Orta Avrupa'nın Rengi - 2 (Prag - Karlovy Vary - Terezin - Bratislava)


Viyana’dan Prag’a geçiyoruz. Yolun iki tarafını kucaklayan ağaçlar,  Sonbaharın o dayanılmaz renkleri,  Batı Karadeniz yol güzergâhını anımsatıyor bana. Yolumuz üzerindeki Slovakya'nın başkenti ve en büyük şehri Bratislava’ya uğramadan olmaz. Ne şans! Hem başka bir ülke hem de ülkenin başkentini göreceğiz.



Tuna nehri kıyısında yer alan şehir hem Avusturya’ya hem de Macaristan’a sınır (Dünyada bu şekilde iki devlete sınırı olan sadece iki tane başkent var). Tuna nehrine paralel caddede yürüyerek (nüfusu 450.000) şehri keşfetmeye çalışıyoruz. Habsburg Hanedanının güçlü imparatoriçesi Maria Theresia’nın heykelini, yaptırdığı sarayları burada da görüyoruz. Şehrin gelişmesine katkı sağlayan en önemli isimlerden. Eski şehrin en merkezi meydanı olan Hlavne Namesti.  Meydan ve tüm eski şehir araç trafiğine kapatılmış. Arnavut kaldırımlı meydanın ortasında büyükçe bir havuzun içinde 1572 yılında inşa edilen Maximilian Çeşmesini görüyoruz. Etrafta çok sayıda restoran ve barlar mevcut.



Bratislava sokaklarında kozmopolit bir tarihi soluyorsunuz. Bratislava’lıların pek çoğunun, Slovakçanın yanı sıra, Macarca ve Almanca da konuştuğunu öğreniyoruz. Çekoslovakya, Sovyet döneminin bitişi ile başlatılan bölünme sürecinde, 1989da Sovyetlerden ayrılmayı sağlayan ünlü Kadife Devrimi‘ni takiben 1993 yılında Çek Cumhuriyeti ve Slovakya Cumhuriyeti diye ayrılır. Genç bir cumhuriyet. Bu yüzden hala Çekler ve Slovenlerle karıştırıldıkları için Slovakların en çok sarf ettiği söz “Slovakya, Slovenya değil; Bratislava, Prag değil” oluyormuş!





 



Mozart'ın ve Franz Liszt'in çocukluk zamanlarında ilk sahne gösterilerini burada yaptıklarını, Bella Bartok'un (Macar besteci, piyanist ve Doğu Avrupa halk müziği derleyicisi) uzun bir süre burada yaşadığını, yılda iki ayrı müzik festivali (Bratislava Müzik Festivali ve Caz Günleri) düzenlendiğini öğreniyoruz. En çok Bratislava’daki heykeller beni çarptı diyebilirim. Sevimli ve komikler.  Bir sokağın köşesine konuşlanmış paparazzi fotoğrafçısı, bronzdan yapılmış, kapağından kafasını uzatmış, kollarını bir masaya dayıyormuş gibi rahat yola dayamış mutlu, birazda hınzır bir şekilde çevredekileri izleyen kanalizasyon işçisi Cumil (bu heykelin kadınların bacaklarını dikizlediği rivayet edilmekteymiş),  uzun şık ceketi, kaşkolü ve elindeki fötr şapkasıyla ve gelip geçeni selamlayan Natsi (Bratislava'lıların çok sevdikleri ve yaşarken de herkesi bu şekilde selamlayan şehrin safı) benim gördüklerim. Daha fazlası olduğunu biliyorum.





 



 



 



Farklı mimari tarzları olmasına karşın evler, binalar, saraylar, kiliseler birbirleriyle uyumlu doğrusu. Şehrin albenisi yerinde. İnsanları da Çekler gibi soğuk değiller. Şehirdeki heykelleri gibi sempatik görünüyorlar. Kısa bir zamana sığdırdığımız bu gezimizde, Ulusal Slovakya Müzesini, Şehir Tarihi Müzesini ve Doğa Bilimleri Müzesini göremedik ne yazık ki! Bratislava’ya ya da Eflatun rengini yakıştırdım. İlginç ve özgün bir yer, Eflatun rengi gibi! 





 




 



Renkler yine peşimi bırakmıyor. Her gittiğim yere bir renk yakıştırırım. Prag’a tarçın rengini yakıştırdım. Tarçın rengi en sevdiğim renkler arasındadır. Prag‘da en sevdiğim şehirler arasında yerini aldı. Artık tarçın renginin Prag anlamı da olacak benim için. Prag’da tesadüf tarçın aromalı milli içki Becherovka'yı, odun ateşinde pişirdikleri tarçınlı şekere bulanmış mayalı çöreklerini tadınca,  tekilanın tarçınlı portakalla sunulmasını görünce bu rengi Prag’a daha da yakıştırdım.



Prag (Çekçe Praha) Çek Cumhuriyeti'nin başkenti ve en büyük şehri. Orta Bohemya'da Vltava Nehri'nin üzerinde ve 1.2 milyon nüfusu var. Nüfusun yüzde 95'ini Çekler oluşturuyor. Rehberimiz Serhat Bey anlatıyor: Prag’daki Türklerin zengin olduğunu, askerlerin burada Genco Erkol’un Arslan Asker Svayk’ı gibi olduğunu, Çeklerin biraz ilginç, biraz kaba, umursamaz olduğunu söylüyor. Bir senede 20 milyon turist alıyormuş! Çek kronu kullanıldığı, krondan 0 atarsan Türk lirasını karşıladığı, Skoda markasının ve Java motosikletlerinin Çeklere ait olduğunu, ormanlık arazilerin çoğu devlete ait ve hepsinin ekili olduğunu belirtiyor. Halkına kiraladığı topraklardan iki sene randıman alamazsa elinden aldığını ve başkasına verildiğini… Şehrin 4. Karl döneminde çok geliştiğini, 1989 da komünist rejimin düşürüldüğü “Kadife Devrim”in öncülerinden Havel Çek Cumhuriyeti'nde 1990'da yapılan ilk serbest seçimlerde cumhurbaşkanı olduğunu söylüyor. (Televizyon, gazete ve dergilerden takip ettiğim Havel’in aydınları, sanatçıları, genç kuşakları arkasına alarak kansız bir devrimi gerçekleştirmesini ve o meşhur balkon konuşması belleğimde!)





 



İmparator Maria Theresia Viyana’dan sonra, Prag ta da karşımıza çıkıyor. Birçok mimari yapıyı yenileştirmiş. Zaten tüm Avrupa şehirleri kardeşler gibi birbirine benziyor. Ancak kardeşlerin en gösterişlisi, daha az gösterişlisi, ilginç olanları gibi ayırt edebiliyoruz. Sanırım Prag kardeşlerin en tutkulusu ve gösterişlisi!



Prag bir bira cenneti. Bira severler için dünyaca ünlü biraları: Badvayzır (budweiser) Krusovice, Pilsner urgell ve Staropramen. Prag’la ilgili çok şeyler okumuştum. Hepsi şehrin büyüleyici güzelliğiyle ilgiliydi. Gözümde büyüttüğüm için belki hayal kırıklığı yaşayabileceğimi düşünüyordum. Ancak anlatılanlar kadar güzel buldum. Şehrin sanat, tarih, kültür, müzik sinmiş atmosferi inanılmazdı. Sokaklarda sürpriz bir şekilde sıkça  karşımıza çıkan müzisyenler, müzik grupları şehre ayrı bir ruh katıyordu. Gotik kuleler, barok binalar, farklı stillerinde yer aldığı bu estetik mimarinin arasından süzülen bu farklı tınılı müzikler (caz, klasik, popüler, v.d. ) ruhunuzu bayram sevinciyle dolduruyordu. Kiliselerdeki caz konserleri de şehre ayrı bir farklılık katıyordu!





 



Tarihin acımasız diktatörü Hitler’in savaşta bombalatmadığı iki şehirden birisiymiş Prag! Bu yüzden günümüze kadar güzelliğini koruyabilmiş bu mücevher kent. Franz Kafka, Milan Kundera ve eski cumhurbaşkanı Vaclav Havel; Çeklerin edebiyat alanındaki gurur kaynakları. Bedrich Smetana, Antonin Dvorak gibi ünlü müzisyenlerin yetiştiği Prag; Weber, Mozart, Beethoven, Chopin, Liszt, Wagner gibi dâhilere de kapılarını açmış. Bizden Yakup Kadri ve Nazım Hikmet’te bu şehrin sokaklarından geçmiş. Yakup Kadri K. büyükelçilik yapmış. Nazım “Uluslararası Barış Ödülü”nü almak için gelmiş bu masal diyarına ve sürgün hayatının birkaç yılını burada geçirmiş. Fakat bu masalımsı şehir büyük şairin memleket hasretini dindirememiş.



Şair memleketten uzak,


Hasretten delik deşik
Eski kentte duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş Usta'nın saati

On ikiyi vuruyordu”  şiirinde de bu özlemini dile getirmiş!


Ulusal tiyatronun karşısındaki 150 yıllık Slavia kafeye gidip, büyük şairden birkaç şiir okumadan olmazdı.  Eskiden Rilke, Kafka, Kundera gibi yazın ustalarının da uğrak yeriymiş. Geniş ve zarif görüntüsü, pırıl pırıl devasa bir avizenin sallandığı kafenin duvarları, çok sayıda ünlü kafe müdavimlerinin fotoğrafları ile süslenmiş. Nazım fotoğrafının önündeki masaya oturup, kahvemizi yudumlarken, “Davet, Bugün Pazar, Yaşamaya Dair “şiirlerini okuduk. Grubumuzdaki arkadaşımız Alison; Nazım’ı, Pragda keşfetti ve dönüş yolculuğumuzda İstanbul’dan bir Nazım Hikmet şiir kitabı satın aldı.





 



En önemli gezi noktalarından birisi olan kaledeyiz. Prag’ın en önemli katedrali Sen Vitus burada. Prag’ın en büyük ve en önemli kilisedir. Kardinal yaşıyor. Tipik bir gotik tarzı olan St.Vitus katedrali  çok etkileyici.  Meşhur azizleri rahip Nepomuk ve daha sonradan aziz ilan edilen ve bizzat kendi öz kardeşi tarafından öldürülen St.Wenceslav burada gömülü. Bu katedralin yapımı altı yüz yıl sürmüş. Buradan yürüyerek tarihi kent merkezine gidiyoruz. Bu meydan Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. Tarihi merkezin bulunduğu yer Mustek. Prag Kalesi’nin ana girişi ve girişin baktığı meydan. Enerjisi müthiş. Çok kalabalık. Rönesans, Gotik ve Barok mimarisinin izlerini taşıyan binaları bize göz kırpıyor ve mest ediyor. Rehber uyarıyor. Hırsızlar etrafınızda. Çok dikkatli olun diye. Çantalarımıza sıkı sıkı sarılıyoruz. Loretta kilisesinin dayanılmaz cazibesine kapılıp, önünde fotoğraflar çektiriyoruz. Meydanın incisi!



Aynı meydanda tarihi 15.yy’la dayanan Astronomik Saat’in önündeyiz. Saat başını bekliyoruz. Sabah 9 ile aksam 9 arası her saat bası çalışıyor ve bu ilginç seremoni yaklaşık 17 saniye sürüyor. Üstündeki 2 kapak açılarak İsa ve 12 Havarisi’ni temsil eden bebeklerin ilginç bir gösterisi başlıyor. Yüzlerce insan bunu bekliyor. Bu saatin zamanında ünü o kadar nam salmış ki,  Prag’a sadece saati görmek için gelirmiş insanlar. Kral, aynı saatten bir tane daha yapmasın diye Hanus ustanın, gözlerine mil çektirmiş. Bir daha göremeyen Hanus da intikam almak için kendisini saatin mekanizması arasına atarak intihar etmiş ve amacının gerçekleştirerek saati bozmuş. Tam 50 sene bozuk kalan saat daha sonradan Jtobieski adındaki usta sayesinde tamir edilmiş ve Prag’ın gözbebeği olmaya devam etmiş!





 




Meydandaki Paris sokağında, aylık kiraların 10 bin euro dolaylarında olduğunu söylüyor rehberimiz. Aynı sokağın 5 nolu bölümünde, Türk işadamı Candemir Koçak‘a ait Koçak Gold’un olduğu büyük binaya giriyoruz. Candemir Koçak 5 yıldır Prag’da yaşadığını söylüyor. Dünyanın dört bir yanından getirdiği değerli taşların olduğu müze bölümünü gösteriyor bize.  Euro Gold Centre’in diğer katlarındaki değerli taşlardan yapılan mücevherler, altın, pırlanta, elmasları inceliyoruz. Özellikle    Çeklerin damarsız, parlak ve en kaliteli granat taşlarına sahip olduğunu öğreniyoruz. Grubumuzdan epeyce alışverişler yapılıyor. Hediyelik kristalli törpülerinden alıyoruz. 



Buradan eski kent meydanının kuzey bölümünde kalan ve 12 yy’dan bu yana yaşayan Yahudi Mahallesini geziyoruz. Serbest zaman molasında herkes kendine göre şehri keşfetmeye çalışıyor. Grubumuzdan daha 12 yaşında olan, fakat 25 ülke gezdiğini söyleyen Ege Gürsel yazın buraların daha eğlenceli cıvıl cıvıl olduğunu söylüyor bize. Çeşitli tahta oyuncaklar, el yapımı muhteşem kuklalar, porselen ve seramik işleri, ünlü Çek içkisi Becherovka ve buzdolabı süsleri, v.d. hediyelik eşya seçenekleri arasında ve dükkânlar sizi tüm çekiciliğiyle içeri davet ediyor. Birbiriyle bağlantılı bu bölge ve Charles Köprüsü (aşıklar köprüsü); düşler diyarı Prag’ın kalbi gibi.





 



500 metre uzunluğundaki köprü Vltava Nehri üzerinde yer alıyor ve şehrin eski kısmı ile kaleyi birbirine bağlıyor. Köprü  Prag manzarasını izlemek  için bulabileceğiniz en güzel nokta. Kafka’nın evi de köprüden görülüyor. Sokak müzisyenlerinin nefis müzikleri eşliğinde, stantların üzerindeki birbirinden güzel hediyelikler (el işçiliği kolyeler, küpeler, tokalar, v.d.)  alabilir, köprüdeki her birinin bir öyküsü olan heykelleri izleyebilir, olağanüstü manzarasını izleyebilirsiniz. Ertesi gün tekrar geleceğimizi bilmesek bu masalımsı yerden ayrılmak zor olurdu. Otelimize dönüyoruz.



Viyana’da ki otelimizde ücretsiz internet hizmetinden yararlanmıştık. Fakat Prag’daki otelde 15 dakikada bir peşin olarak 3 euro vermezseniz anında bağlantıyı kesiyorlar. Üstelik Praglılar bu büyülü şehrin aksine pek gülmeyen, sert görünümlü insanlar! Bu aksi görünümlerini birçok nedene bağlıyorlar.



Akşam Prag’ı ikiye bölen ülkenin en uzun nehri Vltana boyunca yükselen görkemli binaların arasından teknemizle süzülerek ışıklı bir gerdanlığa benzeyen şehri hayranlıkla seyrediyoruz, ışıklı köprülerinin altından geçerek. En güzel bale ve operaların sergilendiği “Ulusal Tiyatro”yu (eski parlamento binası), Charles Köprüsü, Prag Kalesi manzarası eşliğinde akşam yemeğinizi yiyoruz. Teknemiz nehrin bir yerinde havuza alınıp yükseltiliyor ve daha yüksekte olan bölüme geçiyoruz. Çok ilginç! İlk kez bu şekilde bir tekne gezisi yapıyorum. Rehberimize bu geçişin daha ayrıntılı anlatmasını rica ediyorum. Serhat bey;  “Vltava nehri düz bir satıhta akmadığından dolayı ayni panama kanalındaki gibi su asansörleri vasıtası ile çalışarak teknelerin geçişine olanak sağlar. Her iki yanda bulunan kapaklar kapatılır ve kot farkından dolayı aşağı seviyede kalan havuza su basılır, teknenin yükselmesi sağlandıktan sonra çıkış yapılacak olan kapı açılarak teknenin yol alması sağlanır. Keza diğer aşağıya doğru inerken de tam tersi işlem uygulanır” diyerek bizi aydınlatıyor.  Nehir temiz görünüyor. Gece bile ördek ve kuşlar var. Gezi boyunca nehrin üzerinde pet şişeleri, sigara izmaritleri gibi atıkları hiç görmedim diyebilirim.





 


Prag’a bir kez daha gelebilme umuduyla, otobüslerimize biniyoruz. Önce Çek Cumhuriyeti'nde kaplıcalarıyla ünlü turizm kenti Karlovy Vary’e uğrayacağız. Prag’a 130 km mesafede. "Kralın Banyosu" anlamına gelen bu meşhur “Spa” kentini bugüne kadar dünyadaki pek çok ünlü siyasi, asker ya da sanatçı ziyaret etmiş. Karlovy’ye girerken Krusovice fabrikasından bira alıyoruz. Imperial birası. Prag’ta bira şaraptan da eski. İlk bira Çek topraklarında üretilmiş. Efes Pilsen de Çeklerin birası. Zaten Pilsen de şehir adı burada.



Karlovy Vary’dan dönerken, Thune porselenleri, bohemya kristali, Çeklerin milli içkisi  Becherovka, kâğıt helvaları, ilginç magnetleri, v.d. hediyelik olarak alabileceklerinizin arasındadır. Turistlerin rağbet ettiği Absent içkisi de büyüklü küçüklü (üzerinde Van Gooh resmi olan) burada bolca satılıyor. Kafka’nın meşhur “dönüşüm” kitabını, içinde yüzde yetmiş alkol olan Apsent (Absinthe) içtikten sonra yazdığı söylenir. Rehberimiz bu içkiyle ilgili trajikomik turist anıları anlatıyor.





 



Karlovy Vary Unesco korumasında, bazı açık yerlerde bile sigara içilmiyor. Sultanahmet’te Unesco’nun beklentilerine pek uyulmadığı için, Sultanahmet’i Unesco korumasından çıkaracağını belirtiyor rehberimiz! Genco Erkal’ın 1960 yıllardan itibaren sahnelediği, Çek yazar Yaroslav Haşek’in eseri Aslan Asker Şvayk’ın neşeli ve samimi heykelini, hediyelik eşyalarını, kafesini Karlovy sokaklarında gezerken görebilir, savaş karşıtlığı için ona teşekkür edebilirsiniz. Mustafa Kemal Atatürk 1918 Haziran ayında bugünkü adı Karlovy Vary olan, Karlsbad'a giderek böbrekleri için tedavi görmüş. Burada tedavi olurken Çeklerin Atatürkü olarak kabul edilen ilk cumhurbaşkanları  Tomas Guirin Masarek, cumhuriyeti ilan etmiş. Atatürk bunlara şahit olmuş. Atatürk’ün kaldığı yerde (Karlsbad plaza) bir Türk işadamının restore ettirdiği konferans salonunu gösteriyor rehberimiz. Heyecanla kapının girişinde  “Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Kemal Atatürk burada kalmıştır” yazan plakanın önünde fotoğraf çektiriyoruz. Buraya şifaya gelenlerin başında Almanlar ve Ruslar olduğunu öğreniyoruz. Karlovy Vary’e de huzurlu görünüşü ve şifalı suları çağrışımlarıyla buğulu beyaz ve yeşilimtırak maviyi yakıştırdım.



Otobüsümüzün rotası bu kez Dresden. Etrafımızdaki ilginç şatoları izleyerek yol alıyoruz. Forum AVM’yi görüyorum. Demir Çelik, tuğla, çimento fabrikaları var. Dresden Almanya Çek sınırının hemen yanı başında. Küçücük bir Almanya'ya geçiş tabelasını rehberimiz göstermese göremiyoruz.  Dresden her yüzyıldan taşıdığı mimari miras ile bir zamanların Almanyasının göz bebeği olan bu müze kentin tarihi 13-15 Şubat 1945 tarihinde dramatik bir şekilde değişmiş. En ağır bombardımanlardan birini geçirmiş. Zaten her şeyin sıfırdan inşa edildiği hemen fark ediliyor. Almanya’nın 6 kalabalık ve en zengin şehirlerinden biri.  Barok bir şehir. Avrupa’nın en güzel nehri Elbe, Dresden'den geçiyor. Buraya Elbenin Floransası diyorlar.





 



Protestanlığın merkezi. Protestanlığın en önemli kilisesi burada.  45 bin öğrencili Dresden Teknik Üniversitesi var. “Altmarkt Gallerie” alışveriş merkezinde grubun çoğu Apple mağazasına ve tabiî ki “iPhone 5” ve yeni “iPad” almaya. Ancak iPhone 5’lerin tükendiğini söylüyor satıcı. Fiyatlar Türkiye ye göre uygun. Zaten Dresden’in ucuz bir yer olduğunu öğrenmiştik buraya gelmeden önce.



Bize aynı savaşın bir başka trajedisine götürecek olan Dresden’den Terezin’e yola çıkıyoruz. Savaşın öte yakasında binlerce sivilin yok edildiği “Terezin Toplama Kampı”. Rehberimiz Hitleri, o dönemi bir tarihçi gibi anlatıyor ve ekliyor “bu bilgileri bilmezsek Terezin’i gezmenin bir anlamı olmaz” diyerek…((Hitlerin ari ırk yaratma  hayalini, Yahudi karşıtlığını yani antisemitizmi,  toplama ve ölüm kamplarını, işe yaramayanlar ölüm kampına, işe yarayanların toplama kampında topladıklarını, v.d. bilmeyen yoktur sanırım).   1940 yılında, bu bölge Naziler tarafından işgal edildikten sonra, Gestapo hapishanesine dönüştürülmüş. Naziler tarafından bir Yahudi yerleşimi olarak tanıtılmasına rağmen aslında burası bir toplama kampıydı. Aynı zamanda zehirli gazla öldürülen Auschwitz’e götürülen Yahudiler için bir geçiş noktasıydı 2. Dünya Savaşı boyunca da buraya 5000 kadın olmak üzere 32000 mahkûm getirilmiş. Ancak, bunların 8000’i ölmüş.



Bu utanç kampı 1947 yılından beri, ölenlerin aileleri ve orada zulüm görmüş insanların girişimleriyle, yaşanılan felaketlerin anısına, halkın ziyaretine açılmış. Önce bir avluya ve avludan odalara açılıyor.  “Hayat Güzeldir, “Piyanist, Schindlerin Listesi” filmleri yeniden belleğimde (aynı mekânlar) canlanıyor. Kampın kapısında “çalışmak özgürleştirir” yazıyor!!! Hiçbir şeye dokunulmamış, her şey aynı duruyor. Kırık somyalar, odalardaki ağır küf kokuları, ölen kişilerin yakıldığı fırınlar, hücre odaları, işkence odaları, işkence aletleri, zorla geçirilerek idam edilen insanların götürüldüğü 500 metre uzunluğunda, karanlık ve daracık, son derece ürkütücü  tünel, v.d. Belleğimizde filmlerden, fotoğraflardan kazınan yerleri birde canlı olarak görünce ve insanlığın vahşetinin hala farklı biçimlerde sürdüğünü  hatırlayınca kalbim sıkışıyor ve umutsuzluğa kapılıyorum! Kampta  açılmış resim sergilerini geziyorum. Ancak sergilerde Nazi dönemi temalı olunca, renkler, biçimler  karamsar  ve çarpıcı. Tablolardaki çığlık insanın içine işliyor.  Almanların bu olanların bir daha yaşanmaması için, geçmişleriyle yüzleşmeye çalıştıklarını düşünüyorum!





 



Rehberimiz soruyor: 2. Dünya Savaşı sırasında Paris'te büyükelçilik yaptığı sırada binlerce Türk Yahudisi'ni Nazi Almanyası'ndan kurtaran Türklerin Schindleri kimdir? Grupta birkaç kişi  Behiç Erkin Paşa olduğunu belirtiyor. İnternetten Behiç Erkin Paşayı araştırıyorum. Çılgın Türklerden birisi. Necdet Kent, Namık Kemal Yolga, Selahattin Ülkümen gibi Türk diplomatlarınında cesaretle Nazilerin karşısına dikilip kurtardığı insanları da öğreniyorum Behiç Erkin Paşanın hayatını araştırırken. Onlarla gurur duyuyor ve minnet duyuyorum, insanlık adına. İnsanoğlunun en acımasız ve korkunç yanının belgeleriyle  gördüğümüz bu kampı hiç unutmayacağız. Bu acımasızlığın bir daha yaşanmaması dileyerek…



Güzellikleri, mutlulukları, acıları, pişmanlıkları birlikte barındıran hayat! Onlarla yaşamasını öğrenmemizi, ancak  iyiliğin peşinde koşmamızı bekler.



 


İyilik dolu ve bol gezili günler dileyerek, “Orta Avrupanın Rengi 3/ Kırmızı Budapeşte” yazımla buluşmak üzere diyorum.




 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(23  Aralık 2012)
Gezi yazımda ismi geçen Bela Bartok için bir not : İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Ankara, Nazi Almanya’sından ve Nazilerin etkisi altındaki ülkelerden kaçarak Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınan birbirinden değerli bilim adamları ve sanatçılardan birisidir Bela Bartok. Ünlü Macar besteci, Atatürkün davetiyle konservatuarı oluşturmak için Ankarada çalışmıştır. Bartok, 1936 yılındaki Türkiye gezisinde Adnan Saygun ile birlikte Anadoluyu dolaşmış ve özellikle Osmaniye yöresindeki türküleri birlikte notalamışlardır.(Türkiye için anlamı olan besteciyle ilgili minik bir açıklamayı gerekli buldum)