Bosna Hersek Günlükleri...


Haziran ayının son günlerinde Balkanların hüzünlü ülkesi Bosna Hersek'e yaptığım seyahatte aldığım notları derledim sizler için...

25.06.2014, Saraybosna
Saraybosna Havalimanı’nından Saraybosna’nın su kaynağı İgman Dağı’nın eteklerindeki Vrelo Bosna’ya hareket ediyoruz. Bosnalı rehber Saraybosna’nın yaslandığı sıra dağları göstererek “Bu kent 1400 gün boyunca kuşatma altında kaldı ve şu gördüğünüz İgman Dağları’ndan üzerimize ateş yağdı. Bu kente günde ortalama 300 bomba düştü” diyor. Bu anlatılanların izlerini tüm şehirde görmek tüyler ürpertici. Binalarda kurşun izleri hâlâ duruyor. Kente adını da veren Bosna Nehri’nin çıkış yerine geliyoruz. Burası aynı zamanda Bosna’nın milli parkı. Rehber “Allah Araplara petrol bize de su vermiş” diyor. Gerçekten burası yemyeşil, cennetten bir parça sanki. Evliyâ Çelebi 17. yüzyılda, Saraybosna için “Kısacası Saray şehri sudan ibarettir” derken ne kadar haklıdır. Akşam otelde yemekten sonra rehbersiz Saraybosna’yı dolaşıyoruz. Bursa, Amasya, Kütahya gibi bir Anadolu şehrindeyiz sanki öylesine tanıdık, öylesine bizden. Bu kentin içinden de nehir geçiyor.

26.06.2014, Saraybosna
Kuşkusuz Saraybosna öncelikle dünyanın ve Avrupa’nın ikiyüzlülükle sınandığı, büyük bir kıyımın yaşandığı savaş şehri. Şehirde dolaşırken bu kıyımın, katliamın bütün maddi ve manevi etkisini görmek mümkün. Savaşın daha doğrusu katliamın belgesi olsun diye restore edilmemiş bir binaya baktığınızda burada neler olmuş anlayabiliyorsunuz. Kuşatma altındaki şehrin iki buçuk yıl boyunca bütün ihtiyaçlarının karşılandığı Umut Tüneli’nde izlediğimiz video yeniden o günlere götürüyor insanı. Rehber ısrarla Rusya’dan gelen ve keskin nişancılık yapan bir Rus edebiyatçısını hatırlatıyor. Bir edebiyatçıya bu davranışı yakıştıramıyor. Videoda da bunu tekrar hatırlatıyor.


Daha sonra gittiğimiz şehitlik ve Aliya İzzet Begoviç’in mezarının hüzün verici bir görüntüsü var. Arkasından Başçarşı’yı ziyaret ediyoruz. Kurşunlu Medresesi, Gazi Hüsrev Bey Cami… Gazi Hüsrev Bey Cami buradaki bütün toplumsal hareketlerin merkezi konumunu üstlenmiş. İsyan, başkaldırı, savaş kararları burada alınmış. Hemen ilerisinde Katolik katedrali, Ortodoks kilisesi. Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik, Boşnaklar Müslüman. Rehber biraz da üç dinin ibadethanesinin aynı yerde yer almasından dolayı “Saraybosna Avrupa’nın Kudüs’üdür” benzetmesinin yapıldığını hatırlattı. 

1. Dünya Savaşı’ının çıkmasına neden olan Avusturya veliahdı Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü Latin Köprüsü’nün yanındaki köşeye geliyoruz. Suikastın 100. yıldönümü etkinlikleri için hazırlıklar yapılıyor. Pek çok televizyoncu burada, köşedeki binanın önünde çekimler yapıyor. Biz de hemen köprünün karşısında oturup bulanık, neredeyse toprak gibi akan nehre ve suikastın yapıldığı bu yerdeki televizyoncu karmaşasına bakıyoruz. Bir kişi vuruluyor ve kocaman bir dünya savaşı çıkıyor. Annem olsaydı “bir adam ölünce dünya savaşı mı çıkarmış, olacağı varmış oğlum, bahaneleri olmuş” derdi. 

Özellikle Gazi Hüsrev Bey Cami ve etrafı tam bir Osmanlı kentini çağrıştırıyor. İnsanların tarihlerini, hafızalarını ve geçmişlerini anlatacak, ifade edecek ve yarınlara taşıyacak önemli belgelerden biri yazınsal, kültürel çalışmalar, belgeler, kitaplar diğeri ise camiler, medreseler, kiliseler, mimari değerler. Bu ikisi bir ulusun, bir medeniyetin kültürün hafızası işlevini görüyorlar. Bosna-Hersek’teki özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış camiler, köprüler, medreseler buraya bir kimlik kazandırmış. Ama o döneme ilişkin bir de büyük edebî, kültürel kitaplar olsaydı burada bir kırılma, savrulma yaşanmazdı. Ama savaş tersinden buradaki insanlara kim olduklarını, onlara nasıl bakıldığı anlamında bir kimlik kazandırmış. Savaş görmüş, zulme uğramış Bosna halkının özellikle gençlerinde İslam’ın hem yüzeysel hem de içsel bir kuşatmasını görmek mümkün. Her hâllerinden bunların Avrupalı Müslüman oldukları görülüyor.

 

Akşam…
İgman Dağları ile kurşundan delik deşik olmuş apartmanların arasından 1960’lardan kalma köhne bir tramvayla Saraybosna’nın merkezine doğru yol alma, tramvaydaki moda dergisinden fırlamış ipince, gencecik kızlar, yorgun çalışanlar, gece vakti şehrin ve insanların dışına düşmüş yoksul gençlerin bir köşeye sıkışmaları, omzuma konan uğur böceğinin hizasından, hastane önüne hava almaya çıkarılmış tekerlekli sandalyedeki felçli ihtiyarlara bakmak, sağda solda mağaza vitrinlerinde patlayan ışık parçacıkları, hafiften yağan yağmur, bütün bunlara eşlik eden tramvayın ray takırtısı, Başçarşı’da iniş, ışıl ışıl sebilin, çiçekler içindeki caminin yanından geçip bir Osmanlı kasabasının sokaklarına girme, kitapçıların, mağazaların, börekçilerin önünden geçme, kubbeler, şadırvanlar, hanlardan sonra bir Ortodoks kilisesinin karşısında oturup, bir çay söyleyerek, tıklım tıklım dolu caddeden geçen insanları, gece ve yağmura yaslanmış sevgilileri, Boşnak Müslüman gençlerin birbirlerine sevgiyle sarılışlarını, başörtülü Avrupalı genç kızların müthiş güzelliklerini seyretme, dakikalarca çeşitli ülkelerden gelen insanların profilini anlamaya çalışma, sonra okunan ezan eşliğinde çayı yudumlama, hepsi, hepsi düşsel bir yolculuk gibi.

Yağmurlar her yerde güzel yağar ve her şeyi güzelleştirir. Saraybosna’da da güzel yağıyor ve her yeri, her şeyi güzelleştiriyor. Biz bir sokak kafede oturmuş çayımızı yudumlarken yağmur sesleri muhabbetimize yankı oluyor, gecenin içinden ışıkla yıkanmış genç kızlar geçiyor yanımızdan, buradaki insanlar o kadar güzeller ki… Coşkun bir sağanak başlıyor, garson tentenelerin altındaki televizyonu naylonla sarıp yağmurdan korumaya çalışıyor, caddeden koşturan ayak sesleri geliyor, bu yağmur altında herkes çok güzel, gece şehri güzelleştirmek için gelir, yağmur onun makyajıdır, insan ölürse yağmurlu bir günde ölmeli, değdiği herkesi güzelleştiriyor yağmur, kent yağmurla birlikte irkiliyor, kendine geliyor, canlanıyor, her yerde nabız gibi atan bir iyilik, bir güzellik ortaya çıkıyor, orada esmer kızın ıslak saçları sanki bir nehirde akıyor, akıyor, yüzünde bir gül gibi açan gülümsemesiyle bakan o kızın bu gülümsemesi mutlaka yağmurda açmıştır, sonra köşedeki ihtiyarın bakışlarındaki dalgınlık hiç bitmiyor, derine daha derine bakıyor, hiç dönmeyecekmiş gibi, uzuyor uzuyor bakışları kimbilir belki de mazgallara sızan yağmur birikintilerine bakarken heba olmuş bir ömrü düşünüyordur ve o kız sevgilisinin gözlerine bakan kız, yüzüne bakılırsa her şeyi görüyor, her şeyi görüyor, yağmur sanki ince bir iple herkesi birbirine bağlıyor, bu kafede, bu yağmurun altında sevgiyle birbirleriyle konuşanlar arasında Sırp da var Hırvat da var Boşnak da. Buradan bakınca bu insanların birbirilerini öldürmeleri akıl dışı geliyor. Ama burada anlatıldığı kadarıyla birçok Boşnak katliamının gözcüleri, iş birlikçileri bizzat Boşnakların bu komşuları. Peki ama bu sokak kafedeki bu güzellik ne demek oluyor? Yoksa bu fotoğraf yalan mı? İnsan ne oluyor da canavarlaşıyor. Duygular çözülmeden insan çözülemeyecek.Her ülkenin sevgilileri, yoksulları ve askerleri birbirine benziyor.

 

27.06.2014, Mostar
İki dağın eteği arasında akan Neretva Nehri’nin yanından iki saat boyunca yemyeşil ormanları, bu yeşilliklerin içine gömülmüş iki katlı evleri, onların çiçeklerle kaplı bahçelerini seyretmek büyük zevk. Neredeyse orman ve ırmak yolculuğu bu. Mostar öncesi molayı verdiğimiz Konjik, Neretva Nehri’nin kenarında tam yaşanası bir kasaba. Konjic Köprüsü ise olağanüstü güzel. Köprüdeki küçücük dilenci kızlar yine iç burkuyor. Neretva “ne yeşil ne de mavi” demekmiş. Ormanlar içinden akan Neretva zümrüt yeşili. Buraya hayat vermiş. Bu nehir onların aynı zamanda tatillerini geçirdikleri yerlermiş. Bosna’dan buraya, nehre girmek için tatile geliyorlarmış. 

Bosna’da semboller savaşı var. Mostar’ın girişindeki Hırvat evlerinde Hırvatistan bayrakları asılı. Yani Bosna topraklarında bir başka devletin bayrağı dalgalanıyor. Rehberin anlattığına göre Bosnalılar bunu görmezlikten geliyorlarmış. Bosna’nın yüzde 55’ini oluşturan Boşnaklar hâlâ diken üstündeler. Bu yüzden burada bir Boşnak devletinden çok koalisyondan söz edilebilir. Mostar’ın girişindeki tepeye dikilmiş büyük haçı anlatıyor rehber. Mostar’a bir kilise yapamayan Hırvatlar burasının bir Hırvat kenti olduğunu simgelemek için büyük bir haç dikmişler tepeye. Boşnaklar diyormuş ki, “siz ne kadar yükseğe haç dikerseniz dikin onun üstünde hep bir ay yıldız olacak.”

Mostar’ı geçip Türk köyü olarak bilinen Poçitel’i ziyaret ediyoruz. Mostar’a uzaklığı 20 km olan Poçitel, kalesi, camisi, kervansarayı ile tam bir Osmanlı köyü. Kaleye çıkıp köye ve yeşillikler içinde akan Neretva Nehri’ni seyretmek çok güzel. Köylüler kendilerini ziyaretçilere ayarlamış, kayısı kurusu, çilek, ceviz satıyorlar. Bir süre cami bahçesinde oturmuş kimbilir neler konuşan yaşlı köylüleri izliyorum. Sanki Kırıkkale’de bir cami önündeki ihtiyar insanları dinliyorum.

Mostar’dan sonra neredeyse tabiatın kucağına oturmuş Balagay Tekkesi’nde durup kaldım. Şelalelerin içinde ve suyun kaynağında kurulan tekke tam bir şaheser konumunda. Pek çok tasavvuf ehline ev sahipliği yapan tekke insanı alıp götürüyor. Mağara ve ufuk, karanlık ve aydınlık, renk ve gölgeler… Tam da suyun kaynağına gelip, orada bir tekke oluşturup, burada herkesten, her şeyden uzakta, kutsal kitabın rehberliğinde hayata, yaşananlara suyun bereketli sesi ve görüntüsüyle karşı koymak aslında bir büyük rüyaya talip olmak demek. Burada her şey huzura kavuşabilir, buradan her şey başlayabilir. Başlangıç, arınma, zenginleşme… Balkanlara merhameti ve sevgiyi yayma ve taşımak için bu kaynak tam da yeri. Bu mağaradan çıkan ve gürül gürül akan su, renk ve ışık geçişleriyle yüzyıllarca Balkanlara yayılacak, gönüllere merhamet ve sevgi taşıyacaktır.

 

Neretva Nehri’nin kıyısında yer alan Mostar, Bosna’nın en güzel kentlerinden. Mostar, savaşta en ağır hasarı görmüş şehirlerden. Şehrin evlerinde şimdi bile mermi izlerini görmek mümkün. Ama Mostar yeniden inşa ediliyor. Şehre ismini veren köprü Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayrettin tarafından 1566’da yapılmış. Köprü, Neretva Nehri’nden 20 metre yükseklikte ve Allah’ın adına denk düşen 99 basamaktan oluşmakta. Savaşta köprü 1993 yılında Hırvatlar tarafından yıkılmış ama daha sonra nehirden bu köprü parçaları toplanarak 2004’te yeniden yapılmış. Köprü hâlâ kentin merkezi ve pek çok sembolik anlamı barındırıyor. Anlatılana göre, Mostar’da görevli bir Osmanlı Paşası, Boşnak kıza âşık olur ama kızı alabilmesi için köprüden atlamasını şart koşmuşlar. Daha sonra zaman zaman bu atlama erkeklerin gösterisine dönüşmüş. Tesadüf belki de Neretva’nin yeşil sularına dalıp gitmişken yanımda biri elbiselerini çıkardı ve kendini nehre bıraktı. Nehre doğru süzülüşü olağanüstüydü.

Bosna savaşının bir kimlik savaşı olduğu, Hırvat ve Sırpların bu amaçla hareket ettikleri tüm Osmanlı eserlerini, camileri, köprüleri, kütüphane ve medreseleri hedef almalarından rahatlıkla anlaşılıyor. Hırvatların yıllarca kendilerinin de geçtiği o güzelim Mostar Köprüsü’nü yıkmalarının nedeni başka ne olabilir ki?

Beş yüz yıllık Mostar Köprüsü’nün yıkılışı Bosna’daki insan kıyımlarından neden daha çok acı verdi insanlara. Slavenka Drakuliç demiş ki: “Bunca ölü! Neden Köprü’nün yıkılışı hepsinden acı? Ebediyen hepimizindi.” Kuşkusuz onlar Osmanlı-İslam medeniyetinin simgesi diye vurdular. Oysa sadece bu değil, o köprü hepimizindi. Hatta onu vuran topçunundu da. Şimdi buraya gezmeye gelen turistlerin, Çinlinin, Korelinin, Hollandalının ve hepimizindi. Bu yüzden en çok o yaraladı insanları. Bu sembolle yenildi katliamcılar, mahkûm oldular. Çünkü hepimize saldırdılar. İnsan köprüde gördüklerine inanamıyor. Şimdi bu köprüden geçen Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar birbirleriyle karşılıklı savaşmış olabilirler mi?

Sadece Mostar değil, Neretva Nehri üzerindeki altı köprü de savaşta bombalanmış. 

Evliyâ Çelebi, Boşnakların güzelliklerinin nedenini “suyunun su, havasının da hava” olmasına bağlar. Onların erkekleri için 2. Yusuf derken, kızları için ise avam insanlarının “dilber yurdu” dediklerini aktarır. 

 

28.06.2014, Travnik
Rehber, Travnik için, “Nobel almış İvo Andriç’in doğduğu, romanlarını yazdığı yer burası.” diyor. Edebiyatın kendisinin değil belki ama magazininin turistik bir malzeme olması yine de onun gücünü gösterir. Bir müze olmuş evde, Andriç’in kırkı aşkın dile çevrilmiş Dirina Köprüsü’nün çeşitli dillerdeki baskıları var.

İvo Andriç o dönem Bosna eyaletinin merkezi olan Travnik kasabasında 1892’de doğdu. Delikanlılık çağını Drina Nehri kıyısındaki kasabada geçirdi. Drina Köprüsü ona Nobel kazandıran en ünlü eseridir. Eserde anlatılan olaylar Vişegrad kasabasında geçer. Bir devşirme olarak alınan ve Osmanlıda Sadrazamlığa kadar yükselen Sokullu Mehmet Paşa, sadrazam olunca bu Drina Köprüsü’nü yaptırır. Şimdiki adı Mehmet Paşa Köprüsü’dür. Bu köprü, yüzyıllar boyunca Doğu’yla Batı arasında alışverişi sağlamış, birçok ilginç ve büyük olaya sahne olmuştur. İvo Andriç’te roman kişisi olarak bu köprüyü seçmiştir. “Kapiya” köprünün en önemli noktasıdır.

Roman köprünün yapılışından 1900’lere kadar ki tüm tarihini Bosna tarihi üzerinden anlatır. Eserde, Saraybosna’daki çeşitli etnik unsurların, dinlerin, toplumların gelişimi de romanda ayrıntılı olarak anlatılır. Osmanlı toplumsal düzenini derinlikli olarak romana yansıtır.

Bosna-Hersek’in tüm tarihini, hem sosyolojik hem de toplumsal yapısını bir köprü üzerinden romanlaştırın İvo Andriç, oldukça nesnel, tarafsız bir Bosna fotoğrafı çıkarır ortaya. Drina Köprüsü bir anlamda Boşnakların, Sırpların, Hırvatların kaderlerinin kesiştiği yerdir. Köprü metaforu toplumsal rollerin dağıldığı bir merkez konumundadır.

İvo Andriç bir Sırp olmasına karşın tarihe etnik açıdan değil insani açıdan yaklaşır ve hem Hıristiyanlara hem de Müslümanlara tarafsız gözle bakar. Köprü şu anda yaşanan toplumsal, ırksal, dinsel ayrışmanın nedenleri üzerine de düşünmemizi sağlayan büyük bir panayır görevi görür. Tüm toplumsal bireysel olayların bir şekilde mekânı bu köprü olur. Köprü üzerinden bütün bir Balkan tarihi anlatılır.

Rehberimiz ise Drina Köprüsü’nün taraflı olduğunu düşünüyor ve Bosna tarihini çarpıttığını belirtiyor. Belli ki Boşnakların genel eğilimi bu yönde. Kuşkusuz onlar kendi tarihlerini daha iyi bilir. Bana ısrarla “Boşnaklara muhabbetle, sempatiyle bakmıyor. Edebî değerine bir şey diyemem ama tarihsel gerçeklere uymuyor” diyor.

Travnik bir vezirler şehri olarak bilinir. Osmanlı’ya pek çok vezir yetiştirmiş. Gerçekten kent tam bir Osmanlı kenti. Camilerin çokluğu dikkat çekici. Kalesinden tüm kenti görmek mümkün. Buradan şehrin kültürel dokusu daha net bir şekilde görülüyor. Fatih Sultan Mehmet’in su içtiği Plava Voda mesire yerinin etrafı dilencilerle dolu. Rehber, Alaca Cami ile ilgili güzel bir anekdot anlattı. Cami bittikten sonra zamanın Paşa’sı yöre halkına camiinin bir eksikliği olup olmadığını sormuş. Onlar da çok güzel yalnız “maşallah”ı eksik demişler. O da camiinin köşesine “maşallah” yazdırmış.


29.06.2014, Saraybosna Havalimanı
Saraybosna Havalimanı’ndan Saraybosna’ya bakarken beş gün dolaştığım bu ülkeden geride, zihnimde ne kaldığını anlamaya, oluşan fotoğrafı yakalamaya çalışıyorum. Saraybosna denildiğinde gürül gürül akan nehirler, yemyeşil ormanlar, petunya, begonya ve küpe çiçekleriyle bezenmiş iki katlı evler, mavi lacivert Bosna bayrakları, güzel genç kızlar, yakışıklı incecik delikanlılar, camiler, kiliseler, köprüler, Osmanlı’nın her kareye imzası, gayreti ve özeni, köfte, Bosna böreği, kilise çanları, ezanlar, selamlar, kucaklaşmalar ve bütün bu fotoğrafın sağından solundan sızan acılar, yıkıntılar, kurşunlarla, top mermileriyle delik deşik olmuş evler, beyaz mezar taşları, Avrupa’da garip, yapayalnız Müslüman Avrupalı insanlar, Avrupa ve dünya için bir arada yaşama teorilerinin bir laboratuarı ve Batı’nın 1992’deki ilk imtihandaki derin yenilgisinin fotoğrafı kalıyor geride.

Özellikle iç burkan mezarlar. Yemyeşil çimler üzerinde bembeyaz mezar taşları, evlerle iç içe mezarlar, sadece insanlar değil, evler, binalar da yaralı, duvarlar oyuk oyuk, delik deşik, sanki insanlar ne savaşı unutmak ne de kayıplarından ayrılmak istiyorlar, onlarla iç içe, kucak kucağa, acılarına sarılıp öylece hayatlarına bakmak istiyorlar, bunca ölümlerden sonra insan sokakta nasıl dolaşılabildiğine şaşıyor, kimbilir belki de bizzat savaşa katılanlar sokağa çıkmıyorlar, bu yüzden sadece gençler var sokakta, bir insan yaşadığı, içinde olduğu bir savaşı anlatabilir mi, sanmam, savaş hele katliam anlatılamaz, sonuçta 200 binden fazla kişinin katledildiği bir savaştan söz ediyoruz, tarih eli titremeden bunu yazabilir, kaydedebilir mi?









 Yazılan Yorumlar...
Engin D
(12  Aralık 2014)
Dokuz kitabı yayınlanan, dergilerde yüzlerce yazısı bulunan yazar, eleştirmen Necip Tosun abimizden Bosna Herseki okumak beni çok mutlu etti. Gezi yazılarınızın devamını bekliyoruz. Teşekkür ederim.
Erdin İVGİN
(06  Aralık 2014)
Necip abi, kalemine sağlık. Bir çırpıda okuyuverdim yazını. Bosna Herseki, Saraybosnayı, Mostarı, Dirina Köprüsünü ve yazarı İvo Andriçi senden dinlemek ayrı bir zevk verdi bana. Teşekkürler.