda, İtalya yazısını hazırlamak dışında kalan zamanımı bolca göl kıyısında yürüyüş yaparak geçirdim.


Kampingden ayrıldığım gün, yakındaki Vintgar Geçidi’ne de gittim. Radovna Nehri tarafından oyulmuş bir kanyon, burası. Yaklaşık 1,600m’lik kanyon boyunca, 19. yüzyıl sonlarında yapılan ve daha sonra birçok kez elden geçirilen ahşap yürüyüş yolunda, kanyonun sonuna ulaşabiliyorsunuz.


 
Kuzey kıyısında, kayaların üzerindeki ortaçağ şatosu...
 

 

 
Vintgar geçidinden...
 

 
Bohinjsko Gölü, Bled’e göre, turistik açıdan daha şanssız. Bu, ortasında bir ‘kilise adası’, kıyısında da bir ortaçağ şatosuna sahip olmamasından dolayıdır, herhalde. Ama -bence- Bled’e göre daha güzel.
 
 

Aynı gün, Bled’in 35km güney-batısındaki Bohinjsko Gölü kıyısından dolanıp, Škocjan Mağaraları’na doğru devam ettim.


Škocjan Mağaraları
Škocjan Mağaraları, Slovenya’nın güney-batısında, Hırvatistan’dan doğan ve Slovenya’dan geçtikten sonra İtalya’ya girip Timavo Nehri’ne kavuşan Reka Irmağı’nın üzerinde bulunuyor. Aslında ‘üzerinde’ demek biraz yanlış olabilir. Çünkü Reka Irmağı mağaraların bulunduğu bu bölgede yerin altına giriyor; yani, mağaraların ‘içinden’ akıyor. Burada iki mağara sistemi bulunuyor; batıda ve doğuda olmak üzere. Bunlardan doğudaki daha sonra keşfedilmiş ve ziyarete açılmış. Bu nedenle ‘yeni’ olarak adlandırılıyor.


Mağaralara girmek için oldukça geç bir saatte Škocjan’a ulaştım. Ancak, ziyaretçi merkezinin bilgi panosundan, mağaralar ve giriş saatleri ile ilgili bilgi almak mümkün. Mağaralara ziyaretçileri rehber eşliğinde ve gruplar halinde, belirli saatlerde alıyorlar. Ertesi gün saat 11’de doğudaki, öğleden sonra saat 2’de de batıdaki mağaraya girmek, zamanı verimli kullanmak açısından en uygunu görünüyor.

 

 Kaldığım Domacija Pr’Vncki.

 

 

 
Sarkıt ve dikitlerin bulunduğu batı mağarasında fotoğraf çekmek yasak. Tüm fotoğraflarım doğu mağarasından..
 
 

Yakın civardaki köylerde, kalınabilecek uygun pansiyonlar var. Bunlardan bir tanesi Matavun Köyü’nde, mağaralara yürüyerek 10 dakika mesafede. Genç bir çiftin işlettiği pansiyonda benden başka Amerikalı bir karı-koca (Kent ve Gil) ve yeğenleri de (Alex) kalıyor. Akşam yemeğini birlikte yedik. Sabah kahvaltısından sonra pansiyondan ayrılıp, mağaralara giriş için biletimi almaya gittim.


Mağaraların her biri yaklaşık 2-2.5 saatte geziliyor. Zeminden 160m’ye kadar indiğiniz yerler oluyor, zaman zaman. Girdiğim ilk mağaradaki (doğudaki) yeraltı gölleri, ikinci mağaradaki (batıdaki), yüz binlerce yılda oluşmuş sarkıt ve dikit ‘ormanı’ çok etkileyici. Ama yine de Guatemala’da gördüğüm Lanquin Mağarası’nın eline su dökemezler.


Piran ve Slovenya bitiyor
Yeryüzüne çıktıktan sonra, Slovenya’nın Adriyatik kıyısındaki daracık sahil şeridinde bulunan Piran’a gittim, geceyi geçirmek için. 15. yüzyılda Venedikliler zamanına dayanan tarihi, eski şehrin içinde olduğu gibi yaşıyor. Kısa bir turun ardından, şehrin hemen güney tarafındaki bir kampinge, Slovenya’daki son gecemi geçirmek üzere yerleştim.


 

 

16 Haziran Cumartesi öğleden sonra evde olacak şekilde planladım, dönüşümü; tabii bir aksilik ve programda beklenmedik bir değişiklik olmazsa.


Hırvatistan’da görüşmek üzere, hoşça kalın.