Kontrast Renkler Budapeşte'ye (Kırmızı Yeşil/Sarı Mor/Mavi Turuncu)


Turumuzun Macar kaptanlı özel otobüsüyle, masallar diyarı Prag’ı arkamızda bırakarak ilginç manzaraları, farklı yerleşimleri geçerek Budapeşte’ye varıyoruz. Budapeşte; Macaristan’ın başkenti. Tuna nehrinin iki yakasındaki Budin (Buda) ve Peşte'nin  1873 yılında birleşmesiyle oluşmuş bir şehir. Berlin’den sonra Orta Avrupa’nın en büyük ikinci şehri. Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak 1526’da fethedilen Buda ve Peşte, yüz elli yıllık bir Türk hâkimiyetinde yaşamış. İkinci Dünya Savaşında büyük bir hasar gören Budapeşte’nin yeniden inşası yılları almış. Bu şehri gerçekten merak ediyorum! Önce otobüsle bir şehir turu yapıyoruz. “Tepe görüyorsan Buda yoksa Peşte şehri olduğunu anlıyoruz.  Eğlence ve gece hayatı, elitlerin yaşadığı nehrin batı yakası Buda olduğunu söylüyor rehberimiz. Bu iki yakayı sırasıyla merkezdeki; Arpad, Margit, Zincirli, Erzebet, Özgürlük, Petofi, Rakozci köprüleri  birbirine bağlıyor. Başka köprülerde var, ancak merkezdeki kadar ilginç ve özellikli değiller. Otobüsle Budapeşte’ye girerken ve büyük şehir turumuzda, şehirle ilgili ipuçlarını da alıyoruz. Eskinin Avrupa’nın kalbi, kültürel bakımdan Paris’e rakip şehri Budapeşte! Şimdilerde ekonomik krizle başı dertte olduğunu öğreniyoruz! Bakımsız ve dökülmüş sıvalı eski, tarihi binalar. Komünizm döneminin sosyal konutları! Binaların kasvetini azaltmak, biraz daha şirin göstermek için farklı renklere boyanmış. Upuzun, çok katlı binalar! Upuzun, çok katlı binalar! Prag’da ve Budapeşte’de de rastladığımız evsizler, acaba komünizm döneminde; “sıcak,  tek odalı sosyal konutlarında mı oturuyorlardı? Şimdikinden daha mı mutlulardı?” diye sorgulamadan edemiyorum.

Rehberimiz Serhat Ertem bey, göreceğimiz yerleri sıralıyor: Gellert tepesi, Balıkçılar burcu, St. Matthias katedrali, Zincirli Köprü, Parlemento Binası, Kraliyet Sarayı, Macar Ulusal Galerisi, Kahramanlar Meydanı. Buda tarafından başlıyoruz gezimize. Gellert tepesine çıkıyoruz. Budapeştenin yüksek ve yeşili bol tepesi. Tepenin en zirve noktasında, Budapeşte’nin 1945’te Rus ordusu tarafından kurtarılışının anısına dikilmiş, Tuna boyunca hemen her yerden görülen, şehri ayaklar altında bırakan devasa Özgürlük Anıtını uzaktan görüyoruz? Bu heykel kominizmden önce yapılmış, bir depoda kaderine terk edilmiş. Sonrasında kominizm zamanında bulunup bugünkü yerine yerleştirilmiş. Tepeden Budapeşte’yi ve Tuna’yı görüyoruz. Manzara büyüleyici! Manzara Unesco tarafından koruma altına alınmış. Bence korumayı hakeden panoramik bir manzara. Bu manzarayı gece de görmek isterdim, ancak mümkün olmadı!  Bu güzelliği belgeliyoruz fotoğraf karelerinde. Havanın puslu olması, ışığın yetersiz olması dahi manzaranın sihrini bozamıyor. Tepedeki Gellert Oteli termal sularıyla hayat bulan bir kaplıca merkezi durumunda.  Otelin kompleksinde yer alan termal sularla oluşturulan açık, kapalı havuzlar, dinlenmek şifa bulmak isteyen turistlerin favori mekânı hâline gelmiş. Gellert tepesinden aşağıya indiğimizde; tamamlandığında, dünyanın en uzun asma köprüsü  olan, adını; Macaristan’ın kraliçesi Elizabeth’den alan Eszebet köprüsünü görüyoruz.  II. Dünya Savaşında, diğer köprüler gibi yıkılmış ve 1964 yılında yeniden inşa edilmiş Budapeşte’nin en yeni ve en zarif köprüsü olarak öne çıkıyormuş. Tuna nehrinin en dar kısmında yapılmış. Uzunluğu, 290 metre. Bu köprünün özel aydınlatması; ünlü Japon aydınlatma tasarımcısı Motoko İshii tarafından yapılmış, maliyetler ise Japonya tarafından karşılanmış.
 

 

Yakınında Margit köprüsü ve Margit adası! Civarında ise Türk stili hamamlarla karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki 1550 yılında Osmanlılar tarafından inşa edilen Rudas Hamamları.10 metre yarıçapındaki kubbesi ve sekizgen havuzuyla dikkat çekmekte. Zaten geçmişteki Osmanlı egemenliğinin en büyük kanıtlarından olan hamamları ile bu geleneği günümüzde de sürdüren Budapeştenin, karşılığını fazlasıyla aldığını öğreniyoruz rehberimizden. Kale bölgesindeki Matthias  kilisesi! Krallarin taç giydiği yer. St Stephen'in ilk kez taç giydiği yer olan Bazilika'nın bahçesinde bu anı sembolleştiren bir heykel de var. 1541 yılında Buda’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçmesinin ardından kilise Fetiye camisine çevrilmiş. Kanuni’nin  Buda’ya giriş yaptığı gün ilk kez cami olarak kullanılmış ve Kanuni Buda’nın alınmasından dolayı “şükür namazı”nı burada kılmış. Aynı bölgede yapılmış, Buda Hilton; 1.derece sit alanı olan bu kalede yer aldığı  için Hilton otellerinin en değerlisiymiş.  Böylesi özellikli ve görülmesi gereken, tarih ve sanat kokan bu yerde, Hilton oteline nasıl izin çıktığına şaşıyorum! Demekki sit alanlarının sorumsuzca kullanımı   sadece ülkemizde olmuyormuş! Bir yakınımın otelin en alt katındaki, müzeyi görmelisin tavsiyesini, görgüsüzce inşa edilmiş koca Hilton yapısına kızdığım için görmek istemiyorum! Buradan inerken sürpriz bir şekilde parkın içindeki yürüyüş yolunun başında büyükçe bir  “Kemal Atatürk Yolu” levhasını görüyoruz ve mutlu oluyoruz!

 

 

 

 

 

 
Rehberimiz; şair Josef Atilla’nın Macarların Nazım Hikmet’i olduğunu, Atilla isminin burada çok yaygın olduğunu, Tony Curtis, Sarkosy, Zza Zza Gabor’unda Macar asıllı olduğunu söylüyor. Hatta burada yaşayan Türk gençlerinin arasında Atatürk’ün Zza Zza Gaborla ilişkisine gönderme yaparak,  “Atam izindeyiz” esprisinin yapıldığı anlatıyor. Rehberimiz Serhat Bey, Andrassi caddesinde gençlerin buluştukları yeri gösteriyor. Tüm meşhur markaların bu görkemli caddede dizildiklerini görüyorum. Budapeşte de fazlaca gördüğüm ekonomik gücü olmayan  insanların yaşadığı, bakımsız, pejmürde yerler düşüyor belleğime! Bu çelişkiler içimi daraltıyor! Hissettiğim kadarıyla kapitalist sisteme de adapte olamamışlar.
 
Büyükelçiliklerin önünden geçerek, kutlamaların ve törenlerin yapıldığı Peşte tarafındaki Kahramanlar Meydanındayız (Hösök tere). Çok kalabalık. Turistler ve turist arabaları doldurmuş meydanı. Özellikle akşam ışıklandırmalı görünümünü kaçırmayın. Zaten Budapeşte en güzel aydınlatılan şehirlerden biriymiş. Meydana adını veren, 36 metrelik sütun, efsaneye göre Aziz  denilen Kral İstvan’a rüyasında görünüp, Macar tahtını sunan Başmelek Cebrail’i simgeliyor. Sütunun üzerinde ve çevresinde Prens Arpad ve Macar kabile şefleri at üzerinde tasvir edilirken, önlerinde de Meçhul Asker Lahdi bulunuyor. İlerideki kalabalığa doğru ilerliyorum. Askerlerin gösterisini izliyor, bandonun müziğini dinliyorum.  Yaşlı ve genç insanlar hüzünlü bir törende buluşmuşlar. 1956daki Macar isyanının Sovyetler tarafından sert bir şekilde bastırılmasında ölenlerin anısına yapılan bir tören olduğunu öğreniyorum. Törenin hüznü banada yansıyor. Zaten 1944de 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlar’ın işgal etmesiyle, çok acı çeken Macarlar, 1945de Sovyetlerin Almanları yenmesiyle Sovyet yönetimine girmiş. 1956daki Macar isyanı Sovyetler tarafından bastırılmış ve halk 1988e kadar özgürlüğe olan tutkusunu yitirmemiş.  Sovyet lideri Gorbaçov, Macaristan’ın içişlerine karışmayacaklarını açıklayınca, 1989da Macaristan’da yeni bir dönem başlamış. 1991de son Sovyet askeri de ülkeden ayrıldıktan sonra 1999da Macaristan Nato’ya katılıp, 1 Mayıs 2004te tam AB üyesi olmuş.
 
 

 
 

 
 
 
Geniş meydanda karşılıklı duran,   neo klasik  iki yapı var. Güzel Sanatlar Müzesi ve Sanat Sarayı. G.S.Müzesinde şansıma Cezanne sergisinin de olduğunu görüyorum. Yaşasın! “Cezanne Sergisi” piyangodan çıkmış gibi oluyor benim için. Cezanne (Sezan) empresyonizm ile kübizm akımları arasında geçiş dönemi sanatçılarından biridir. Modern resmin yaratıcısı olarak kabul ediliyor. Matisse Sezan için “hepimizin babası” yakıştırmasını yapar. Cezanne, kübist, fovist ve soyut sanatçıları da etkilemiştir. Sergide Sezan’ın çok sayıdaki  eserlerini incelerken, kübizm’i Sezan’ın kurduğunu ve Picassonun geliştirdiğini birçok sanat tarihçi gibi bu sergide bende düşünüyorum. Benim için ilginç bir karşılaştırmalı  sergi deneyimi oldu. Diğer salondaki sanatçı; Honore Daumier illüstrasyonlarınıda  hayranlıkla inceliyorum. Sergide çoğunlukla taş baskı eserleri  olan sanatçının sosyal ve politik hayata ilişkin eleştirisel eserlerini görmekte sürpriz oldu benim için. Güzel Sanatlar Müzesi; Antik Yunan, Mısır, Roma sanatı, Alman, Hollanda, Flaman, İtalyan, İspanyol, Fransız, İngiliz ressamların farklı dönemlere ait eserlerinden oluşan çok büyük bir koleksiyona sahip. 19-20. yüzyıl sanatından da eserlerin sergilendiği müze görülmeye değer!
 
 

 

 

 
 
 
Tuna nehri kenarında, 19.yüzyıla ait Parlamento Binasını hayranlıkla inceliyorum. Bu bina  için yarışma açılmış ve kazanan proje Londra’nın Parlamento Binası’ndan esinlenerek yapılan bu proje olmuş. Yapımında bin kişi çalışmış; 40 milyon kiremit, yarım milyon değerli taş ve 40 kilo altın kullanılmış. Bina, nehir boyunca 268 m uzunluğunda ve dış cephesindeki beyaz neo-gotik kuleler ve kemerleriyle göz kamaştırmakta! Parlemento binasının ısısı  yaz kış  20 dereceymiş. Bu durum özel bir sistemle sağlanmış. Çok görkemli görünüyor. Buda ve Peşte arasındaki  Margid adasınını gösteriyor rehberimiz. Piknik ve koşu parkuruyla ünlü, pahalı bir yer olduğunu, motorlu araç trafiğine kapalı olduğunu öğreniyoruz. Ormanlık arazisi bol görünüyor. Margit Adası’na ismini veren prenses Margaret’in ilginç bir hikayesi var. Kral 4. Bela, Moğol istilasından kurtulmaları halinde 11 yaşındaki kızını manastıra yazdıracağına söz verir. Böylece 11 yaşında manastıra giren prenses hayatının sonuna kadar, kaplıcaları, asırlık ağaçları ve açık hava tiyatrosuyla ünlenen adada kalıyor. Gezimiz devam ediyor. 3.şehirden (Obuda/eski Buda) geçiyoruz. Arenayi görüyoruz. Stalinbarok  tarzı demiş Macarlar alayla buraya!
 
 

 
 
 

 

 

 
 
Modern şehir merkezinin kalbi ise kaliteli restoranlar, kafeler ve mağazaların boy gösterdiği Vaci Utca caddesi ve meydanı.  Meydanın ortasında Macar şair  “Mihaly Vörösmarty Heykeli’ni görüyoruz. Sanat her yerde karşınıza çıkıyor!  Dinlence ve eğlence molası vermek isteyenler buraya uğrasınlar.  Araç trafiğine kapalı olan meydan dükkanlar kafe ve restaronlarla dolu. Turistler hediyelik dükkanları doldurmuşlar. Bu arada unutmadan hatırlatayım: 1 euro 250 forint’e denk düşüyor. Budapeşte’nin modern merkezi; Peşte. Buda, tarihi dokusu ile göz doldururken; Peşte; kafe, bar, restaurantları, resmi kurum binaları, müzeleri, işlek caddeleri ve bulvarlarıyla dikkat çekiyor. Turistik sokak Vaci Utca da bulunan kafe  Gerbeaud’ın, Avrupa'nın en klasik ve en iyi pastanelerinden biri olduğunu duymuştum. 1800lü yılların sonundan beri hizmet vermeye devam ediyormuş. Gitmeden olmazdı. “Vörosmarty ter” durağında inip, hemen karşısında Gerbeaud Kafeyi bulduk. Kekleri, pastaları çok lezzetli, spesiyal tatlısının yanında dondurmada isteyin! Sıcak kahveleri de güzel.  Grubumuzdan arkadaşlarımız soğuk kahvelerini ve limonatasınıda beğendiklerini belirttiler. İç dekorasyonu ahşap, mermer ağırlıklı. İhtişamlı bir ağırlığı var kafenin. Çok kalabalık! Yer bulmak biraz zahmetli. Grubumuzdan bazıları Hard Rock Kafe’ye, bazıları ise  New York Kafeye gittiler. New York Kafeyi çok beğendiklerini,  her ülkenin müziği çalınarak ülkelerin oyunlarından gösteri yapıldığını anlattılar!  
 

 
 
 
Budapeştede günlük metro bileti almak ve şehri keşfetmek hem ekonomik, hemde kolay. Otobüslerle de şehri keşfedebilirsiniz. Bütün gün bu tek biletle her yeri arşınladık. 1896 yılından beri hizmet veren Budapeşte metrosu, 2002 yılında “Unesco Dünya Miras Listesi”ne alınmış. Peşte tarafında;  “De­ak Ter”: üç met­ro hat­tı­nın ke­siş­ti­ği, Peş­te’nin “sı­fır” nok­ta­sı; her yere mesafe burası baz alınarak hesaplanıyor. Bu­da­peş­te’nin ilginç ağaç füniküleri burada. As­ma fünikülere biniyorsunuz  (Bu­da’ya bağ­lan­dı­ğı yer­), 1-2 dakika içinde kendinizi Kraliyet Sarayı bahçesinde buluyorsunuz. Sarayı gezdikten sonra aynı füniküleri geri dönmek  için de kullanabilirsiniz. Meşhur Zincirli Köprüsü ya da köprünün her iki yanında yer alan aslan heykellerinden ötürü Aslanlı Köprü de dedikleri her iki yakayı birleştiren  köprüde yürümek çok hoşumuza gidiyor. Fotoğrafla belgeliyoruz bu anı. 
 
Akşam, şehri ikiye ayıran Tuna nehri gezisi olmazsa olmazlardan. Johann Strauss’un “Mavi Tuna” valsinde söz ettiği gibi Mavi Tuna olmasa da nehir tertemiz. Nehrin üzerinde atıklara rastlanmıyor.  Kuğu Gölü’nde söz edilen kuğuları az da olsa görüyoruz, yeşilbaşlı ördekler kuğuların azlığını tolere ediyor sanki. Teknedeki rahat koltuğunuza oturuyor, kulaklıklarınızı takıyor ve beklerken seçtiğiniz dünya müziklerini dinliyorsunuz. Elinizdeki nefis şampanyanızı yudumlarken, her dilden anlatılan,  Türkçeyi de seçebildiğiniz görsellerle taçlandırdıkları şehrin romantik, hüzünlü, sanatsal öyküsünü dinleyebiliyorsunuz. Kuğu gibi süzülüyorsunuz Tuna nehrinde. Gecenin ayrı bir tat kattığı ışıklandırılmış olağanüstü binaları (özellikle Matyaş Kilisesi, Fethiye Cami, Kraliyet Sarayı) hayranlıkla izliyor ve inci bir gerdanlık gibi dizilmiş köprülerin altından geçiyorsunuz. Tavsiyem teknenin en ön sırasında oturmanız! Gecenin loşluğunda camı bile fark etmediğiniz için endamlı Tuna’nın içinde gibi hissediyor ve dışarıdaki manzaranın güzelliğinden ayrılamayarak ara sıra önünüzdeki şehri tanıtan görüntülerin olduğu ekrana göz atıyorsunuz. 
 

 

 

Yıllardır hoyratlıktan, açgözlülükten nasibini aldığı halde hala güzeller güzeli kalabilen İstanbul ve boğazdaki tekne gezileri aklınıza düşüyor. Budapeşte gezimde şehrin İstanbul’a rakip bir yer diye düşünmekten alamadım kendimi. İstanbul gibi zıtlıklar şehri. Kozmopolit, kaba, hoyrat, bir o kadar da nazik, şiirsel ve estetik. Gezi boyunca Macar kaptanımızın da birçok davranış özellikleri ve Budapeşte’de gördüğüm insanların görüntüleri, davranışları, özellikle her iki dilde aynı olan birçok sözcük yıllardır duyduğumuz Macarlarla Türklerin akraba oldukları söylentilerini pekiştiriyordu sanki? Birkaç Macar da grubumuzun Türk olduğunu duyunca “sıster, brother” diye sempati gösterince, onlarında Türklere karşı bir yakınlığını hissediyorsunuz.  
 
Ertesi gün Estergon’a (Erztergon) varışımız bir saati buluyor. Ama değiyor. Estergon Bazilikası ve  Osmanlıdan kalan kaleyi (Ciğerdelen) geziyoruz. 1100’lü yıllarda Estergon başkent. Günümüzde ise dini başkent. Rehberimiz, buradaki meşhur Estergon bazilikasını gezerken,  illüminati tarikatı ile bağlantılı olduğunu söylüyor ve tavandaki tanrı temsili resmini gösteriyor. Duvarda çok büyük bir resim var. Iesus Hominum  Salvator! Anlamı,  insanlığın kurtarıcısı İsa demek. Hz İsa'nın çarmıha gerilişini anlatıyor. Resimle ilgili epeyce bilgiler alıyoruz. Bu arada hayat kadını İsa’nın takipçisi olduğu v.b.tartışmaları anlatıyor  rehberimiz. İsa ile evlendiğini, hatta İsa'nın Dan Brown ‘un da kitabında bahsettiği gibi başka çocuklarının da olduğunu hatta D.Brown’un  bu yüzden kiliseyle arası açıldığını da ekliyor ve devam ediyor: Hz. İsa son aksam yemeğindeki 13. Havari olan Judas  Hz. İsa’yı ihbar eder. İsa’yı vali yakalatır… Resimdeki İsa’nın ayaklarının neden üst üste çivili olduğunu soruyor rehberimiz? Kimse bilemiyor.  Çünkü İsa’nın acı çekmesine dayanamayan çingene çocuk çivinin diğer tekini çalıyor. Hatta bu yüzden çingenelerde hırsızlığın günah olmadığını da ekliyor rehberimiz!
 

 

Buradan sonra ikinci durağımız “Visegrad” sayfiye yerleşimi ve kalesi. Kasabanın ismi yüksek kale demekmiş. Bu ihtişamlı kale aynı zamanda av şatosu olarak kullanılmış. Neredeyse ülkemizden gelen tüm turistlerin uğradığı Rönesans (Reneissance) Restoran’a bizde gidiyoruz. Otantik görüntü ilk bakışta göze çarpıyor. Hemen soldaki ahşap giyotin, yanındaki çivili koltuk ilgimi çekiyor. Ortaçağ kıyafetleri giymiş trampet çalanların eşliğinde restorana giriyoruz. Neredeyse restorandaki herkes Türk.  İçeriyi bir ortaçağ dönemi gibi dizayn etmişler. Garsonların giysilerine kadar her şey ortaçağı çağrıştırıyor. Toprak çömlekler, toprak tabaklar, çatallar,  tahta masalar, tahta koltuklar, konuklara takılan renkli  kağıt taçlar o dönem hissini yaşatmak için düzenlenmiş. Sarı renkli büyükçe bir bebek önlüğüne benzeyen önlüklerimizi başımızdan geçirerek, nefis yemeklerini afiyetle yemeğe koyuluyoruz. Geleneksel “Kremalı Ceylan Çorbası”yla başlıyoruz. Ceylan eti, hindi budu, dana biftek seçeneklerinden masamıza istiyoruz. Ceylan eti yemenizi öneririm. Acılı biber salçası, sarımsaklı tereyağı, lahana turşusu, salatalar, böğürtlenli ve krema soslu çikolatalı kestane tatlısını afiyetle yiyoruz. Ardından dağlardan gelen doğal suyunu yudumluyor, büyük toprak testilerde sunulan kırmızı ve beyaz şaraplarını geleneksel müzikleri eşliğinde keyifle içiyoruz. Osmanlı mutfağının, Macar mutfağını büyük ölçüde etkilediğini bu restoranda da görmüş olduk.  Bana sofradaki hiç bir tat yabancı değildi sanki! Kral ve kraliçelerin kostümlerini giyerek, silahlarla (kılıç, asa,  mızrak, topuz, vb) esprili, komik fotoğraflar çektirerek bu keyifli zamanı belgeliyoruz. Ahşap giyotine girerek bir fotoğraf karesi çektiriyorum. Ancak 10 saniyelik giyotin macerası bile hiçte iç açıcı değil doğrusu! 
 
 

 
 

Başka bir ülkeye Slovakya’ya 2. kere giriyoruz Maria Valerio köprüsünden diğer kasabaya Parkan’a geçiyoruz. Yüzde 80 i Macar’mış. Yarım saat mola veriyoruz. Ardından, Szentendre (sanatçılar şehri diye anılıyor) köyüne giderken birçok evlerin (çoğu villa ve tripleks) üzerinde Elado (satılık) levhaları ilgimizi çekiyor. Ekonomilerinin kötü olduğunu öğreniyoruz. Rehberimiz bu evlerin oldukça ucuz satıldığını söylüyor. Yüzelli, ikiyüzellibin arası. Üstelik emlak piyasasının en düşük seviyesiymiş bu yıllar. Szentendre (bu köy meşhur seramik ve keramik ustası Margit Kovacs’ında köyü) köyünde hediyelik el yapımı harika şeyler, porselen ürünler, içkiler, v.b.pek çok şey bulabilirsiniz. İki tane Türk dükkânı var. TL’de geçiyor burada. Önceden rehber olan beyefendi Macar bir kızla evlenerek, buraya yerleşmiş ve şimdi hediyelik eşya dükkânı açmış. Fiyatlar uygun. Öğle yemeğinde Boğa kanı şarabı (Eğri Bikaver) ikram ediliyor. 

Budapeşte Macar geceleri: Çigan gecesinde, ördek eti, geyik eti, gulaş çorbası (dana eti, az kereviz, havuç ve küpler halinde doğranmış biraz da patates eklenmiş), ceylan çorbası ve kırmızı beyaz Macar şarapları masanın değişmezleri. Geleneksel kıyafetli kadın ve erkeklerin yaptığı folklorik dansları, beden müziği ile yapılan nefis gösterileri aklımda kalanlar.  Tabii ki doyumsuz Macar (Çigan müziği) müziğini;  keman, kontrbas, cimbalom, klarnetten oluşan enstrümanların olağanüstü ezgilerini dinlemeden olmaz. İsterseniz devasa şarap fıçılarının içinde oturup şarabınızı yudumlayabilirsiniz. Geleneksel Macar giysili kızla fotoğraf çektirip, bu fotoğrafınızın yer aldığı kendi şarabınızı satın alabilirsiniz. Geleneksel Macar giysili garson tarafından, bir metreye yakın boru şeklinde ağzı olan bir içki şişesi ansızın size yönelebilir. Tüm dikkatinizi toplayarak, dökmeden şarabınızı içebilirseniz bravo size!
 

 
 
Ertesi gün bu keyifli gezimizi bitirip, ülkemize uçmak üzere otelimizden ayrılıyor ve havalimanına gidiyoruz.  Hava alanına yaklaştığımızda Çinlilerin ve Vietnamlıların yaşadığı mahalleyi gösteriyor rehberimiz. Çin pazarı meşhurmuş buranın. Tarım bölgesi olduğu belli oluyor çevreyi incelediğinizde. Havası ılıman. Termal suları bol. Ayçiçeği ve  Mısır için  viola çiçeği yetiştiriyorlar. Macarların  yüzde sekseninin katolik ve hıristiyan olduğunu söylüyor rehberimiz. Gezi boyunca, karşıtlık ve zıt renkler peşimi bırakmıyor. Aynı; şık ve pejmürde, küstah ve mütevazı, kışkırtıcı ve sakin, güzel ve çirkin, duygulu ve duygusuz, kibar ve kaba kavramları gibi… İstanbul aklıma düşüyor yine! İstanbul kadar büyüleyici, İstanbul kadar hayal kırıklığı yaşatan bir şehir Budapeşte! Yinede İstanbul’un yerini  tutamaz! Macaristan Devlet Opera Binasının büyüleyici atmosferinde  konser izlemeyi, meşhur kaplıcalarının sihirli sularını kucaklamayı, şifa bulmayı, Tuna nehrini boydan boya, gündüz vakti de   geçmeyi, şehrin sokaklarında saatlerce yürümeyi dileyerek  bu ilginç şehre tekrar gelme umuduyla şehre el sallıyorum.




 Yazılan Yorumlar...
TAMER
(02 Şubat 2013)
Şükran Hanım elinize sağlık, çok güzel bir yazı olmuş. Budapeşte benim de çok merak ettiğim, özellikle görmek istediğim Orta Avrupa şehirlerinin başında geliyor. Bu sene erken rezervasyonla aldığım Prag-Budapeşte ve Viyana turu ile kısmet olursa yazın 10 günlüğüne ailecek oralarda olacağız, hasretle bekliyorum.
Şükran Şahin
(30 Ocak 2013)
Setenay ve Neşe hanım, Hakan bey:) Orta Avrupa gezimde Hakan beyin bilgilendirici gezi yazılarından çok yararlandım. Setenay ve Neşe hanım sizlerin gezi yazılarınızı keyifle ve imrenerek okuyorum. "Gezi Alemi Sitesi" organize etse de ortak bir gezi düzenlese! Sağlıkla bol gezili günlere, güzel yüreklendirmeleriniz için teşekkürler:)
Setenay Süzer
(26 Ocak 2013)
Şükran Hanım,
Çok güzel değerlendirilmiş gezinizin,akıcı anlatımınız, bilgilendirme, yorumlar ve efsanelerle zenginlemiş, her zamanki gibi zevkle okunan çok güzel sunumu olmuş.Budapeşteyi 1991 de görmüştüm ,şimdiki fotograf gözümle yeniden gitmeyi diliyorum,umarım bu yıl sonbaharında gerçekleşir.Selamlarımla
hakangeziyor
(25 Ocak 2013)
Şükran hocam, her zamanki gibi yine keyifle gezdirdiniz bizi. Bizde "altın üçgen" olarak ifade edilen Prag-Budapeşte-Viyana üçlüsünü farklı tarihlerde ziyaret etmiştim. Hepsi ayrı ayrı çok güzel ama Budapeşte bende daha farklı duygular uyandırmıştı. Ya da Tuna Nehri demeliyim belki de. Defalarca nehir kenarında yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Kah Buda hak Peşte tarafında. Ezstergom ve Szentendre beni çok etkilememişti ama Visegrad için aynı şeyi söyleyemem. Kartal yuvası gibi asılı dıran bu kalede yoğun bir yaz yağmurundaki gezişimizi ve büyüleyici Tuna manzarasını unutamam. Sayenizde oralara gittim yeniden.Teşekkürler...Kaleminize sağlık...
NEŞE
(25 Ocak 2013)
Çok zevk aladım okurken...Budapeşte ye 2 kez gittim,çok güzel bir şehir ve belirttiğiniz gibi halk bize çok yakın..Zigetvar da Kanuni nin iç organlarının gömülü olduğu mezarın içinde bulunduğu parkta çok büyük bir büstü var ve altına bırakılan çelenklerde "kahraman düşmana" yazıyor...Güzel duygular bunlar...