Sintra'dan Okyanusa...


Bugün Lizbon dışına gideceğiz, sarayları gezeceğiz. Ama nasıl ?  Günlük turun bedeli 70 euro olunca bendeniz Sintra turunu nasıl ucuza getiririm arayışına başladım… Üstelik bu fiyata saraylara giriş de dahil değilmiş… 

Sabah kahvaltısından hemen sonra metro ile Rossio tren istasyonuna gelinir. Suratsız  gişe görevlisi kadından 15 euroluk “Billehetes combinados” alınır, turist dolu trene oturulur… İşte bu tura çare trendir. Aldığımız bilete tüm gün bineceğimiz otobüsler de dahildir. Tren saatleri çok sık, tüm tren turist dolu, istasyonlarda dura–kalka  Benfica dan, Amadora dan geçiyoruz ve 30-40 dakika içinde Sintra ya varıyoruz.

Yeşillikler içinde küçük ve şirin bir kasabadayız. Hediyelik eşya dükkanları, kafeler, küçük lokantalar, villalar, parklar aristokrat bir geçmişi belli ediyor. Lizbon un karmaşık hayatından burada iz yok, her yer şık, bakımlı, kraliyet havası var etrafta. Önce sabah kahvesi ve arkasından biraz turlama. Çok şık bir ”Belediye” binasından sonra gökyüzüne yükselen iki dev mutfak bacası ile “Palacio Nacional” ufukta bembeyaz çıkıyor karşımıza. Sintra bölgesinde tam 6 tane saray var, hepsini gezmeye ne vakit ne de nakit yeterli değil. Durum böyle olunca, saraylardan saray beğeniyorum kendime ve en tepedeki “Palacio Nacional da Pena” yı seçiyorum. Saraylara çıkmadan önce parklara, bahçelere bir göz atalım diyoruz ve “Hürriyet Parkı” na giriyoruz.

 
Solda Rossio tren istasyonundan bir kare, sağda ise Sintra belediye binası…

 
Uzakta Palacio Nacional de Sintra; yol boyunca birbirinden güzel çiçeklerden yalnızca biri…

Uzak diyarlardan getirilmiş, bizlerin hiç tanımadığı, adını bile bilmediği birçok güzel bitki karşımızda. Genç kızlığımızda kıyafetlerimizin yakasına taktığımız uyduruk beyaz kamelyaların pembeleri ağaçlar halinde, altlarına dökülen çiçekler pembe yağmurlar gibi yerleri kaplamış. Dev eğrelti otları ağaç şeklinde, hiç görmemiştim böylesini, iklim güzel, ehhh tabii kralın bahçıvanları da gereken ilgiyi göstermişler.

Sintra saraylarının en tepesinde Castelo dos Mouros=Mağribi kalesi yer alıyor. Kuzey Afrikadan gelip, bölgeye hakim olan Araplar 8-9 yy.larda yapmışlar ve 1147 de bölgeyi Portekizlilere terkederek güneye çekilmişler. Kale  harabe halinde ve sarp bir kayanın üzerinde, biz şık bir sarayı ziyaret etmeyi tercih ediyoruz.

İstasyonun tam karşısından 434 no lu otobüs ring seferi yapıyor, bizim bilet her yerde geçtiğine göre, atlayalım otobüse, çıkalım Pena sarayına. Romantik manzaralar, ormanlar, villalar arasından kıvrılarak çıkıyor otobüs, yol tek yönlü, karşıdan gelene yer yok. Yılan gibi kıvrılan yol kalenin eteklerinde bir durakla kesiliyor, biz burada inmeyeceğiz, yola devam.

 

 
Pena Sarayından kareler …

Bölge 1995 de UNESCO korumasına alınmış. Yeni meşhur olmuş bir yer değil, 1809 da Lord Byron, yakın bir arkadaşına yazdığı mektupta “Sintra, benim için dünyada en şahane yerdir” diyor. Otobüs, sarayın kapılarında indiriyor bizi. Saraya ve bahçelere giriş bileti 14 euro, isteyen için de 2 euro ya sarayın ana giriş kapısına kadar bir servis otobüsü çıkıyor. Güzel bitkiler, çiçekler içinden tırmanıyoruz 10 dakikacık. Silindirik kuleleri, kubbeleri, minare benzeri detayları ve çekici renkleri ile çok karmaşık stilli bir sarayın önündeyiz. Portekiz halkı gibi bir saray, “ortaya karışık” demiştik ya, burası da aynen öyle. Romantizm desek, gotik pencereler ne oluyor, minareye benzeyen, İslam sanatına merhaba diyen kuleler nereden çıktı, Rönesans tan kalan kapı söveleri ne iş..??

Stil aramayın, ön avluya geçelim, geçmeden önce başımızı kaldırıp, kapı üstündeki korkunç yaratık rölyefine bir bakış atalım: Dünyanın yaratılışı ile karşı karşıyayız. Kapı sövesindeki deniz canlıları, kabukluları üzerine iki balık kuyruğu şeklindeki bacaklarını açarak oturmuş korkunç figür, başından çıkan asma dallarını iki eliyle kavramış, kapı alınlığı göğe doğru üzüm salkımları ile yükseliyor. Dünyayı yaratan korkunç yaratık bize “deniz mahsulleri yiyin, şarap için !” diyorsa eğer, tavsiyeye harfiyen uyduğumuzu söyleyebilirim.

İç avluya geçiş…

 
Kapı sövesindeki dünyanın yaratılışı ve Sintra’dan masmavi okyanusa…

Korkunç yaratığın bacakları altından sarayın iç avlusuna çıkınca önümüzde 18 km.lik açık bir ufkun ardında masmavi Atlas okyanusu görülüyor. Ne manzara, ne hava !!!Kral II.Ferdinand ın burasını neden yazlık saray olarak seçtiği çok iyi anlaşılıyor şimdi.

Orta çağlarda burada küçük bir şapel var, sonra bir manastır oluşuyor aynı yerde ama 18.yy.da bir yıldırım düşer manastıra, tam toparlanırken 1755 depremi ile perişan olur manastır… Şu işe bakın yani, günlerini Tanrıya ibadetle geçiren keşişlere Yüce Tanrının verdiği karşılık revamıdır? 1838 de II.Ferdinand bölgedeki bu havası, suyu güzel tepe ile ilgilenir, manastırın yerine bir yazlık saray yaptırmaya karar verince, yapım işini, Ren bölgesindeki Alman şatolarını çok iyi tanıyan bir amatör mimara, Baron Wilhelm Ludwig von Eschwege ye verir… Portekizli mimarlara güvenemedi mi, yoksa Alman dedelerinin etkisi mi ? Ren şatoları kadar büyük olmamasına karşın, bir masal sarayı havasını veren yapıya giriyoruz. Etrafta Krala yakın olmak isteyen yandaşların, şakşakçıların villaları var. Sömürgelerden gelen kıymetli ağaçlardan yapılmış mobilyalar gözümüzü alıyor, duvar kağıtları, perdeler uyum içinde, genellikle bordo renk hakim. Yemek salonu, yatak ve giyinme odaları, biblolar, porselenler ilgi çekici. Portekiz in meşhur “Vista Alegre” porselenlerinden güzel bir koleksiyon büfeleri süslüyor. Benim evdeki 3 parça uyduruk Vista Alegre gözümde daha da değer kazanıyor.

 
Saraydan yemek ve yatak odası…

 
Sarayın ana salonu oldukça gösterişli; çinilerdeki islam etkisi çok açık…

Saray ziyaretimiz 434 no lu otobüsle Sintra merkezde son buluyor. Şimdi hedefimiz Avrupa nın en batı noktası “Cabo do Roca”. Billehetes Combinados elimizde, Sintra istasyonundan her saati 10 dakika geçe kalkan 403 no lu otobüse atıyoruz kendimizi, kalabalıktan kapılar zor kapanıyor, turist dolu otobüste ev hanımlarına, okuldan çıkan öğrencilere yer yok gibi. Virajlı, bakımlı yollardan okyanusa doğru yol alıyoruz. Bembeyaz evlerle süslü köylerden, çam ve mimoza ormanlarından geçiyoruz. Kumsallar gözüktü, bu bölge sörfçüler için bir cennet.

Cabo do Roca=Kayalık burun, Avrupa nın en batı ucu, Greenwich boylamından 9 derece daha batıdayız. Dünyanın ucundaki fener gibi burayı da bir fener aydınlatıyor denizciler için. İlkbaharın yeşillikleri ile kırmızı fener birbirine çok yakışmış. 125 metre yukarıdan Atlas okyanusunun kayalıklarına, beyaz dalgalarına bakmak insandaki keşif hissini arttırıyor, ufukta bir boşluk, sonsuzluk, Portekizli kaşiflerin hissettikleri de böyle bir duygu muydu acaba ?

Tepesinde bir haçın yer aldığı anıtın önünde herkes fotoğraf çektiriyor. Yukarıda okyanusa nazır bir kafe var, herkese nasip olmaz, bir kahve molası verelim diyoruz. Hediyelik eşya bölümünde “Ben de Avrupa nın en batı ucundaydım” sertifikası satılıyor tanesi 11 eurodan, Japonlar kapışıyorlar.

Avrupa kıtasının en batı ucu…

 
Solda Cabo de Roca, sağda ise aynı isimli fener…

Planımız, buradan sahildeki tatil kasabası Cascais e gitmek, bunun için yine 403 no lu otobüsü yakalamalıyız. İnenler, binenler, pazardan dönenler, okuldan çıkan öğrenciler, öğretmenler, musluk tamircisi, turistler, hepsi bu otobüste… 70 Euro verecektik, tura katılacaktık, bu güzel insanların hiç birini de göremeyecektik. Cascais e yaklaşırken villalar da başlıyor. Burası Lizbon lu zenginlerin yazlıklarının olduğu bir tatil beldesi. Tren istasyonu önündeki durakta otobüsten iniyoruz, yönümüz belli: Okyanus.

Plajın hemen yukarısındaki terasta güzel bir kafe var, ilkbahar güneşinin ısıttığı masalarda kocaman sürahilerde kırmızı Sangria lar  çok cazip görünüyor. Biz de bir sürahi ısmarlıyoruz, palmiyeler ardında güneş batmadan ufuktaki yat limanını, plajda yürüyüş yapanları izliyoruz, Cascais in, okyanus un, gezimizin tadını çıkartıyoruz.

Hava kararmadan, yaya caddesi ıssızlaşmadan çarşı içinden küçük ve şık dükkanlar  arasından geçerek sahile, promenad yoluna geçiyoruz. Yat limanının tam yanındayız, Cascais kalesi  de komşumuz. Orta çağda kimbilir hangi korsan saldırıları, Arap naraları ile sarsıldı bu duvarlar…

 
Cascais’den kareler…

Akşam yemeğini de burada yedikten sonra Lizbon a dönsek ne güzel olur… Fikrim kabul görüyor, beyaz örtülü olmayan, kalabalık bir lokanta arıyoruz, küçük bir meydana dizilmiş, tam istediğimiz gibi, yanyana birkaç lokantanın çığırtkanları biz turistleri kapmak için birbiriyle itişiyor. Birinde karar kılıyoruz. Ortam neşeli, turistler, yerliler içiçe, servis hızlı, yemekler güzel ve fiyatlar normal… Herkes değişik bir çeşit söylüyor, dört kişiyiz, paylaşacağız, değişik tatlar deneyeceğiz. Bacalhau=Morina ızgara, Jumbo Karides sarımsaklı (12 adet) Kalamar ızgara ve ahtapot, fırından yeni çıkmış arz-ı endam ediyor. Bir şişe şarap da içiyoruz ve hepsine 65 euro ödüyoruz. Harika değil mi..?

Çok geç saate kalmayalım diyerek gençleri kaldırıyorum masadan, Lizbon a kadar yolumuz yarım saati geçecek. 21.30 trenine yetişiyoruz. Başım cama dayalı, gecenin ışıkları kıyıya vuruyor, istasyonlar bizi Lizbon a yakınlaştırıyor. Deniz karanlık, deniz sonsuz, kaşifler okyanusa, biz memlekete dönüyoruz. Avrupa nın en batısından, en doğusuna yolculuk var yarın.

Bir başka gezide görüşmek üzere…





 Yazılan Yorumlar...
Erdin İVGİN
(16 Kasım 2014)
Teşekkür ederim Neşe Hanım bu güzel yazınız için. Sintra yı bilmiyordum Ama mutlaka gidilmesi gereken bir yer olduğunu öğrendim sayenizde. Devamını bekliyoruz.
Şükran Şahin
(14 Kasım 2014)
Neşe hanım güzel bilgilendirici anlatımınızla yeni yazınız bana Portekiz gezisi yapma isteğimi yeniden hatırlatıyor. Şu Japonlar da ilginçler. Sertfika! Onca topladıkları objeleri, v.b.şeyleri küçücük evlerinde nereye sığdırıyorlar acaba?
hakangeziyor
(14 Kasım 2014)
Hocam, Ankaradan bir arkadaş grubum Portekize gittiklerinde pek çok güzel şeyden bahsetmişlerdi ama Sintra muhabbeti hiç bitmemişti. Hatta keşke burada bir gece kalsaymışız diye iç geçirdiklerini biliyorum. Bu güzel fotoğraf ve yazıyla benim Lizbon hasretim bir defa daha depreşti diyebilirim.
Kaleminize sağlık...
Setenay Süzer
(13 Kasım 2014)
Merhaba Neşe Hanım,
Sintra, Cascais, Cabo Do Roca üçlüsünü en ekonomik biçimde çok güzel gezmişsiniz.Bizim Sintra gezimiz National sarayı da kapsadığından daha uzun sürmüştü.Program yaparken Avrupanın en batısının video çekimlerini youtube tan seyredip o kadar vakit kaybetmeye değmeyeceği düşüncesiyle gitmeme kararı almıştım,şimdi sizden görmüş kadar oldum.Pena sarayını gezerken her odada bulunan güvenlikçi hanımlar, fotoğraf çekimi konusunda göz açtırmıyordu siz iyi çekebilmişsiniz.Cascaiste trenden inince bidiğimiz şehir otobüsü en uzun seyirli olanı imiş hemen bütün şehri nerdeyse görmüş bizim Bayramoğlu sahillerindeki yerleşime benzetmiştik.Daha nice güzel keyifli geziler, hepimize kısmet olsun diyerek selamlarımı gönderiyorum
PS.Kurban Bayramında 3 günlük Sakız adası turumuzda, izinizi sürerken, epeyce kulaklarınızı çınlattım ,reçel kraliçesi Rena ya selamınızı söyledim