İsveç ve Filmi İkinci Yarısı 4- Cambaz ipte, balık dipte gerek!


İsveçli, konuşmak yerine öncelikle okumayı seçiyor. Kimi kültürlerde insanlar konudan konuya atlamayı, kulaktan duyma şeyler üzerine uzun uzun fikirler yürütmeyi pek severken, İsveçliler daha az konuşuyor ve genellikle rakamlara, olgulara yer vermeyi tercih ediyor. Başkasının sözünü kesmekten de son derece çekiniyor bu sessiz insanlar. 1814 yılından bu yana, yaklaşık iki asırdır hiç savaşmamış olan İsveçliler, çocukluklarından beri, ailelerinden ve öğretmenlerinden, ne olursa olsun, seslerini yükseltmemeleri, başkalarına karşı saygılı davranmaları, konuştukları kişinin sözünü kesmemeleri gerektiğini dinlemişlerdir defalarca.

İsveç toplumunda, açıkgözlük, hemen köşeyi dönmek, işin ucundan tutmak, ya da kolayına kaçmak da toplumda tasvip gören şeyler değil pek. Bunlar yerine, yöntem, bilgi birikimi, teknoloji ve yaratıcılık önemli İsveçli için.

Kimi ülkelerde, bir taksi şoförüne, dünya ekonomisinden uzay savaşlarına kadar herhangi bir konuda fikrini sorun. Hararetle anlatmaya başlar, doğru ya da yanlış, ama mutlaka bir şeyler söyler. İsveçli ise, yüzde yüz emin olmadan ağzını açmaz genellikle. Bir konuda, “bilmiyorum!” dediğinde, hiçbir şey bilmiyor değildir, sadece bildiklerinden yüzde yüz emin değildir! Emin olmadığı şeylerle de insanları rahatsız edip vakitlerini almaktan çekindiği için “bilmiyorum!” der çıkar işin içinden!

Kısaca “Svensson” diye adlandırılan ortalama İsveçli, uzmanı olduğu alan dışında bir konu konuşuluyorsa “cambaz ipte, balık dipte gerek!”  deyip pek sivri fikirlerle ortaya çıkmamayı tercih eder. Bunda, zaman zaman aşırıya kaçan uzmanlaşmanın da önemli rolü var muhakkak. Her ne kadar, yarım hekim candan, yarım hoca dinden ederse de uzmanlaşmada zirveye ulaşmış olan İsveç’te, toplumun en dinamik unsurları olması gereken üniversite öğrencilerinin bile kendi alanları dışındaki konulara yeterli ilgiyi göstermemesi gerçekten hayli düşündürücü!..

Sen Reformu
“Sabrın sonu selamet!..”  diye mi düşünüyorlar bilemiyorum ama, İsveçliler otobüs durağında, çarşıda, pazarda itişip kakışmadan ve hiç şikâyet etmeksizin kuyruğa girerler. Ne kadar gayret ederseniz edin, kolay kolay bir sıkıntı belirtisi yakalayamazsınız yüz ifadelerinde. Mırıl mırıl kuyruktan şikâyet eden bir insan bulmak pek kolay değildir bu toplumda! Çocukluğundan beri alışmıştır başkalarının haklarına saygı göstermeye. Başbakan da olsa kuyruğa girer, sabırla bekler sırasının gelmesini.

İngiliz, Amerikalı ve Almanlarla karşılaştırıldığında İsveçliler, hiyerarşiye, kıyafete, iş hayatında bile takım elbise ve kravata pek önem vermezler. İsveç Parlamentosu’nda dahi, azınlık olmalarına karşın, kravatsız, saçı sakalı birbirine karışmış, üzerinde eski blucin takımla dolaşan milletvekillerine rastlayabilirsiniz.

İlginç bir ülke İsveç! Çiçeği burnunda genç bir gazeteci, televizyonda söyleşi yaparken, başbakana rahatlıkla “sen” diye hitap edebilir. Daha doğrusu etmek zorundadır, çünkü uzun yıllar önce yapılan “Sen Reformu”ndan beri İsveç’te “siz” sözcüğü kraliyet ailesi dışında kullanımdan kalkmıştır. Bunun sonucu olarak da, ilkokuldaki çocuk, dedesine ya da yeni işe girmiş genç, yaşlı patronuna “sen” diye hitap eder. İlk zamanlar, olur olmaz yerde, “sen” diyen gençlere, yaşlılardan sert tepkiler gelmiş, ancak, artık toplum yaşamında “siz” kalkmış, “sen” ise tartışılmaz imparatorluğunu ilan etmiş. “Siz” yanı sıra, “sayın”, “efendim”, “beyefendi” gibi sözcükler de günümüz İsveç’inde hükmünü yitirmiş artık!..

Ya süper samimiyet, ya tedirginliğin zirvesi!

İsveçlilerin, konuşacakları konunun etrafında epey gezindikten sonra nihayet sadede gelme huyları pek yok. Hemen konuya girip söyleyeceklerini söylerler. Bazen şaşırır kalırsınız sohbetin kısalığı karşısında. Konuşmayı şehvetle seven bizler gibi daldan dala atlayıp bir sohbet konusu yaratmakta güçlük çeker Kuzeyin bu sakin insanları.

İsveçlilerde, durup dururken sohbet yaratma kültürü pek gelişmemiş maalesef! Ne birbirlerine “Memleket neresi hemşehrim?” diye sorarlar, ne otobüste giderken hiç tanımadıkları insanlara zamlardan şikâyet ederler, ne de cuma, cumartesi geceleri sarhoş kafayla metronun camlarını kıran, telefon kulübelerini parçalayan kimi gençleri durdurmaya çalışırlar! 

İsveçlinin hemencecik sohbete girememesinin bir nedeni de karşısındakinin özel hayatıyla ilgili soru sormaktan çekinmesidir. Kimse kimseye hangi partiye oy verdiğini, ne kadar maaş aldığını sormaz, sorulursa da söylemez. Hele bir işyerinde ya da aile toplantısında hararetli hararetli politika tartışıldığı ender görülen olaylardandır.

İsveç’te insanlar, birbirlerinin özel hayatına karışmamak ve hatta ‘es kaza bulaşırım’ endişesiyle yanından, yakınından geçmemek için inanılmaz bir çaba sarf eder. Bizde ise hastaneye gider, oturur sıranızın gelmesini beklersiniz. Az sonra, yanınızda oturan ve en ufak tanışıklığınız olmayan biri, “Kardeş, benim böbreğimde taş var, sizde ne var?” diye sorabilir. Böyle soruları nedense hep “bende de döper var!” diye yanıtlamak istemişimdir! Benzeri bir durumun İsveç’te söz konusu olabileceğini hayal bile etmek hayli zor geliyor bana.

Bu soğuk ülkede, bankamatiklerin önünde sırasını bekleyen insanlarla bir anket yapılsa, eminim pek çoğu, önündeki şahıs, şifresini yazarken, ondan mümkün olabilecek en uzak mesafede durup mümkün olabilecek en ters yöne bakmak çabasından kalp atışlarının hızlandığını, sinirlerinin gerildiğini itiraf edecektir!

Türkiye’de ise, durum biraz farklı cereyan edebilir! Bankamatikte işlem yaparken gösterdiğiniz en ufak bir tereddüdünüzde, yapmanız gerekenleri bir bir size anlatıp yardımcı olmaya çalışan hayırsever bir yurttaşın hemen yanınızda bitivermesi olmayacak iş değildir doğrusu! Bir tarafta, sizden en az bir, iki metre uzakta durup başını ters yöne çevirmekten kan ter içinde kalan insanlar, öte tarafta, meraklı ve hayırseverlerden oluşan bir kalabalığın “kolektif para çekme harekâtı!”... Biri “süper samimiyet!”, öteki de “tedirginliğin zirvesi!”...

“Güvenilir, güzel görünüşlü, ancak, ruhsuz!”

İsveçlinin fanatik olduğu şeylerin başında, yaz tatili ve güneş gelir. İsveçli, İsveç’te pazarlık yapmaz. Akdeniz ülkelerine gittiği zaman da kazıklandığını tahmin ettiği halde alışkanlığı olmadığı için utanır ve pek pazarlık yapamaz. Macera ruhu zayıftır, fazla risk almamayı tercih eder, aşırı dikkatli ve temkinlidir. Sonuç olarak, İsveçlileri ürettikleri mallara benzetenler çoktur; yani “güvenilir, güzel görünüşlü, ancak ruhsuz!”.

Espri yeteneği oldukça sınırlıdır İsveçlilerin bir bölümünün. Özellikle kışın, resmi ve donuk bir ifade vardır yüzlerinde. Alışık olmayanlara, ilkin, hayli sıkıcı gelebilirler. “Donuk, sıkıcı, soğuk” gibi özelliklerinden kendileri de şikâyet ederler, ama, aynı şeyleri yabancılardan duydukları zaman da hemen savunmaya geçer, “Ne yapalım hava soğuk da ondan!” derler. 

Pek çok Batı Avrupa ülkesinde olduğu gibi, İsveç’te de özel yaşam ile iş yaşamı oldukça keskin hatlarla birbirinden ayrılmıştır. Gayet iyi anlaştığınız iş arkadaşınızla, hafta sonları, ailece bi¬r araya gelmek, pek sık rastlanabilecek bir durum değildir bu ülkede! Bunun nedeni de kadınlarla erkekler arasındaki kaç-göç değil, “insanlar arasındaki kaç-göç”tür. İsveçli ya da genel olarak Batılı, hafta sonu, iş dünyasıyla tamamen ilişiğini kesmekte, ailesi ya da hobileriyle meşgul olmayı tercih etmektedir.

İsveçli ailelerin sınırlı bir dost çevresi vardır genelde. Bu çevre de pek öyle kolay genişlemez! İçine kapanık kişiliklerinin yanı sıra, kadınların büyük kısmının çalışıyor olması da, İsveçlilerin dostlarını kalabalık gruplar halinde evler¬ine çağıramamaları sonucunu doğurmaktadır. “Hadi gel, bu akşam bize gidelim!” önerisini bir İsveçliden duymak gerçekten de o kadar kolay değildir! Böyle teklifsiz davetler yok denecek kadar azdır. Bunun yerine bir hafta önceden yapılan davetler olağandır.

Ana-baba ve çocuk ilişkisi de hayli ilginç bu ülkede. Yaz geldi mi, hemen bütün öğrenciler, para kazanmak için geçici bir işe girerler. Ailenin maddi durumu ne kadar iyi olursa olsun, gençlerin çalışmaması son derece yadırganır İsveç toplumunda.

Gençler, on sekiz yaşından sonra hâlâ aileleriyle birlikte oturuyorsa, odalarının kirasını, yedikleri yemeğin, kullandıkları telefonun parasını aydan aya, kimi kez sembolik, kimi kez de kuruşu kuruşuna öderler. Çocukları, erken yaşta sorumluluk almaya alıştırması açısından, olumlu yönleri var bu geleneğin kuşkusuz. Ancak, İsveç’te geçen onca yıla karşın, bizim kültürümüzden gelen insanların kolay kolay kabullenemediği bir konudur bu!..

Telefon et, hasta yazıl!

İsveç’te, “iş disiplini” ve “iş ahlakı” son derece yerleşmiş kavramlar. İstedikten sonra, yasalar kaytarmaya hayli elverişli olmasına karşın, İsveçliler arasında hasta olmaksızın hasta yazılmayı âdet haline getirmiş olanlar sanıyorum oldukça küçük bir azınlık. Oysa, yasalara göre, sabah kalktığınızda, işyerine ve sigorta kasasına telefon edip hasta olduğunuzu söylemeniz beş iş günü işe gitmemeniz için yeterli. 

İsveçli, eğer işine gitmemişse hasta yazılmıştır. Senenin yaklaşık iki haftasını nezle, grip, veya televizyondan naklen verilen önemli bir futbol maçı, ya da kayak yarışı nedeniyle evde geçirir İsveçli! “Emekliliğine birkaç yıl kalmış yaşlılar” en fazla hasta yazılan gruptur. Bu grup, hasta yazılmadığı zamanlarda, gazetelere okuyucu mektupları göndererek, “gençliğin ne kadar kolay hasta yazıldığından” şikâyet eder! Oysa, bu grubun hasta yazılma ortalaması, şikâyet ettikleri gençliğin ortalamasından kat be kat fazladır!

Göçmen-yoğun banliyölerden Rinkeby’de yapılan araştırmalar, erken emekli olan, ya da bir yılın neredeyse tamamında hasta yazılanların oranının göçmenler arasında İsveçlilere oranla hayli yüksek olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu konuyu araştıranların kimileri, şöyle bir sonuca varıyor: “Hasta yazılmak, göçmen kadının yaşamındaki görevleri ve çelişkileri azaltıyor! Evdeki kurallar ile dış dünya arasında öyle büyük bir uçurum var ki, göçmen kadın, “hastayım!” deyip işe gitmediğinde, hiçbir ekonomik kayba uğramaksızın, bu sorunlardan kısa bir süre de olsa kurtulmuş oluyor”.

Yabancıların daha fazla hasta yazılmasının en önemli nedenlerinden biri, göçmenlik psikolojisinde ve kültür çatışmasında yatıyor galiba. Bir göçmen, İsveççe’ye ne denli hâkim olursa olsun, en azından İsveç kültürüne yabancıdır! İşyerindeki kahve molasında, İsveçli bir tenisçi ya da futbolcunun son maçından söz edildiğinde çok büyük olasılıkla bu konular bir göçmeni, İsveçliler kadar ilgilendirmeyebilir.

“Fikir alışverişinin, yeni şeyler öğrenmenin, yeni kültürlerle tanışmanın kime ne zararı olabilir ki?” diyebilirsiniz. Doğru, doğru olmasına da, peki, Türkiye’den gelmiş bir vatandaşımız da Türk futbol tarihinden sayfalar açıp Lefter’den, Metin Kurt’tan, Can Bartu’dan söz etse, bu isimlerden doğal olarak bihaber olan İsveçli nasıl bir reaksiyon gösterir ki acaba? “Evet, tabii” gibi bir şeyler söyler her halde ve konu orada kapanır! Ama, Türkiye’de, sporla hiç ama hiç ilgilenmeyenler bile otobüste, okulda, kantinde, sağda, solda duymuşlardır bu isimleri; aşinadırlar!

Haydi spordan vazgeçtik, şöyle bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatsanız, ya da Erbakan Hoca'nın “kadayıfın dibi tuttu mu, tutmadı mı?..” esprilerini nakletmeye kalksanız ne olur? Birincisi pek komik olmaz, çünkü birinci nesil göçmenin nüktenin inceliklerini verebilecek lisan kıvraklığına sahip olması son derece zayıf bir olasılıktır. Ayrıca, dinleyenlerin Türkiye’nin siyasal yaşamını az da olsa biliyor olması gerekir, yoksa, “hayrola tatlıcı dükkânı mı açılıyor?” gibisinden bir soruyla karşılaşmak da var işin sonunda! Ya da, düşünün ki Demirel’in “vaaaa mı bunun başka izah tarzı?” sözünü çevireceksiniz. Siz son derece başarılı bir çeviri yapsanız bile, Türkiye politikası ile hiç ilgilenmemiş biri için, hiç de enteresan değildir bu anlatılanlar!

Bu tür binlerce örnek vermek mümkün ama, uzun sözün kısası, oldukça sancılı bir süreçtir göçmenlik! Peki, ne oluyor, o zaman? Başkaları anlatıyor, topluma yeni girmiş göçmen de dinliyor, ara sıra gülümsüyor, zaman zaman da “evet, tabii!” diyerek onaylıyor. Ama, genellikle, “seyirci” ya da “dinleyici” konumunu koruyor!

Diyelim ki, İsveçlinin biri, basit bir soruyu zor bir sözcük kullanarak sordu. Altı yaşındaki İsveçli bir çocuğun rahatlıkla bilebileceği, ama İsveççe lisan kurslarında öğretilmeyen bir sözcük yüzünden üç defa tekrarlatacaksın soruyu, yine de anlamazsan “evet” deyip kafa sallayarak konuyu kapatmaya çalışacaksın! Bütün bunlar, yıllarca yaşandıkça göçmenin kalbi sıkışıyor, yüzünü ateş basıyor! Sonuç olarak da, kalbini sıkıştıran bu dışlanmışlık ortamından, zaman zaman da olsa, uzaklaşmak için hasta yazılabiliyor belki de!

Kimi İsveçli de, yabancıların sık sık hasta yazılması olayını, “işte, göçmenlerde, iş ahlakı yok ki zaten, buraya geliyorlar, bizim sosyal güvenlik sistemimizi suiistimal ediyorlar!” diye yorumluyor işin kolayına kaçıp! “Gâvurun işi biter miymiş hiç?” deyip iş saatinde kuytu bir köşeye çekilip sakin sakin örgüsünü ören, işyerinin temizliğiyle görevli göçmen kadının da iç dünyasını anlamaya çalışmaksızın bu sorunların çözümü hemen hemen olanaksız! Bu sürecin, göçmenlerin küçümsenemeyecek bir bölümünü yalnızlığa, hırçınlığa ve giderek de kayıtsızlığa sürüklemesi ise kaçınılmaz!..

İsveç’in resmi dili İngilizce mi?

İsveçlilerin en şaşırtıcı yönlerinden biri de “abartılı alçakgönüllülükleri”! Hep kendini methedip ön plana çıkaranlara sıkça rastlanılan kültürlerle kıyaslanınca bu özellik, kimilerince, bazen “aptallık” ya da “pasiflik” olarak bile yorumlanabiliyor! 

İsveç’e geldiğim ilk günlerde, İngilizce’nin İsveç’in neredeyse ikinci resmi dili olduğunu bilmediğimden, her ağzımı açışta insanlara “İngilizce bilir misiniz?” diye sormuş hemen her seferinde de “biraz!” yanıtını almışımdır. Sohbet ilerledikçe de “biraz” İngilizce bildiğini söyleyenlerden kimisinin İngilizce konuşulan bir ülkede birkaç yıl yaşamış olduğunu öğrenmişimdir. Hasılı, özellikle genç nesil “biraz”ın hayli ötesinde İngilizce bilir! Ya¬bancı dil bilenlerin sayısı konusunda Avrupa’da Hollandalılardan hemen sonra gelir İsveçliler. Bunu da normal karşılamak gerek, çünkü, daha ilkokulun dördüncü sınıfında yabancı dil eğitimi başlıyor İsveç’te.

Stokholm’ün göbeğinde, “Kral Bahçesi” denilen parkın hemen bitiminde, genellikle, ünlülerin ve ünlü severlerin gittiği, Opera binasının hemen dibinde olduğundan Café Opera diye anılan bir restoran vardır. İşte önünde, yaz, kış kuyruklar oluşan bu restoranın kapısında durup bodyguardlık yapan şahsın, bir grup Amerikalı turistin, fiyatlarla ilgili sorularını nasıl bir İngilizce ile yanıtladığını duyduktan sonra ben, artık, İsveç’te insanlara  “İngilizce bilir misiniz?” diye sormaktan vazgeçtim!

Anadili İngilizce olan yabancı erkeklerle tanışmak için can atar İsveçli kızlar. Çünkü, İngilizcelerini ilerleteceklerdir! İşte, bunun sonucudur ki,  çok güzel İsveççe bilmelerine karşın, sırf İsveçli kızlarla tanışmak için, turist numarası yapıp İngilizce konuşmayı tercih eden yabancı erkeklere rastlamak olasıdır İsveç’te! 

İsveç’e gelip de iyi derecede İngilizce bilenler için İsveçlilerle ilişki kurmak kolay olmasına kolaydır ama, bu sefer de İsveççe öğrenmek zorlaşır. Çünkü, o zaman herkes sizle İngilizce konuşur, siz de bir türlü İsveççe öğrenemezsiniz! Hele, yazın, genç satıcılar, İsveçliler kadar sarışın olmayan herkesi “turist” kategorisine koyup İngilizce konuşmakta direnirler. İngilizce sorularını İsveççe yanıtlarsınız ama, pek oralı olmazlar! Nasıl ki, Pavlov deneylerindeki köpeğin sindirim bezleri,  çıngırak sesleriyle birlikte çalışmaya başlıyorsa, İsveçli genç de yazın, “kara kafa” gördü mü turist muamelesi yapıp otomatik olarak İngilizce konuşmaya başlıyor! 

İsveç, İngilizce konusunda, yelpazenin bir ucunu oluşturuyorsa karşı uçtakilerin önde gelenlerinden biri de Fransa olsa gerek! Paris’in uluslararası tren istasyonunda, üzerinde kocaman harflerle “Information” yazılmış olan kulübede oturan görevlinin dahi Fransızca’dan başka dil bilmemesini ve sanki “Ne garip! Demek Fransızca bilmeyenler de varmış bu dünyada?” dercesine şaşkın bakışlarını gördükten sonra, İsveççe’ye İngilizce karşılık almayı çok daha rahat tolere eder oldum!..

Kutup dairesinin de ötesinde, mayolu kayak!

Karı, buzu bol, güneşi kıt İsveç’te, insanlar, hava raporlarını pür dikkat izlerler! Bu ilginin yoğunluğu, ilk günden beri şaşırtmıştır beni! Türkiye’de “bugün hava sıcaklığı kaç dereceymiş acaba?” diye düşündüğüm sayılıdır. Biz genellikle, “aman bugün hava amma da sıcakmış!” deriz, ertesi gün de gazetelerde okuruz, “öldürücü çöl sıcaklarından şu kadar kişi yaşamını yitirdi!” diye.

Oysa, İsveç’te, tatil kadar kutsal bir diğer kavram da “hava sıcaklığı”dır. Kentin her yanındaki ışıklı tabelalar, anı anına hava durumunu gösterir. İsteseniz de kaçamazsınız bu tabelalardan! İsveçli çok da temkinlidir, hiçbir şeyi şansa bırakmaz; sadece bir tanesiyle yetinmez, birkaç tabelaya bakıp ortalamasını alır, “eveeet, yaklaşık on iki derece imiş!” der ve görevini yapmış insanların huzuru içinde yoluna devam eder! Soğuklardan şikâyet eden göçmenlere ise İsveçlilerin verdiği yanıt değişmez. “Kötü hava olmaz, kötü kıyafet olur!” deyiverirler hemencecik! Ama, insaf, eksi yirmi derece kötü hava değil de nedir?

Her şeye karşın İsveç, kendisi gibi altmışıncı paralelde yer alan Sibirya, Güney Grönland ya da Kuzey Kanada ile kıyaslandığında, olması gerekenden daha sıcaktır. Bunun nedeni de ta Atlas Okyanusu’nun ucundan, Karayıp Denizi ve Meksika körfezinden sıcak su taşıyan Gulf Stream’dir. 

Kutup dairesinin 300 kilometre kadar kuzeyinde, İsveç ve Norveç arasındaki Riksgränsen (ülke sınırı) denilen bölgede, güneş, haziran ve temmuz aylarında hemen hiç batmaz! Yazın, “gece yarısı güneşi”nin seyredilebildiği bu bölgede yerden de kar eksik olmaz! Yani, aklınıza eserse, bir yaz gecesi aydınlığında rahatlıkla, birkaç saat kayak yapabilirsiniz! İnanması güç, ama, kuzey İsveç’te şubattan haziran sonuna kadar kayak yapılabiliyor! Yazın, kayak elbisenizin üstünü çıkarıp veya mayonuzu giyip hem güneşte yanmak, aynı zamanda da kayak yapmak mümkün bu bölgede! 

Kasım ortasından ocak ortasına kadar, güneş görmenin hemen hemen mucize sayılabileceği kuzey İsveç’te, her yer sürekli karanlıktır. İsveç’in özellikle bu bölgelerinde, çocuklar, yürümeye başladıklarından beri kayak yapıyor, okula da kayakla gidip geliyor! 

Kuzey İsveç’in, hızlı kayakçılarının yanı sıra, çiğ çiğ yenen bizim hamsi benzeri Baltık ringası da son derece popülerdir. Bu popülâritenin nedeni de tarihsel bir zorunluluk aslında! Her yerin buzla kaplı olduğu bölgelerde tek besin maddesi buymuş eskiden. Bizim pastırmanın kokusundan şikâyet edenlere tavsiye, İsveç’e gidip surströmming yesinler. Evvelce yüzlerini buruşturdukları pastırma, Baltık ringası turşusunun zehir zemberek tadı yanında zemzemle yıkanmış gibi kalır. Tuzlanmış, mayalanmış, çiğ ringa balığı yemek konusunda İsveçliler de iki kampa ayrılmış durumda! “Çiğ ringaya bayılanlar” ve müthiş kokusu nedeniyle “görmeye bile tahammül edemeyenler”. Göçmenler, doğal olarak ezici bir çoğunlukla ikinci kampta yerlerini alırlar!..




“İsveçliler güneşe mi tapıyor acaba?”

Bir yabancı ile tanışan İsveçlinin, aklına geliveren ilk soru, ya “İsveç’i nasıl buldun?”dur, ya da “İsveçliler hakkında ne düşünüyorsun?”dur! İsveç’i nasıl bulduğunu anlatmak kolay da, iş, İsveçliyi tanımlamaya gelince cevap bir miktar çetrefilleşebilir! Böyle bir durumda, hemen, “yazın mı, kışın mı?” diye bir karşı soru sormakta yarar olsa gerektir!

Soğuk kış akşamları iş çıkışından sonra sokaklar bomboştur İsveç’te! Kafeler tenha, insanlar asık suratlıdır! Metrolarda, durgun mavi gözleri sabit noktalara takılmış insanlar görürsünüz çokça. Bizim sıkış tepiş belediye otobüsleri gibi canlı, hareketli, fıkır fıkır değildir İsveç’in otobüsleri. Bizde taksiye, dolmuşa binersiniz, sürücü ya benzin zamlarından, ya trafik cezalarının yüksekliğinden, ya kapıyı çarpan müşteriden, ya da hükümetten şikâyet eder! Otobüse binersiniz, vatandaşın birinden sosyal sorunlara şıpınişi çözümler dinlersiniz. Hayatınızda ilk kez gittiğiniz berber, siz koltuğa oturur oturmaz ya pahalılıktan dem vurup “Bir günlüğüne beni Başbakan yapsınlar her bir sorunu bak nasıl çözerdim!” diyebilir, ya da tuttuğu takımın son maçta  nasıl hakemin gadrine uğradığından bahsedebilir!

İsveç’te ise, böyle bir durumu, kolay kolay hayal bile edemezsiniz! Beş yıldır her gün, öğle yemeğinizi yediğiniz restoranın garsonu sanki sizi ilk kez görüyormuş gibi davran-abilir. Bizdeki garson-müşteri muhabbetine pek benzemez İsveç’teki lokanta sohbetleri. 

İlla böyle bir sohbet özlüyorsanız, o zaman, hiç vakit geçirmeden, ya Rinkeby, Tensta, Fittja gibi göçmen-yoğun banliyölerdeki Türk bakkallarına, ya da Konser Salonu’nun bitişiğinde, Samanpazarı anlamına gelen Hötorget’te pazarcılık yapan ve sattıkları her meyveyi “ekstra tatlı!” diye reklam eden bizim vatandaşlarımıza uğrayıp hasret gidereceksiniz!

O da mı olmadı? O zaman, dosdoğru bir Türk pizzacısına gidersiniz. Az sonra, kısa boylu, esmer garson gelir ve 1965’lerde İsveçli kızların sokakta rastladıkları egzotik göçmen delikanlılarını ve tabii bu arada kendisini, kollarından çeke çeke nasıl evlerine götürdüklerinin öyküsünü anlatır. Sonunda da, “Aaaahh ah! O zamanlar bir başkaydı; İsveç’te göçmen azdı, kızlar bizi paylaşamazdı; şimdi her yer göçmen doldu, İsveçli kızların da ilgisi azaldı!” der ve masadaki boş tabağı alıp bulaşıkhaneye doğru seğirtir! 

İsveç’te, kalabalıklar içinde de olsa, kendini yalnız hissedebilir insan. Üniversitelerde bile, ikili, üçlü gruplar halinde köşelerine çekilmiş öğrenciler görürsünüz. Kimisi de tek başına oturur. İnsan ilişkilerindeki bu soğukluğun, donukluğun nedenini sorduğunuzda çoğunluk bunu iklime bağlar. Gerçi, bu yanıt ne denli tatminkârdır bilemiyorum! Çünkü, komşu Danimarka’nın Kopenhag’ı da soğuktur ama capcanlı insanlar görürsünüz orada!..

Sonu gelmeyen kış aylarından sıkılanlar sadece İsveç’te yaşayan yabancılar değil tabii ki! İsveçliler de bunalıyor uzun kış gecelerinden. Onun için de, 65’lerine gelip emekli olduklarında, sıcak İspanya sahillerine taşınmanın hayalini kuruyorlar. İsveç’te üniversiteye bisikletle gidip gelirken, bıyıklarımda oluşan buz parçacıklarını anımsadıkça hak vermiyor da değilim doğrusu, bu “sıcak İspanya sahilleri”  hayallerine! Kimi İsveçliler de sonu gelmez kış aylarına dayanabilmek için çareyi, beş haftalık yaz tatilinin bir haftasını kullanmayıp saklayarak kışın Kanarya Adaları’nda güneşlenmekte bulur…

Eskiden beyaz tenli ve topluca olmak makbulmüş, şimdi de yaz, kış yanık tenlilik modası var İsveç’te! İyi hoş da, kışın Kanarya Adaları’na gidemeyenler nasıl yanacak bu güneşsiz memlekette? Refah toplumu, bunun da kolayını bulmuş, doğal güneş yerine, “teknolojik güneş” yaratmış. Birçok İsveçli, özellikle de hanımlar, kışın solaryumlara koşarlar ve dışarda kar yağarken bronzlaşırlar. Hatta, kimisi işi daha da ilerletip solaryuma gideceğine evine bir “suni güneş”  satın alıverir!.. 

“İsveçlilerin milli marşı çalınıyor zahir!”

İsveçlileri ikiye ayırmıştık; “yazın İsveçliler”, “kışın İsveçliler” diye. Yaz gelince, bu sarı saçlı, mavi gözlü insanların psikolojisinde inanılması güç değişimler görülür!  Mayıs ayından itibaren İsveçliler birdenbire güler yüzlü, konuşkan ve neşeli insanlar haline geliverirler. Bembeyaz elbiseleri, sapsarı saçlarıyla papatya tarlasına dönüştürürler ortalığı. Stokholm çevresindeki binlerce adadan bazılarına sefer yapan içkili gemilere atlayıp müziğin ritmine uyarak dans etmeye başlarlar. 

Kimisi, İsveç yazı için “iki metre uzunluğunda ve bir metre derinliğindedir!” der. Çünkü, yazın yüzmek isterseniz, su, biraz derinleştikçe soğur, “insanın başı yazda, ayağı kışta” gibi bir durum ortaya çıkar! İsveç’te yaz, o denli kısadır ki İsveçliler ne yapsalar yazlık elbiselerini bir türlü eskitemezler!

Kışın, sabah karanlıkta evden çıkarsınız akşam karanlıkta dönersiniz, doğru dürüst gün ışığı göremezsiniz! Yazınsa güneş, gece yarılarına kadar batmak bilmez, insanlar da meydanlarda, parklarda oturmaktan evlerinin yolunu zor bulurlar! “Kral Bahçesi”nde yazın, sabahın ilk saatlerinde bile, dev satranç tahtasının başındaki insanları birkaç hamle sonrasına ait düşüncelerle baş başa bulabilirsiniz! Ya da aydınlık bir temmuz akşamında Sergel Meydanı’nda, Makedonya havalarının büyüsüne kapılıp çıplak ayakla dans eden İsveçli kızlarla karşılaşabilirsiniz.


Yaz geldi mi, güneş, gece yarılarına kadar batmak bilmez! Kral Bahçesi’ndeki dev satrancın çevresi de meraklıdan geçilmez!

Yazın,  para kazanmak amacıyla başka ülkelerden İsveç’e akın akın sokak şarkıcıları gelir. Zaman zaman sokak şarkıcılarının müziğiyle kendinden geçip sokaklarda, meydanlarda dans eden insanlar görürsünüz! Hiç unutmuyorum, bir keresinde belden aşağısı tutmayan bir delikanlı, tekerlekli sandalyesini döndüre, çevire dans etti müziğin ritmine uyarak! Aynı hadiseye, bir kez de bir dans salonunda tanık oldum ve engel tanımayan bu azimli insanların yaşama olan bağlılıkları karşısında müthiş hayranlık duydum!

Güneşli günlerde, duvar diplerinde, yüzünü güneşe çevirip gözlerini yummuş insanları gören kimi yabancılar, “İsveçliler güneşe mi tapıyorlar acaba?” diye espri yapmaktan kendilerini alamazlar! İsveççe kurslarına gittiğimizde, hocamızın her ders sonunda koşa koşa balkona çıkıp, kollarını, bacaklarını açarak huşu içerisinde güneşlenmesini, bizler, hele ilk günlerde hayretle izlerdik!

Sonra, İsveç’teki ilk kışımı geçirdim. O gün bugündür, güneş, bulutların arasından çıkar çıkmaz duvar diplerine geçip yüzünü güneşe çevirenlere, artık, hiç ama hiç hayret etmez oldum! İsveç’te yaşayan bir Türk ressamı, İsveç’e ilk geldiği günlerde, caddede yüzünü güneşe dönüp hareketsiz duran insanları görünce, “İsveçlilerin milli marşı çalınıyor zahir!” diye düşünerek “aman saygısızlık olmasın!” diye hemen hazırola geçtiğini anlatmıştı bana!

İsveç’te, insan psikolojisi açısından yazla kış arasında korkunç bir uçurum var! Öylesine ki, biri evlenecekse, yakınları, “acele etmeyin, kışı bekleyin, biraz birbirinizi tanıyın!..” diyorlar şaka yollu. Gerçekten de insanlar inanılmaz değişiveriyorlar mevsimden mevsime!.. Hiç unutmuyorum, bir keresinde sıcaklar bastırınca, televizyonda hava raporunu veren sunucu, “İsveç halkının keyfine diyecek yok!” dercesine, raporun ilk bölümünü, çimenlerin üzerine yatarak okumuştu.

Refah devletinin karnı tok, sırtı pek vatandaşları gezmeyi pek sever. Yirmi altı yaşından küçüklerin bir ay boyunca trenle Avrupa’da sınırsız seyahatine olanak sağlayan Inter-Rail biletlerinin satışında, İsveç en üst sıralarda yer alır. İspanya, Yunanistan ve Kanarya Adaları’na yapılan çarter seyahatleri de her zaman tıklım tıklım doludur! Stokholm’de sokaktan gelişigüzel birkaç kişiyi çevirip sorun, içlerinden en az birinin ya İspanya’ya, ya da Yunanistan’a bir çarter seyahati yapmış olması büyük olasılıktır.

İstatistiklere bakılırsa, kundaktaki çocuklarla seksen yaşındaki teyzeler de dahil olmak üzere tüm nüfus hesaba katıldığında her yıl ortalama on kişiden biri yurtdışına çarter seyahati yapıyor. Bu seyahatler, bir yandan, İsveçlilerin yabancı kültürlerle tanışıp önyargılardan bir ölçüde arınmasını sağlarken, öte yandan da, yoksul İsveç mutfağının zenginleşmesine yarıyor!..

Doğa aşkı ve “Bay Ihlamur ağacı!”

İsveçliler tek kelimeyle doğa aşığı insanlar! Son derece yaygın kullanılan bilgisayarlar ya da robotlar bile İsveçlileri doğadan kopartmayı başaramamış. Doğaya yakın olmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan büyük kent sakinleri, belediyeden, küçücük tarlalar ve içinde elektrik, su olmayan tek odalı minicik kulübeler kiralayabilmek için yıllarca sıra beklemeyi göze alırlar. Yazın, minik tarlalarında gün boyunca çiçeklerini, sebzelerini sular ve sevgili doğalarına yakın olurlar. Akşam olunca da arabalarına atlayıp evlerine dönerler. Sırf bu minik tarlalar ve kulübelerle ilgili kazanımlar için bile işçi sendikaları 1920’li yıllardan beri mücadele vermiş İsveç’te.

İnanması belki zor ama İsveç topraklarının yarıdan fazlası ormanlarla kaplı! Bu yüzden de bütün yerleşim birimlerinin çevresi yemyeşil. Dolayısıyla, sürekli doğayla iç içe yaşıyor insanlar. Öyle ki, özellikle villa bölgelerinde dolaşırken her an karşınıza bir sincap, ya da tavşanın çıkması hiç de şaşırtıcı gelmiyor insana. Ormanların çokluğu, mobilyacılık konusunda da uzman hale getirmiş İsveçlileri.


İsveç yasalarına göre herkes, “başkasına ait arazide gezebilme, çadır kurma, bu arazi içindeki ırmak, deniz ve göllere girebilme” hakkına sahiptir. Çünkü, İsveçli için, İsveç’in en önemli özelliğidir, doğası! Somon balığı avcılığı da İsveçlinin vazgeçemediği hobilerinden.

İsveç doğasının ormanlar kadar ilginç bir diğer unsuru da ülkedeki “yüz bin iç deniz”dir. Yaklaşık yetmiş bin yıl önce, buzul çağının başladığı dönemlerde tüm İsveç üç, dört kilometre kalınlığında bir buzul kütlesiyle kaplanmış. Ancak, bundan on beş bin yıl kadar önce, buzlar erimeye başlayınca, binlerce yıl buzun altında kalmış olan kara yükselivermiş! Eriyen buzlar da İsveç’in yüz bin iç denizini oluşturmuş. Karaların yükselmesi ise hâlâ devam ediyor. Örneğin, Stokholm her yıl, dört milimetre kadar yükselir, ülkenin kuzey bölgesi ise daha hızlıdır bu konuda; kuzeyin önlenemez yükselişi yılda tam bir santimetreyle sürüp gitmektedir! 

İsveçlilerin doğa sevgisi soyadlarına bile yansımış. “Karaağaç”, “Dişbudak”, “Titrek kavak”, “Huş ağacı”, “Ihlamur ağacı”, “Irmak”, “Çağlayan”, “Bayır” gibi soy¬adlara sıkça rastlanır İsveç’te. “Ayı” anlamına gelen Björn adı da hayli yaygındır doğrusu! Ünlü İsveçli tenisçi Björn Borg’un adının “Ayı” olması hiçbir İsveçli tarafından yadırganmaz.  Gerçi, İsveç’te, “Omuz” diye erkek ismi duyduktan sonra, “Ayı”ya da “Karaağaç”a da, beterin beterini anımsayıp son derece hoşgörülü bakıyor insan!

Göçmenlere göre İsveçliler, insanlardan çok, doğaya tutkundur ve pek çok İsveçli de bunu açıkça söylemekten çekinmez! Boş zamanlarında, tüm aile, ellerine sepetlerini alıp mantar, ya da yabanmersini toplamaya ormana giderler. “Zehirli mantarı zehirsizinden ayırma” kurslarına ise zaten çok önceden ailece gidilmiştir! İsveçliye göre, gölleri, mağaraları ve dağlarıyla orman, başlıbaşına bir maceradır. Ormanda çadır kurar, ateş yakar, yemek pişirir, uyur ve maceralarını tamamlayıp ertesi gün keyifle evlerine dönerler! 

İsveç’te yasalar bile, doğa sevgisine uygun düzenlenmiş. Bunun sonucu olarak herkes, “başkasına ait arazide gezebilme, çadır kurma, bu arazi içindeki ırmak, deniz ve göllere girebilme” hakkına sahiptir.



Bizde, “karpuz kabuğu düşmeden denize girme!” derler ya, insan, İsveç’te, denize karpuz kabuğunun düşmesini beklerse, daha çok bekleyecek demektir! Çünkü, altı yıl boyunca ben İsveç’te suya atılmış ne bir karpuz kabuğu gördüm, ne de kavun! Doğaya zarar vermeye başladığınız anda, hiç şakası yoktur yasaların! Hele bir doğayı kirletin, ya da göldeki yaban ördeğine kem gözle bakın, yasaların yakanıza yapışıvermesi an meselesidir!

İsveçli için İsveç’in en önemli özelliğidir doğası. İsveç Parlamentosu’ndaki dev tabloda, ne insanlar, ne evler, ne re¬fah toplumundan görüntüler, ne İsveç tarihinin zafer kazanmış komutanları, ne de İsveç bayrakları vardır! Olan, sadece ve sadece “takımadalar ve deniz”dir.


Doğayla ilgili bu dev tablonun yanı sıra, bir de Türk heykel ustası İlhan Koman’ın fikirlerinden esinlenilerek yapılmış bir süsleme vardır İsveç Parlamentosu duvarlarında. Kimilerine göre, rahmetli Koman’ın İstanbul Zincirlikuyu’daki beyazlar giymiş bir kadını sembolize eden “Akdeniz” adlı yapıtı, Amerika’nın Özgürlük Abidesi’nden pek de aşağı kalmayacak ustalıktadır! Tıpkı İsveçliler gibi doğaya o denli yakındı ki Koman, yıllarca, “Kraliçe yarımadası” anlamına gelen Drottningholm’de teknede yaşadı. Öldüğünde de, külleri çok sevdiği Skärgården’e serpildi.


İsveç Parlamentosu’ndaki dev tabloda, sadece, “takımadalar ve deniz” var!

Doğa hayranı İsveçlilerin son yıllarda ciddi bir sıkıntısı var; Baltık Denizi’ne kıyısı olan birçok ülke kanalizasyon sularını temizlemeden denize döktüğü için denizin oksijeni bitiyor ve deniz giderek cansızlaşıyor! Nefis somon balıklarının avlandığı Baltık Denizi’nin can çekiştiğinin en somut göstergesi de fok balığı sayısındaki dehşetli azalma! Evvelce, Baltık’taki fokların sayısı yüz bini aşarken, günümüzde, bu sayı bin beş yüzün bile altına düşmüş durumda!..

Karaağaçlar için omuz omuza!..

Bir akşam, İsveç televizyonunda gösterilen eski bir belgesel filme takıldı gözüm. Filmde, binlerce göstericinin katıldığı büyük protesto gösterilerinde, polisle göstericiler arasında çatışmalar çıkıyor, atlı polisler göstericilere saldırıyordu! Ben ilkin, ‘68 olayları ile ilgili bir belgesel zannedip seyretmeye başladım. Meğer, olay bambaşka imiş! 1971 Mayıs’ında Stokholm Belediyesi, “Kral Bahçesi” adlı parka bir metro çıkışı inşa etmek is-temiş. Ancak, bir küçük sorun çıkmış. Metro çıkışı olarak planlanan yerde, birkaç tane karaağaç bulunuyormuş. Belediye de bu ağaçları kesme kararı almış imiş!


Ağaçların kesilmesini önlemek için, kendilerini ağaçlara zincirleyen papazlara ve hatta polislere bile sıkça rastlanabiliyor bu doğasever toplumda!..

Ağaçları kesme kararı üzerine, Maocu öğrencisinden Muhafazakâr Parti yandaşı genel müdürüne kadar pek çok ağaçsever, omuz omuza karaağaçları kurtarma gösterilerinde bir araya gelmiş! Haftalarca süren gösterilerde bir opera şarkıcısı da göstericilere moral vermek için şarkılar söylemiş! Sonuçta da politikacılar ve bürokratlar yenilmiş, yeşilseverler kazanmış; böylece de karaağaçlar yerli yerinde kalmış!

Kimi İsveçlilere bakılırsa, “İsveç’te kiliseyi yakmak, karaağaçları kesmekten daha kolay!”mış. Bunda bir miktar doğruluk payı olsa gerek, çünkü ağaçların kesilmesini önlemek için kendilerini ağaçlara zincirleyen papazlara ve hatta polislere bile sıkça rastlanabiliyor bu doğasever toplumda!..

Yemekten kalkıp hamburgerciye gitmek!

“İsveçli bir aileye yemeğe davetliyseniz ne yapmalı?” diye sorduğunuzda, İsveç’te yaşayan yabancılardan, büyük bir olasılıkla, “Tabii, önce kendi evinizde biraz atıştırmalısınız!” yanıtını alabilirsiniz şaka yollu!  İsveç’te, sofraya getirilen patates ve biftek sayısının konuk sayısıyla bire bir orantılı olduğu da sık sık gülerek anlatılır yabancılar arasında! Yani, “herkese bir biftek ve iki haşlanmış patates!” gibi pek bir “eşitlikçi çözüm!” bulunmuştur İsveç sofrasında da...

Türk arkadaşlarımdan birinin tanık olduğu bir “eşitlikçi çözüm” hadisesi şöyle: Beş, altı öğrenci toplanıp bir arkadaşlarının evine çalışmaya gitmişler. Ev sahibi olan arkadaşları da bunlara ikram etmek üzere yolda çilek ve dondurma almış. Evde, dondurmalar yenmiş, dersler çalışılmış. Ertesi gün, ev sahibi kızın sınıfa geldiğinde ilk yaptığı iş, çilekle dondurmanın parasını, gelen beş, altı kişiye bölüp herkesten payına düşeni tahsil etmek olmuş!

Bizde, birinin, tüm masanın hesabını ödeyip sonra ay sonunu nasıl getireceğinin hesabını yapması, çoğu İsveçliye anlamsız gelebilir belki ama, “evinde ikram ettiğinin parasını misafirinden almak!” gibi bir yaklaşım, her halde dünyanın pek az yerinde görülmüştür! “Sinek küçüktür ama mide bulandırır!” derler; bu minicik olay bile sanayi ötesi toplumlarda, insanın insana yabancılaşmasının boyutları hakkında ipuçları verebiliyor sanki!

Bir keresinde de, annem İsveç’e beni ziyarete geldiğinde, İsveçli bir arkadaşıma yemeğe gitmiştik. Yemeğimizi yedik, biraz sohbetten sonra teşekkür edip ayrıldık. Yolda yürüyoruz, bir hamburgercinin önünden geçerken annem bana döndü; “Oğlum, bana şuradan bir hamburger alsana, çok acıktım!..” dedi. Kulaklarıma inanamadım, “Yemekten daha yeni kalkmadık mı?” dercesine şaşkınlıkla baktım anneme. “Ne yapayım oğlum, kimse bana bir şey ikram etmedi, ben de istemeye utandım!” dedi annem.

Nedendir bilemiyorum ama, İsveçliler konuklarına bir şey ikram ettiklerinde, genellikle, “buyrun, daha alın!” demiyorlar pek! Annemin, Türkiye’de, iki dolu tabak yemek yemiş konuklara bile, “ama hiçbir şey yemediniz ki!” deyişini anımsayınca “kültür farkını, ya da uçurumunu” daha iyi fark ediyor insan! 

Ancak, bu iki farklı kültür, ne yapıp edip bir ortak noktada buluşmalı, aksi halde, “yemekten kalkıp hamburgerciye gitmek!” gibi ilginç durumlar kaçınılmaz gibi görünüyor! Bazı yabancılar da, çağrılı oldukları İsveçli arkadaşlarının sofraya getirdiği yemeklerin azlığını görünce, “Her halde, bu daha giriş, esas yemek sonradan gelecek!” diye düşünüp boşu boşuna beklediklerini anlatıyorlar hayret içinde!

İsveç’te, teknik üniversitedeki öğrencilerin içki kültürü de hayli ilginçti doğrusu! Her perşembe, okul restoranında öğle yemeğinde, kuru bezelye çorbası ve bir çeşit gözleme çıkardı. Akşamları da, öğrenci lokalinde, yine kuru bezelye çorbası yanında “punç” denilen tatlı-sert bir içki içilirdi.

Birkaç kadeh punç ve biradan sonra, aylardır aynı sınıfa gidip de iki kelime konuşmadığınız İsveçli gelir, sohbet etmeye başlar, son derece candan davranır! “Eh, kısmet bugüneymiş!” diye düşünür ve bu inanılmaz değişiklik karşısında şaşkınlığa düşersiniz! Ancak,  ertesi gün, sınıfa girdiğinizde, sizi, daha da büyük bir şaşkınlık beklemektedir; çünkü ilişkiler ya eski haline dönmüştür, ya da eskisinden pek az iyileşmiştir! Yakınlaşma, içkinin etkisiyle olmuş, ayılınca da her şey “normal” düzenine girmiştir!

Türkiye’de bu olayı anlattığım bir arkadaşım “demek ki” dedi, “İsveçliler her şeyi birbirinden keskin sınırlarla ayırmışlar! Nasıl ki, çalışma saatinde her şeyi unutup çalışıyor, uyku saatinde uyuyorlarsa, ‘ahbaplık etme’ olayına da belirli bir süre ve mekân ayırmış olsalar gerek!”...


Not: Bu yazı, Murat ÖZSOY'un İsveç ve Filmin İkinci Yarısı adlı kitabından yazarının özel izni alınarak yayımlanmıştır.

Murat ÖZSOY'un "İsveç ve Filmin İkinci Yarısı" dizisindeki yazılar:






 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(24 Temmuz 2014)
Murat bey ben bu İsveçi çok sevdim. Kutup ve Ekvator ne kadar birbirinden zıtsa, biz Türkler o kadar zıtız İsveçlilerle! Onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Ülkece topluca onlardan seminerler almalıyız uzun uzun!!! Onlarında bizden; devinim, neşe, canlı bir ruh, tutku gibi öğrenecekleri şeyler olabilir! Murat bey kitabınızdan alıntı bu yazınızı çok beğendim.Tebrik ederim.
Erdin İVGİN
(21 Temmuz 2014)
Murat Özsoyun 25 yaşında gittiği ve altı yıl kaldığı İsveç ile ilgili hazırladığı "İsveç ve Filmi İkinci Yarısı" kitabında; kısa bir gezinin sonucunda elde edilen izlenimlerden çok İsveç insanının yaşamına çok boyutlu bir bakış atmakta ve bu tecrübeyi sanatsal bir yaklaşımla bize vermektedir. Bu kitap İsveçi ve İsveç insanını en derinlemesine anlatan kitaptır.

"İsveç ve Filmi İkinci Yarısı" kitabından alınan bu yazıyı GeziAleminde yayınlamayı bu kadar geciktirdiğimiz için özür diler, Murat Özsoya yazısını bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz.

Kalemine sağlık Murat Özsoy