İsveç ve Filmin İkinci Yarısı 5- Viking boynuzu ve mantarsal şiddet!


Vikingler konusu açıldığında göçmenler, gördükleri filmlerin etkisiyle, “tabii canım, işte şu boynuzlu miğferler giyenler!” derler. Bunun üzerine İsveçliler hemen müdahale edip büyük bir tarihsel yanlışlığı düzeltir ve esasında Viking miğferlerinde boynuz olmadığını söylerler! Böylece “boynuz” konusundaki tarihsel gerçekler de tüm çıplaklığı ile ortaya serilmiş olur!

Vikingler, 800’lü yıllardan itibaren yaklaşık iki yüz elli yıl kadar İsveç, Norveç ve Danimarka’da yaşamışlar. İsveç Vikingleri daha çok ticarete yatkınken, Danimarka Vikingleri en barbar olanları imiş! Bundan bin yıl kadar önce İngiltere’ye kadar gidip önlerine çıkanı yağmaladıkları için “denizden gelen kurtlar!” olarak da anılan Vikinglerin, çılgınlar gibi savaşabilmesini, saldırıdan önce yedikleri “zehirli mantarlara” bağlıyor kimileri! Saldırı bitip mantarın etkisi geçtiğinde de, korkunç bir güçsüzlük hissiyle çok derin bir uykuya dalarmış Vikingler. Bu, “mantarsal şiddet” öykülerini dinledikten sonra, İskandinavların, günümüzdeki aşırı halim selimliği de zehirli mantarın etkisiyle mi olmuş ve bu sakinliği bir süre sonra yine korkunç bir saldırganlık mı izleyecek diye düşünmeden edemiyor doğrusu insan!

Vikingli savaşçılar tarafından çok tutulan kılıçlar Fransa’dan gelirmiş. Bir süre sonra Fransa Kralı, Vikinglere silah satmanın idamla cezalandırılacağını açıklamış! Çünkü o tarihlerde, Fransa’da taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayan Vikinglerin, Fransızlara karşı kullandığı kılıçlar öz be öz Fransız yapımı imiş!

Konstantinopol’deki Bizans İmparatorları’nın korumaları da, savaşçılıklarıyla ün salan Vikingler arasından seçilirmiş. Zaten, Vikinglerden kalma yazıtların çoğu da savaşa, vurmaya, kırmaya dair! Vikingler, ülkeleri dışında ölürlerse, genellikle, öldüğü yerde gömülürmüş. Ancak, ölenin arkadaşları, “bari iskeleti vatana dönsün!” kararı verirlerse, o zaman, cesedi kaynatıp, eti kemikten ayırdıktan sonra iskeleti ülkelerine getirip gömerlermiş! Vikinglerle ilgili iddialar arasında, Vikinglerin, yaşlılarını uçurumdan aşağı attıkları da yer alıyor!

Ibn Fadlan isimli bir Arap, 910 yılında tanık olduğu, bir Viking kabile reisinin cenaze törenini bakın nasıl anlatıyor:
Vikingler, krallarının cesedini, şarap fıçıları, meyveler ve etlerle dolu bir Viking gemisine yerleştirdiler. Bir köpek, iki parçaya ayrılıp gemiye atıldı! Ardından iki at, köpeğin âkıbetine uğradı!
Ölen kralın peşinden, öteki dünyaya birlikte gitmeye söz veren bir kadın köle, kralın arkadaşlarının arasına girdi. Kralın arkadaşlarının her biri, köle kadınla cinsel ilişkide bulundu ve kadına, “bunu kralın onuruna yaptıklarını krala bildirmesini” söylediler!
Sonra, “ölüm meleği” olarak adlandırılan yaşlı bir kadın, köle kadının hayatına son verdi ve kölenin cesedi gemiye bırakıldı. Ardından da, kralın akrabaları hep birlikte gemiyi ateşe verdiler!




FOTO: Viking Festival / Ardfern / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0


Bir asırda yoksulluktan zenginliğe

İsveç'te 1830’larda başlayan sanayileşme süreci, orman ve linyit gibi eldeki zengin doğal kaynakların kullanılmasıyla başlamış, hızlı nüfus artışı da, sanayi sektörünün talep ettiği işgücünü karşılamış. Hızla kurulan demiryolları, taşıma giderlerini azaltırken, ilkokulun zorunlu hale getirilmesi de sanayileşmeyi hızlandıran önemli faktörlerden biri olmuş. 

İsveç sanayiini destekleyen üçlü sacayağı, çok bol ve çeşitli maden kaynakları, “yeşil altın” denen uçsuz bucaksız ormanlar ve çağlayanlarla akarsulardan elde edilen enerji yani “beyaz kömür”dür.

ASEA, Alfa-Laval, LM Ericsson, SKF gibi günümüzde de İsveç ekonomisinin belkemiğini oluşturan çokuluslu şirketlerin tamamı yüzyıl başında kurulmuş. Bir yandan sanayi gelişirken, 1840’lardan itibaren de tarım sektörü krize girmiş. İşsiz ve topraksız kalanlar ya kentlere, ya da ABD’ye göç etmiş. İsveç’in kırsal bölgelerindeki küçük çiftçiler, topraksız köylüler, tası tarağı satıp ABD’ye kalkan ilk vapura bir bilet alacak parayı denkleştirme çabasında imişler bundan bir asır önce. Yoksulluk ve işsizlik nedeniyle, ABD’ye göç edenlerin sayısı, o yıllardaki İsveç nüfusunun dörtte birine ulaşmış!

Günümüzde ABD’de çekilmiş televizyon programlarından anlaşıldığı kadarıyla Amerikalıların İsveç’le ilgili bildikleri, Volvo arabalar, Absolut adlı votka, Abba müzik grubu ve Björn Borg adlı dünya şampiyonu tenisçi ile sınırlı. Sokaktaki Amerikalıların çoğu bu isimleri duymuş ama bunların İsveç’e ait olduğunu da pek bilmiyor. Oysa, İsveç-ABD ilişkilerinin tarihi hayli gerilere uzanıyor. 1860’larda başlayan yetmiş yıllık dönemde yoksulluk nedeniyle ülkelerinden göç eden milyonu aşkın İsveçlinin çoğu ABD’ye yerleşmiş. Tıpkı, Avrupa’daki işçilerimizin uğradığı âkıbetin benzeri biçimde, uzun yıllardır ABD’de yaşamalarına karşın bu insanlar, Amerikalılar tarafından “İsveçli” olarak görülüyor; aynı insanlar İsveç'egeldiklerindeyse kendi akrabaları tarafından bile “Amerikalı” olarak adlandırılıyormuş!

Bir asrı aşkın tarihe sahip olan Sosyal Demokrat İşçi Partisi “SAP” 1889’da kurulmuş, bunu dokuz yıl sonra kurulan İşçi Sendikaları Konfederasyonu “LO” izlemiş. O dönemde, İsveç nüfusunun sadece yüzde 8’i oy hakkına sahip olduğundan sosyal demokratlar, “herkese oy hakkı!” taleplerini sendikalar aracılığıyla yoğunlaştırmışlar. Mücadeleler sonucu, 1918’de belediye seçimlerinde genel oy hakkı alınmış. Ertesi yıl bu hak, parlamento seçimlerini de kapsayacak biçimde genişletilmiş; ayrıca kadınlara da oy hakkı tanınmış. Böylece İsveç, tek tek kabul edilen reformlar yoluyla parlamenter demokrasiye geçmiş.

Yüzyıl öncesinin İsveç’i, tam bir köylü toplumu görünümünde. İnsanlar tarımla uğraşıyor; en yakın komşu çiftlik ise kilometrelerce uzakta. Dolayısıyla da, insanlar aylarca kendi aile üyeleri dışında kim-seyi görmüyor, kimseyle iki çift laf edemiyor. İsveç toplumunda günümüzde bile az da olsa varlığını sürdüren “yabancı kültürlere kapalılık”, “kendinden olmayanları yadırgama” gibi olguların kökeni, geçmişteki bu izole köylü toplumunda yatıyor olsa gerek!..


Dünya politikasının aynası Sergel Meydanı 

Nasıl ki Avrupa’nın en yoksullarından biriyken, bir asırda dünyanın sayılı zengin ülkelerinden biri durumuna geldiyse, bir zamanlar, yoksulluk nedeniyle Amerika’ya bir milyonu aşkın göçmen yollayan İsveç, artık göçmen kabul eden bir ülke oldu! Sonuç olarak, bugün, İsveç'te yaşayan her beş kişiden biri, ya birinci ya da ikinci-nesil göçmen!

Kimler yok ki göçmen grupları arasında! Seçimle yönetime gelen sosyalist lider Salvador Allende’yi 1973’te bir askeri darbeyle deviren General Pinochet’in teröründen kaçan Şilililer, Sovyet tanklarının 1968’de Prag’a müdahalesinden sonra ülkeyi terk eden Çekler, Vietnam savaşına gitmeyi reddeden Amerikalılar, 2.Dünya Savaşı sırasında savaştan kaçırılıp İsveç'e gönderilen 60 bin Finli çocuk, 1967 Albaylar Cuntası’nın vahşetinden kaçan Yunanlılar, savaş ve kıtlık nedeniyle ülkelerini terk eden Eritreliler, askeri darbeler nedeniyle ülkelerini terk eden Latin Amerikalılar, Vietnam’dan kaçan gemi mültecileri gibi yüzlerce irili ufaklı halk grubu, özgürlüğü ve refahı İsveç'te bulmuş.

Tüm dünyadaki insan hakları ihlâllerini, her gün televizyonda seyrettikçe, “Bu çağda nasıl olur bütün bunlar?” der İsveçliler hayretler içinde. İsveçlinin, bunları anlaması gerçekten zordur, çünkü o, yaşamı boyunca, varlığıyla yokluğunu pek hissedemediği, bir “saydam devlet”le karşılaşmıştır. Her ne kadar, Palme cinayeti sırasında, dönemin Emniyet Müdürü Holmér’in tüm yetkileri ve gücü elinde toplaması sonucu devlet saydamlığını yitirmişse de, sonunda, terk edilen, “vatandaşının haklarına saygılı devlet!” anlayışı değil, Emniyet Müdürü Holmér’in kendisi olmuştur! Kimisi, devleti, mideye benzetir! “Sağlıklı devlet”, “sağlıklı mide” gibi varlığını hiç belli etmezmiş insana! “Sağlıksız devlet” ise tıpkı “ülserli mide” gibiymiş! Her an onu düşünür ve sancısını çekermişsiniz!

Siyasal nitelikli göç, hemen her hafta sonu, Stokholm’ün Sergel Meydanı’nda kendini gösterir. Ülkemizde de gösterilen “Otobüs” filminin çekimlerinin yapıldığı meydandır bu. Adını, XVIII.yüzyıl heykel ustası Tobias Sergel’den alan meydan, Güney Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki baskıcı rejimlerin, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, savaşların protesto edildiği bir platform haline dönüşmüştür. Ülkelerinde gösteri yapma hakkı ellerinden alınan insanlar, bu meydanda düşüncelerini özgürce açıklayabilirler. Bu meydanda, her türlü yasak yasaklanmıştır. İsveç muhafazakârları, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesini kınayan gösterilere aktif olarak katılırken İsveç solu da, ABD’nin işgal tehditlerine karşın teslim olmayan Sandinist rejimi destekleme mitinglerinde sesini duyururdu.

Zaman zaman meydanda, üstünde “Nikaragua” yazılı metal kumbaraları sallayarak bağış toplayan altmış yaşlarındaki İsveçli teyzeler görülürdü. Bunun yanı sıra, Nikaragua’daki bir çocuk yuvası inşaatına maddi destek sağlamak amacıyla yapılan danslı toplantılardan elde edilen sembolik miktarlar da gönderilirdi bu ülkeye. Ya da İsveç’in çeşitli yerlerine dağılmış olan İsveç-Nikaragua Dostluk Dernekleri, evlerden, kullanılmayan eşyaları, eski ama çalışan makine aksamını toplayıp Nikaragua’ya yollardı. Halkın bu sembolik katkısı yanı sıra, esas belirleyici maddi yardımı, İsveç hükümeti yapmaktaydı.

Ayrıca, binlerce öğrenci meydanlarda, metrolarda şarkı söyleyerek, para karşılığı satranç oynayarak ya da bir kron karşılığı sizi yanağınızdan öperek halktan bağış topluyor ve örneğin, okul yapımı için Uganda’ya yolluyordu. 

Üniversite öğrencileri ise, her dönem okula kayıt yaptırırken çeşitli kuruluş ve örgütlere gönüllü olarak bağış yapabiliyorlardı. Bir dönem, alternatifler arasında, Greenpeace, Polonya’daki Dayanışma Sendikası, El Salvador’da askerler tarafından işgal edilmiş olan üniversitelerin öğrenci temsilcilikleri, Uluslararası Af Örgütü, Güney Afrika’da siyahların hakları için mücadele eden öğrenci örgütleri bulunabiliyordu.



Sergel Meydanı’nda, “her türlü yasak” yasaklanmış!

İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’da pek çok meydana da, üzerinde, UFF yani “Halktan Halka Yardım” sözcüklerinin baş harfleri bulunan sarı renkli metal kutular konurdu. Evinde kullanmadığı eşyaları, insanlar, bu sarı kutulara doldururlardı. Buralarda toplanan eşyalar, ya tüm İskandinavya’da elden düşme eşya satan dükkânlarda, ya da her yaz Stokholm’de düzenlenen on iki bin metrekareye yayılmış sergilerde satılırdı.

Bizde, “eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı!” derler gerçi ama bu tür dış yardıma yönelik bitpazarlarına, sanki nur yağmışçasına büyük rağbet olurdu. Buradan kazanılan paraların ve elde kalan eşyaların da az gelişmiş ülkelere yardım olarak gönderildiği, Afrika’ya tonlarca elbise yollandığı, Güney Afrika’da ırkçılıkla mücadele edenlere destek olunduğu ilan edilirdi. Ancak, yıllar sonra ortaya çıktı ki, bu organizasyonu yapan kişiler, toplanan paranın önemli bölümünü ceplerine atar, sembolik kısmını da yoksul ülkelere gönderirlermiş!..


Atom bombası atılmışçasına!

Her yıl 6 Ağustos’ta Sergel Meydanı pasifistlerin gösterilerine ayrılmıştır. 6 Ağustos, Amerikan atom bombalarının, 1945’te, Hiroşima’da yüz kırk bin, Nagazaki’de ise yetmiş bin insanı yok ettiği tarihtir. Her türlü silah satışına, savaşlara, nükleer silahlara karşı olan barışçı pasifistler, her yıl, bu olayın yıldönümünde Sergel Meydanı’nda toplanırlar. Üzerlerine atom bombası atılmışçasına, hepsi birdenbire kendilerini yere atar ve kıpırdamadan bir süre öylece dururlar! Bu şekilde, olası bir atom savaşında insanlığın sonunu sembolize ederler! 

Stokholm’ün Sergel Meydanı’ndaki faaliyetler, sadece siyasal nitelikli mitinglerle sınırlı değil. İlginç flüt ve davullarıyla Latin Amerikalı müzik gruplarından tutun, hemen her gün meydanın ortasında tekerlekli orguyla dini müzik yapan yaşlı teyzeye, pantomim ve tiyatro gruplarından, akordeonlu dini kuruluş Selamet Ordusu’na varıncaya dek herkese yer vardır bu meydanda!..

Güzel havalarda meydanın bir köşesindeki merdivenlere gençler ve turistler, sere serpe uzanır, geleni geçeni seyrederler. Turistlerin yanı sıra, boyunlarında asma kilitleri, bellerinde zincirleri ve kapkara kıyafetleriyle, saçlarını kırmızıdan yeşile akla gelebilecek her renge boyamış punkçular da bu meydanın merdivenlerinin müdavimlerindendir.

Kendilerine özgü kıyafetleri nedeniyle, bizimkilerin, “üşütükler” olarak da adlandırdıkları punkçuların felsefeleri de hayli ilginç. İsveç’in, uyuşturucu sorununu nasıl ele aldığını öğrenmek için, bir ara İsveç’i ziyaret eden Nancy Reagan’ı protesto etmek üzere, kendilerine “Coca-Cola komando” gibi adlar koyan ve çoğunluğunu on dört, on beş yaşındaki gençlerin oluşturduğu anarşist-punkçu karışımı gruplar taş ve sopalarla Amerikan Elçiliği’ne saldırmışlardı. Sloganları da “Nancy’i vurun!” idi.

Anti-ırkçı gösterilere aktif olarak katılan en kalabalık İsveçli gruplardan birini oluşturur bu fişekler kuşanmış, kapkara giysili punkçular! İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın ölüm yıldönümü olan 29 Kasım’da gösteri yapan ırkçılara karşı Kızılderililerin savaş çığlığına benzer sesler çıkararak ve sanki bir savaşmışçasına “Hücum!” diye bağırarak saldırıya geçip polisle çatışanlar yine aynı insanlardır. Güney Afrika’daki ırkçı rejimi boykot çağrısına katılmayan Shell şirketine ait benzin istasyonlarına karşı çeşitli saldırılara girişenler de yine bu kara giysili punkçulardır!..




Stokholm sokaklarında, “Nükleer santrallere hayır!!!” pankartlı punkçu gençler... 
Bir başka sloganları da “Deli ana-babalara karşı Rock!”


“Deli ana-babalara karşı Rock!”

Kendini “anarşist” olarak tanımlayan karalar giymiş, saçları da punkçu gibi kesilmiş bir genç kız, amaçlarının ne olduğunu sorduğumda, “devleti istemiyoruz, her şeye hükmeden sermayeyi istemiyoruz, her türlü otoriteye karşıyız, herkesin birbirine yardım etmesi gerektiğine inanıyoruz!..” diye yanıtladı beni, sonra da “Anarşi aslında sadece bir rüya!” dedi. Sloganları da hayli ilginç bu gençlerin:

-“Yuppie’siz kent merkezi!”
-“Bugün işe gitmedim, yarın da gideceğimi sanmıyorum!”
-“Deli ana-babalara karşı Rock!”
-“Zenginlerden nefret ediyoruz,
   Bizim mutluluğumuz onların karabasanı olacak!”
-“Zenginleri Yiyin” gösterisine katıl!
-“Bize ait olanı geri alacağız!”
-“Shell’i yakın!”

İsveç’teki ilginç gruplardan biri de adlarını “tavlamak” sözcüğünden alan “Raggare”lerdir. Yazın ve özellikle cuma, cumartesi akşamları ‘50lerden kalma kocaman Amerikan arabalarıyla kent merkezinde ha bire turlayıp garip gürültüler çıkaran, aynı zamanda da sonuna kadar açılmış teypleriyle bütün kente rock müzik yayını yapan konvoylar görürseniz “Raggare”lerle karşı karşıyasınız demektir. ‘50li yılların ürünü olmalarına karşın hâlâ yaşayan bir kültürün son temsilcileridir bunlar.

Hiphopçu”lar da duvarlara, metrolara yazılar yazan, resimler çizen, imzalarını atan, grafitiler yapan, yaşları da on ikiden başlayan bir grup. İsveç kurumları yılda milyonlara varan temizleme masraflarıyla baş edemeyince son çare olarak “bükemediğin eli öp!” misali, bu çetelerin en azılılarından biriyle anlaşıp bir reklam kampanyası başlattı. Çoğunluğu göçmen gençlerden oluşan bu grubun dev afişleri, metro istasyonları içindeki reklam panolarına asıldı. Afişin altında da çete üyelerinin ağzından, çevreyi kirletmenin olumsuzluğunu ifade eden cümlelere yer verilmişti. Stokholm duvarlarını en çok yazılamış olup da, şimdi tövbekâr olan “pişmancıların” yer aldığı bu reklam kampanyasının etkisi ne oldu bilemiyorum!

Zaman zaman Stokholm’de binlerce gencin, vitrinlerin camlarını kırdığı, mağazaları yağmaladığı, arabaları ters çevirip çevreye ev yapısı yangın bombaları attığı bile oluyordu. Bu olaylar, her türlü disipline karşı çıkan eğitim sisteminin bir kez daha sorgulanmasına yol açtı. Okulların açılmasından önceki günlerde, tatilden dönen çocukların yapacak bir şey bulamadıkları için Kral Bahçesi’nde toplanıp kavga etmelerini takiben “Non-fighting generation” (Kavga etmeyen nesil) adıyla gençlik grupları kuruldu...


Doğumdan ölüme kiliseye dört ziyaret!

Kuzey Ülkeleri’nin bayraklarındaki kocaman haç işaretlerine bakıp da, bu ülkelerde dine çok önem verildiğini düşünmek, oldukça yanıltıcı sonuçlara götürebilir insanı! Gerçi, kâğıt üzerinde, İsveç halkının ezici çoğunluğu Lutherci Protestan’dır ama Tanrıya inanıp inanmadığı konusunda soru sorulduğunda pek çok kişiden “bilmem ki!” yanıtını almak son derece olağandır bu ülkede! Kimilerine göre, “Tanrı varsa, bu onun problemi!” biçimindeki duvar yazısının en çok geçerli olduğu ülkelerin başında İsveç gelir.

Türkiye’den gelen Hristiyan bir genç kız “İsveç’te, dinin ne kadar az önem taşıdığını görünce şaşırdığını, okul hoparlörlerinde, teneffüse çıkılıp dinsel tören yapılacağı duyurulduğunda tüm sınıfın ‘yuh’ çektiğini” söylüyor bir gazeteye yolladığı yazıda. 

Kiliseye, tüm yaşamı boyunca sadece dört kez adımını atmış pek çok insan var İsveç'te. İlk olarak, doğduklarında, sonra on dört, on beş yaşlarında vaftiz törenlerinde, üçüncü kez evlenirken, son olarak da, bu dünyaya veda ederken cenaze işlemleriyle ilgili olarak gerçekleşiyor kilise ziyaretleri! Gerçi, İsveç halkı pek dindar değildir ama nüfusun yüzde doksan beşi kilise üyesidir ve bu yüzden  bir de “kilise vergisi” öderler. İsveç'te, üzerinde en çok konuşulan ve şikâyet edilen konuların ağırlık noktasını yüksek vergiler oluştursa da, insanlar, doğuştan otomatik olarak kaydedildikleri kilise üyeliğinden ayrılma yanlısı değiller pek. Bu insanların büyük bölümü belki ömürleri boyunca kiliseye sadece dört kez gideceklerdir ama yine de öderler kilise vergilerini. 



“Kilise vergisi”ni aksatmadan öderler ama istatistiklere bakılırsa, çoğu İsveçlinin, 
vaftiz ve nikâh dışında, sadece, bu dünyaya gelir ve giderken kiliseye yolu düşüyor! 
Papaz, tabut üzerine toprak atarken, “topraktan geldin, toprağa döneceksin!” diyor.


İsveç Devlet Kilisesi’nden ayrılanların sayısı yavaş ama sürekli biçimde artmakta. Kilise için en kara yıl, yirmi bir bin kişinin ayrıldığı ‘79 yılı olmuş. Ayrılanların, geri dönenlerden fazla olmasına karşın kilisenin üye sayısı sürekli artıyor. Çünkü her yeni doğan, otomatik olarak kilise kayıtlarına geçiriliyor.

İnsanları kiliselere çekmek için papazlar her yolu deniyor. Kiliselerin içi çok temiz ve düzenli ama papazlar ne yapsa boş, çünkü kiliseye giden pek yok! İsveç Devlet Kilisesi’nin bir ilginç yönü de İsveç nüfus kayıtlarının burada tutuluyor olması. Ancak, diğer din ve mezhep temsilcileri, İsveç Devlet Kilisesi’ne verilen bu ayrıcalığın çağdışı olduğunu iddia ediyorlar!

Nüfus kütüklerinde olduğu gibi kilise korosu kurmada da hayli aktif bu kilise. İsveç Devlet Kilisesi’ne ait binlerce kilise korosunda yüz binden fazla insan, dini şarkılar ve ilahiler söylüyor. Muhafazakârından solcusuna kadar çeşitli eğilimlerden insanlar da çocuklarını bu korolara göndermekte sakınca görmüyor. Ayrıca, okulların son günü, bazı kiliselerde törenler düzenleniyor. Tüm bunlar, kilisenin, kendi aşırılıklarını törpülediğini ve toplumda Nüfus Müdürlüğü ya da Vergi Dairesi gibi sosyal bir kurum haline dönüştüğünü gösteriyor...


“Lezbiyenim!” diyen rahibe de var, solcu papaz da!

Zaman zaman ilginç sentezler de görülüyor kilise çevrelerinde. “Solcu papazlar”, “lezbiyen olduğunu açıkça ifade eden rahibeler”, “eşcinsel olduğunu saklamayan rahipler” çıkıyor ara sıra! Anlaşılan o ki, İsveç’te din, gerçek anlamıyla herkesin kendi özel meselesi olmuş! Ancak, günlük yaşamda dini motiflerle karşılaşmak mümkün. Örneğin, Sergel Meydanı’nda org çalan kocaman şapkalı, orta yaşlı teyze, yaz, kış dini şarkılar söyleyip bunların kasetlerini satıyor. Hafta sonları Selamet Ordusu adlı dini kuruluşa mensup kadınlı erkekli üniformalı gruplar kent merkezlerinde akordeon eşliğinde dini şarkılar söylüyorlar. Zaman zaman, kalabalık alışveriş merkezlerinde, bir başka Hristiyan mezhebi mensubunu “Kürtaj yaptıranların ve eşcinsellerin günah içinde yaşadıklarını” vaaz ederken görebiliyorsunuz.

Yirmi bin üyeli Yehova Şahitleri mensupları ise, meydanlar yerine karşılıklı konuşma yöntemini benimsiyorlar galiba ve çat kapı geliyorlar! Bir seferinde, Polonya göçmeni yaşlı bir çift, diğerinde de küçük çocuğunu elinden tutmuş bir anne, kapımı çalıp, uzun uzun Yehova Şahitleri’ni anlatmış, “kıyamet gününün yakın ve de cennetteki yerlerin sınırlı” olduğunu îmâ ederek “bir an önce safımızı belirlememiz gereğinden” söz etmişlerdi!

Bir başka gün de, Amerikan şivesiyle bozuk bir İsveççe konuşan iki genç çaldı kapımı ve adını hatırlayamadığım bir Hıristiyan mezhebine mensup olduklarını söyleyip uzun uzun “Sovyet Şeytanı”ndan, “Kızıl Tehlike”den dem vurdular! Sonunda dayanamadım, takım elbiseli bu iki gence, “mensup olduğunuz grubun politik değil de dinsel nitelikli olduğundan emin misiniz?” diye sordum. Eminlermiş! Ancak, benim sorularımdan pek memnun olmadılar her halde ki, onlar da, diğerleri gibi bir daha uğramadılar! 

İsveç’in kuzeyi, zengin tarım alanlarına sahip güney bölgelerine oranla hayli yoksuldur. Kuzeyde, maden ocaklarının olduğu bölgelerde sosyal demokratlar ve sosyalistler güçlüyken kırsal kesimlerde dini tarikatlar hayli etkin. Bu tarikatların “yasaklar listesi” ise dans etmekten sinemaya gitmeye kadar uzayan maddelerle dolu! Dansa bile, “sekse giden yolda bir basamak!” olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıkıyor bu tarikatlar...


Selamet Ordusu, dayağı savunan tarikat ve Hare Krişna’cılar

Dini grupların hayli ilginç olanlarından biri de Selamet Ordusu’dur. Rütbeleri, üniformaları olan bu ordunun tek eksiği de silahları… Silahları yok, çünkü bu ordu savaşmak yerine dini şarkılar söylemeyi tercih ediyor! Son yıllarda sayıları azalmasına karşın hâlâ otuz küsur bin üyesi olan bu ordunun bir diğer özelliği de şu: Dünyanın neresinde olursa olsun, yıllardır ilişkinizin kopuk olduğu bir yakınınızı mı arıyorsunuz? Mütevazı bir ücret karşılığı, Selamet Ordusu dünyanın dört bir yanındaki taraftarları yardımıyla yakınınızı aramaya başlıyor ve genellikle de buluyor! 

1957’den beri, İsveç okullarında çocuk dövmek kesin olarak yasaklanmışken, bir Hıristiyan tarikat çıkıyor, çocukların eğitiminde dayağın ne denli önemli olduğunu hararetle savunuyor! Stokholm’ün en işlek yeri olan ve polisin otomatik kameralarla sürekli denetim altında bulundurduğu Sergel Meydanı’nda bu tarikat mensuplarının yaptığı konuşmalar, hoşgörüyü ilke haline getirmiş İsveçlilerin bile sert tepkisine neden olabiliyor zaman zaman!

Bu tarikat, hasta ve engellilere de tavır almış durumda! Nedenini sorunca, tarikat mensuplarından standart bir yanıt alıyorsunuz: “Tanrı, bu insanlara, geçmişte işledikleri günahlar yüzünden hastalık ve sakatlık verdi!”. “Peki, doğuştan, gözleri görmeyen, kulakları duymayan ya da konuşamayan insanların suçu ne?” diyorsunuz, bir an bile duraksamaksızın, “onların da anası, babası günahkârdır muhakkak!” deyiveriyorlar pişkin pişkin! İlginçtir, bu tarikatın merkezi, dünyanın en eski üniversitelerinden birine sahip olmakla gurur duyan Uppsala kenti imiş.

Stokholm’de, kentin göbeğindeki alışveriş merkezinde, zil ve davul sesleri arasında, kulağınıza biteviye “Hare Krişna, Hare Krişna” sözcükleri çalınıyorsa bilin ki, “Hare Krişna”cıların yakınındasınız. Bu tarikatın mensuplarına, özellikle yazın, Stokholm’ün en merkezi yerlerinde rastlarsınız. Kafaları usturaya vurulmuş, üzerlerinde Hint elbiseleri, yüzlerinde boyalar, ellerinde ziller, çoluk çocuk şarkı söylerler! “Hare Krişna”cılar, Stokholm’de bir çiftlikte kolektif bir yaşam sürdürüyor, çocuklarını tarikatın okullarına yolluyor, adlarını Hint adlarıyla değiştiriyor ve zillerini şakırdata şakırdata dört dizeden oluşan dini şarkılarını bıkıp usanmadan tekrarlayıp duruyorlar:

Hare Krişna, Hare Krişna / Krişna Krişna, Hare Hare
Hare Rama, Hare Rama   / Rama Rama, Hare Hare...

İsveç'te çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu küçük bir Müslüman topluluk da bulunuyor. İskandinavya’nın en büyük camisi “Islamic Center” İsveç’in üçüncü büyük kenti olan Malmö’de. Bazı fanatikler tarafından, camiye çeşitli saldırılar düzenlenmesine, hatta bir keresinde de caminin içine canlı bir domuz bırakılmasına karşın, cuma günleri, burada elliden fazla ülkeden Müslüman bir araya geliyor...


Türk gibi sigara, İsveçli gibi içki içmek!

Alkol yavaş yavaş öldürür!” biçimindeki uyarıları, İsveçliler, “kimin acelesi var ki!” biçiminde yanıtlıyor olsalar gerek. Gerçi, içki tüketiminde İsveçlilerin sanki acelesi vardır! Rakamlara bakılırsa, bir İsveçli, bir Türk’e oranla, yılda ortalama olarak yaklaşık 8 kat bira, 21 kat şarap ve de tam 4 kat fazla sert içki tüketmekte! Uzun sözün kısası, bir sebep bulup içiyor İsveçli! Yaz geldi diye, kışa girildi diye, keyfi yerindeyse, morali bozuksa, sevgiliyle beraberse, sevgiliden ayrılmışsa, hava sıcaksa, yağmur yağıyorsa, maaşını almışsa ya da parasızlıktan muzdaripse içmek için ciddi sebep var demektir İsveç’te!..



 “Alkol yavaş yavaş öldürür!” ama, İsveçlinin de acelesi yok ki zaten!

Her ne kadar, içki tüketiminde İsveç bizi geçmişse de, biz de tütün tüketiminde İsveç’e ciddi fark atıyoruz doğrusu! Yaklaşık olarak biz, İsveçlilerin iki katı tütün tüketiyormuşuz. Avrupalıların, “Türk gibi kuvvetli!” sözüne, şimdilerde, bir de “Türk gibi sigara içiyor!” deyimini ekleyivermeleri hiç de boşuna değil doğrusu!

İsveç'te, sanayileşme sonucu köyden kente göç başladığında, özellikle yoksul ailelerdeki içki düşkünlüğünün korkunç yıkımlara yol açması üzerine, gerek dini örgütler, gerek siyasi partiler içkiye karşı savaş açmışlar. 1900’lü yılların başlarında içki karneye bağlanmış. Aile başına, ayda, sadece üç, dört litre içki alınabiliyormuş o zamanlar. Geçmiş deneyimler ne denli acı olsa gerek ki, İsveç’te içki hâlâ çok sıkı bir şekilde denetleniyor.

Bugün bile, boğulan her iki kişiden birinin kanında alkole rastlanması, her üç intihar olayından birinin alkolle bağlantılı bulunması, trafik kazalarında ölen her üç kişiden birinin alkollü olması, içkinin, alınan tüm önlemlere karşın İsveç toplumu için hâlâ ciddi bir tehdit oluşturduğunu ortaya koyuyor. Parlamentodaki partiler üstü Yeşilay Hareketi’ne bakılırsa kimi milletvekilleri ve hatta parti liderleri arasında bile alkolizm ciddi boyutlarda! Öyle ki, bazı geç oturumlarda, alkol duvarı aşıldığından kürsüden yapılan konuşmalar anlaşılmayabiliyormuş!..


Üç mahkûmdan biri, sarhoş araba kullanmış!

İçki tüketimini azaltmak amacıyla alınan önlemler sonucu, İsveç’te baba, oğlunu, en yakın markete yollayıp bir “ufak” ya da İsveçlilerin çeyrek litrelik şişeyi ifade ederken kullandıkları gibi, bir “çeyrek” aldıramıyor! Çünkü içki, sadece ve sadece System Bolaget’de satılabiliyor. Üstelik yirmi yaşından küçükler kesinlikle içki satın alamıyor, devletin işlettiği bu tekel mağazalarından.

İşin ilginci, on sekiz yaşını dolduran İsveçli hemen her şey için reşit olmuştur. Ehliyet alır, seçer, seçilir, bankadan kredi alabilir ve hatta restoranda istediği kadar içki de içebilir. Ama yapamayacağı tek bir şey vardır: Tekel mağazasına gidip bir şişe içki alamaz kendine! Bu kural tabii ki yirmi yaşından küçüklerin içki içmesini engelleyemiyor! Onlar da, ya kendilerinden yaşça büyük arkadaşlarına aldırtıyorlar içkilerini, ya da kendileri mağazaya gidip şanslarını deniyorlar. Satıcı şüphelenmeyip de kimlik sormazsa ne âlâ, yok sorarsa da yanıt hazır: 

-Öğretmenimiz yirmi yaşından küçüklerin tekel mağazasından içki almasının mümkün olup olmadığını araştırmak üzere bize bir ödev verdi. Bizlerin tekel dükkânlarına gidip bunu denememizi ve gözlemlerimizi yazmamızı istedi.

Aaa öyle mi?” diyormuş satıcı ve yirmi yaşından küçük olduğu halde niçin kendisini kandırıp içki almaya çalıştığı için çıkışacağı yerde, çocuğu alıyor, mağazayı gezdiriyor, içkilerin depolandığı yerlere götürüyor, öğrenci ödevini layıkıyla yapabilsin diye, bir de üstüne broşürler veriyormuş! Küçüklüğünde bunu yöntem haline getirmiş İsveçli bir arkadaşım anlatıyordu:

-Bu yöntemi defalarca denedim! Kimi kez, kimlik sorulmaksızın içki almayı başardım. Yaşımın küçük olduğunun anlaşıldığı durumlarda da “öğretmenimiz...” diye başlayan öyküyü uydurdum! Ancak, son zamanlarda, değişik tekel mağazalarında dinleye dinleye artık ezbere bildiğim şeyleri bir kez daha dinlemek zorunda kalmak sıkıcı olmaya başlamıştı!

İsveç’te, bir cumartesi akşamı, buz hokeyi maçı seyrederken her canı isteyen çıkıp bakkaldan bira alamıyor! Koşullar, İsveçliyi planlı olmaya zorluyor. Önceden planını yapıp içkisini almasa, ya açıkta kalacak, ya da paraya kıyıp restorana gidecek. İsveç’te içki, sigara pahalıdır ama restoranda içmek çok ama çok daha pahalıdır! İlla da dışarıda içeceğim derseniz cüzdanınızda ciddi bir hafiflemeyi göze alacaksınız demektir.

Bir de üstüne üstlük, restoran dönüşü, içkili araba kullanırken polise yakalanırsanız tek kelimeyle “yandınız” demektir. Tabii yanmanın da çeşitleri var! Örneğin, damarlarınızdaki alkol oranı binde yarım ile bir buçuk arasında çıkarsa yüklüce bir para cezasıyla kurtulabilirsiniz. Ama gösterge daha fazlasını işaret ediyorsa, bir ay hapis cezasından kurtuluş yoktur! Bu işin şakaya gelir yanının olmadığı, İsveç cezaevlerindeki yaklaşık dört bin hükümlünün üçte birinin, sarhoş araba kullananlardan oluşmasından da açıkça belli zaten! Sarhoş otomobil sürerken bir kereden fazla yakalananlarınsa işi gerçekten çok zor! Bu tür şahısların ehliyeti geri alındığı gibi, kendilerine ait olmasa bile kullandıkları otomobile de mahkeme kararıyla el konabiliyor!

Norveç’te, içkili araba kullanma konusundaki kurallarınsa hiç ama hiç şakaya gelir yanı yok doğrusu! Norveç’te araba kullanabilmek için kandaki alkol oranının “binde sıfır” olması şart koşuluyor. Ancak bunun pek gerçekçi ol¬madığı söyleniyor çünkü bazı ilaçlar ve gıda maddeleri de alkol içerdiğinden hiç alkol alınmadığı halde “binde sıfır” sınırını aşmak işten bile değilmiş!

Akdeniz ülkeleriyle kıyaslandığında İskandinavların içki kültürünün ciddi bir farklılık gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Akdenizliler içki tüketimlerini tüm haftaya yaymayı tercih ederken, İskandinavlar ağırlığı hafta sonuna verip bir seferde zıvanadan çıkıyorlar. 

Alınan sert önlemler sonucu, İsveç’te alkol tüketimi az da olsa düşüyor düşmesine ama bütün bunlar her yıl İsveç’te on beş yaşından küçük yüzlerce gencin, sarhoşluk yüzünden geceyi karakolda geçirmesini engelleyemiyor! Her şeye karşın, İsveçliler yine bir avuntu bulmuşlar kendilerine: “Finliler ve Ruslar votkayı kocaman bardaklarla içiyorlar, bizse minik kadehlerle!..” diyorlar.

Polonyalılar, Ruslar, İzlandalılar, Finliler ve Norveçliler gibi İsveçlilerin de geleneksel içkisidir “şnaps”. Ancak, insanlar, en çok bira ve şarap içiyor İsveç’te. Yasalara son derece saygılı olarak tanınan İsveçli, iş içkiye gelince, zaman zaman yasaları unutur! Yasak olmasına karşın evinde şarap imal edenlerin sayısı bir hayli kabarıktır İsveç’te!..



Ekmek kuyruğu değil, içki kuyruğu!


İsveçli keççap şişesine mi benziyor?

Bir Danimarkalı şöyle diyor İsveçlilerin içki kültürüyle ilgili olarak: 
“İsveçli, üç kadehten sonra sizi yemeğe davet eder, altı kadehten sonra size adınızla hitap eder, sizi kardeşi, ailesinin bir üyesi olarak görür, on iki kadehten sonra da bir on iki kadeh daha içemeyeceği için hüngür hüngür ağlamaya başlar!” 

Bazıları da, birkaç kadeh içtikten sonra halim selimliği bir kenara itiveren İsveçlideki değişimi “keççap şişesi”ne benzetiyor: “Sallarsınız, sallarsınız bir şey gelmez, sonra hiç ummadığınız bir anda pof diye boşalıverir şişenin içindekiler!”.  

İsveçli karakterini, “yazlık” ve “kışlık” diye ayırdığımız gibi, “İsveç’te İsveçli” ve “yurtdışında İsveçli” diye de incelemekte yarar var! Aksi takdirde, bu sakin insanların, özellikle de Avusturya’ya kayak yapmaya giden gençlerin, ucuz içkinin etkisiyle, kaldıkları otelleri nasıl birbirine katıp camı, çerçeveyi indirdiklerini açıklayamayız! Aç tavuğun arpa ambarına düşmesi gibi, ucuz içkiyi bulunca dur durak dinlemiyor İsveçliler! İşte bu nedenle, Avusturya’nın birçok kayak merkezi İsveçli gençleri ya kabul etmiyor, ya da kota koyuyor!

Dokuz yıllık temel okulu bitiren gençler, mezuniyetlerini deliler gibi içerek kutluyorlar! Bu mezuniyet törenlerinde öğretmenler ve sosyal görevliler de bulunduğu için yanlarında getirdikleri içkilerini akşamın ilerleyen saatlerinde almak üzere en yakındaki ormanda saklıyorlar. Bu tür törenlerde sarhoşluk, kavga, dövüş eksik olmadığından ya bir yerlerde sızıp kalıyorlar, ya da kütük gibi sarhoş halde evin yolunu bulmaya çalışıyorlar. Bu curcuna arasında da özenle sakladıkları içkilerini unutuveriyorlar. Bu geleneği bilen açıkgözler de, bu tür eğlencelerin olduğu günün ertesinde, en yakındaki ormana gidip, gençlerin bir gün önce gizledikleri içki şişelerini tek tek topluyorlar!

Ellerindeki Inter-Rail kartlarıyla bir ay süreyle trenle Avrupa turuna çıkan İsveçli gençler, bu içki kültürsüzlüğü yüzünden şarabın ve biranın ucuz olduğu Akdeniz ülkelerinde, sürekli yarı sarhoş bir durumda geziyorlar. O nazik, utangaç İsveçliler gidiyor, yerine Yunanistan, İspanya sahillerinde ucuz içkinin büyüsüne kapılmış kahvaltıdan sonra ufak ufak içkisini yudumlamaya başlayan insanlar geliyor! Sonuç olarak da, gece yarısına doğru gözlerini hastanenin acil servisinde açıyorlar.

Akdeniz ülkelerinde, yarı sarhoş, neşeli, sürekli gülen, eğlenmekten başka bir şey düşünmeyen halleriyle İsveçlileri tanıdıktan sonra İsveç’e kışın gelip de kabuğuna çekilmiş insanlarla karşılaşmak, Akdenizliler üzerinde soğuk duş etkisi yaratıyor olsa gerek! 

İsveç’te alkol sorunu olan insanların sayısı yüz binlerle ifade ediliyor! Ezici çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu alkoliklerin tedavisi için devletin harcadığı para, içki satışından elde ettiği gelirden fazla olduğu gibi, hastalıkların da yarıya yakın bölümü alkol kullanımıyla çok yakından ilgili...


Uyuşturucu ve cadılar!

Alkol yanı sıra, önemli toplumsal sorunlardan biri de uyuşturucu kullanımı. İsveç’te her yıl eroinden ölenlerin sayısı yaklaşık elli kişiyi buluyor. Sosyal Büro’dan aldıkları paraların tamamını ucuz içkiye yatıran alkolikler, paraları bittiğinde kir, pas temizliğinde kullanılan alkollü sıvıyı ekmeğin üzerine döküp süzdükten sonra içiyorlar! Daha da etkili sonuç almak isteyen alkoliklerinse ayakkabı boyası yiyerek sarhoş oldukları söyleniyor. İlkin, uyuşturucu madde yapımında kullanılan bazı bitkileri botanik bahçelerinden yürütmekle işe başlayan hippiler, sonraları, bu tür bitkileri, kendi evlerinde inceden inceye ısı ve nem hesapları yaparak yetiştirmeye başlamışlar.

Anfetamin gibi uyuşturucu madde içeren zayıflama ilaçlarını avuç avuç yutanlar yanı sıra, kurutulmuş muz kabuklarını tütün gibi sigara kağıdına sarıp içenlere, baş ağrısı ilaçlarını kola, ya da hafif alkollü biranın içine atarak kafayı çekenlere, içine diş macunu karıştırılmış tütünden yapılmış sigaralarla duman altı olanlara, bazı özel çay yapraklarıyla tütünü karıştırıp tellendirerek kafayı bulanlara da rastlanabiliyor İsveç toplumunda.

Uyuşturucu kullananların kendilerini uçuyor hissetmesi duygusu ile cadılar arasında bağlantı kuruyor kimileri. Süpürgesine atlayıp uçtuğunu iddia eden cadıları esas uçuranın, süpürgeleri değil, pek çok hastalığın tedavisinde kullandıkları otlar olduğu ileri sürülüyor. Çeşitli kimyasal işlemlerden geçirdikleri otlarla kafayı bulan cadılar uçtukları hissine kapılmakta, bunu ifade edince de yakılmaktaymışlar. Bu arada başka bir kadını sevip kendi karısından kurtulmak isteyen bir erkeğin de karısını cadılıkla suçlaması hayli sık görülen vakalardanmış!

Cadıların yüzlerinin, karikatürlerde hep belirli biçimde çizilmesini de açıklamaya çalışanlar var. Yoğun uyuşturucu ve alkol kullananlarda, bu maddelerin vücuttaki yağları yakması nedeniyle yüz çöküyor ve burun ortalık yerde upuzun kalıveriyormuş! Dolayısıyla da, filmlerde, karikatürlerde, bir deri, bir kemik olarak ifade edilen cadılarla, iskelet gibi dolaşan eroinmanlar arasında bağlantılar kuruluyor ve cadı denilenlerin aslında o dönemin uyuşturucu kullananları olduğu iddia ediliyor!..


“İçmeye gidiyoruz!.. Yazı mı, tura mı?”

Diyelim ki, ailece bir arkadaşınıza davetlisiniz. İsveç’te içki pahalı olduğundan, konuğun içkisini yanında götürmesi âdettendir. Örneğin, bir yaş günü partisine çağrıldığınızda davet sahibinden, “yemek benden, içki sizden...” biçiminde bir davetiye almak hiç de şaşırtıcı olmaz İsveç’te! Diyelim ki, böyle bir davet üzerine, bir cuma akşamı, iş çıkışı, tekel satış mağazası akşam altıda kapanmazdan önce kırk, elli kişilik kuyruğa girip yarım saat bekledikten sonra nihayet içkinizi alabildiniz! Gideceğiniz yer de uzak. Dönüşte, hem taksi bulmak zor, üstelik de pahalı. Arabanızla gitmeye karar verdiniz. Gitmesi kolay da dönüşte kim sürecek arabayı? Bunu gitmeden belirlemekte fevkalade yarar var! Nasıl mı? Örneğin, yazı-turayla, ya da daha demokratik olsun diye, sırayla.

Kaybeden taraf, bu konularda deneyimli ise, araba kullanmadan kaç saat önce hangi içkiden kaç santilitre içerse olası bir alkol testinden kurtulabileceğini bilir! Bilmiyorsa, içkiyle ilgili tek merci olan System Bolaget’in çok bilmiş, yardımsever bürokratlarınca hazırlanan kartvizit büyüklüğünde bir kartta bütün bu bilgiler mevcuttur. Okuyup, düşünüp santilitre hesabı yapmak istemeyenlerse üzerinde kırmızı, sarı, yeşil düğmeler olan aletle polisten önce kendi kendilerine alkol testi yapabilirler. Bu aletin ışıkları da trafik işaretleri gibidir:

Yeşil : “Şimdilik daha içebilirsin!”.
Sarı : “Tehlike çanları çalıyor!”.
Kırmızı : “Taksi çağır, ya da içmemiş bir arkadaşına, seni eve bırakması için yalvarmaya başla!”

İsveç’te insanlar içkileriyle arabalarına bayılıyorlar! Ancak, bir koltuğa iki karpuzu sığdırmakta da hayli zorlanıyorlar doğrusu! Sonuçta da, ya ehliyetlerinden oluyorlar, ya da çok sevdikleri arabalarından ayrılıp evlerine taksiyle dönüyorlar!

İsveç devleti, vatandaşına içki içirmemek için hemen her fırsatı değerlendirip yasalar koymuş! Hem İsveç Parlamentosu’nda, hem de belediyelerdeki yerel politikacılar arasında Yeşilaycılar uzun yıllar yaklaşık üçte bir oranında temsil edildiğine göre bu sonucu da doğal karşılamak gerek her halde!

Tüm Kuzey Ülkeleri’nde olduğu gibi, İsveç’te de içkiden alınan vergiler olağanüstü yüksek! Bir şişe içkiye ödediğiniz paranın çok büyük bölümü vergiye gidiyor! Yüksek vergiler sayesinde, evvelce korkunç boyutlara ulaşmış olan içki tüketimini azaltmayı başardıklarını söylüyor İsveçliler...


Sigara tiryakilerinin işi çok zor İsveç’te!

İsveç’te bir parkta oturuyorsunuz, biri gelir, sigara ister. Sigarayı verirsiniz adam çıkarır bir kron uzatır. Yabancılar, hele ilk zamanlar, yadırgarlar bu davranışı ve sigara karşılığı uzatılan parayı almazlar. İsveç’te, bir arkadaş grubu içinde kimse diğerlerine sigara ikram etmez, herkes kendi paketinden içer. Anlaşılabileceği gibi, içki gibi sigara da hayli pahalıdır bu ülkede!

Pahalı olması bir yana, istatistiklere bakılırsa, İsveç’te her altı kanser vakasından birinin nedeni sigara imiş. Bu nedenle de, sigaraya karşı dev kampanyalar başlatılmış bu ülkede. Pek çok resmi daire, özel şirket ve üniversite, büyüklü, küçüklü “sigara içilmez!” levhalarıyla bir hastane görüntüsüne bürünmüş. Sonuç olarak, İsveç’te, sigara içenlere, hani neredeyse vebalı muamelesi yapılıyor. Her şeyi göze alıp sigara içmekte kararlıysanız ya bina dışına çıkıp açık havada gezinirsiniz, ya da koskoca binada “sigara odası” diye ayrılmış izbe bir yere yollanırsınız. 

Bilgisayar mühendisi olarak çalıştığım dönemde, bir İspanyol mühendis geçici bir süre bizim şirkette çalışmak üzere İsveç’e gelmişti. Adam da bizim memleketteki tiryakileri anımsatıyor her haliyle, fosur fosur içiyor, baca gibi tütüyor! Bu İspanyol’u yasaklarla durduramayacaklarını anlayan İsveçliler ona özel bir oda verdiler, tek, sigarasının dumanıyla milleti zehirlemesin diye! Ülkesine döndükten sonra bile, ne zaman o İspanyol mühendisten söz açılsa, “amma sigara içiyordu ha, arkasından odayı havalandırdık ama aylarca sigara kokusu çıkmadı!” derlerdi.

Sonra, kadınlı erkekli bir İspanyol mühendis grubu daha geldi. İlk geldikleri gün kahve molasında, adam sigara paketini çıkardı, fır dönüp kül tablası arıyor. Ben de, “hiç boşuna aramayın, burada kül tablası bulunmaz!” dedim. “Burası kahve içilen kısım değil mi?” diye sordu şaşkınlıkla. “Evet ama, burada sigara içmek yasak!” dedim. Bir an, İspanyolların gözleri yuvalarından fırlayacak sandım. Şaşkın şaşkın, hayatlarında hiç böyle bir şey duymadıklarını söylediler. Ben, bir Türk olarak İspanyolları çok iyi anlamıştım, ama İsveçliler, grup gittikten sonra, beklendiği üzere, “Yazık! Kanser olabilirler, üstelik de sigara içmek hiç ekonomik değil!” dediler.

Bu tür yorumları dinlerken, çeşit çeşit sigaraları sanki şeker tutarmış gibi misafire ikram etmenin bizde eski bir âdet olduğunu söylesem mi diye aklımdan geçti. Sonra hemen vazgeçtim! Çünkü, İsveçlilerin birbirlerine “Biliyor musun, Türkiye’de misafire tepsi içinde sigara ikram ederlermiş. Paraları mı çoktur nedir, bir de zehirleniyorlar üstüne üstlük!” deyişlerini duyar gibi olmuştum.

İsveç’te sigaranın yasaklanması ile ilgili önlemler yıldan yıla sertleşerek sürüyor. Üniversitede okuduğum ilk yıllarda sigara içenlerin durumu o kadar da kötü değildi; yani sınıflarda değilse bile çay, kahve satılan yerlerde sigara içilebiliyordu. Ders aralarında, başınızı tavana çevirip, bir baca gibi yükselen sigara dumanına doğru yöneldiniz mi hınca hınç kalabalığın arasında bile, yabancı öğrencilerin bulunduğu yeri anında kestirebilirdiniz. Sonra sonra, okulda, binaların içinde sigara yasaklandı, biz de soğuktan titreye titreye dışarıda sigara içer olduk.

Durmadan sigaranın zararlarından bahseden İsveçliler, zaman zaman göçmenlerin ilginç yorumlarıyla karşılaşırlar. Örneğin bizimkiler, “sigara içsek de, içmesek de sonunda hepimizin gideceği yer aynı yer değil mi?” derler. İşte, bu tür yanıtlardan sonradır ki, İsveçliler, yavaş yavaş farklı bir mentaliteyle karşı karşıya olduklarını anlayıp havluyu atarlar!..


İsveç usulü, mülâyim kavga!

Bir keresinde, Stokholm metrosunun merkez istasyonunda alkolik-narkoman karışımı bir grubun kavgasına tanık olmuştum. Olay, bir kavgadan çok, sanki bir “ağır-çekim” gibiydi. Neredeyse iki asırdır savaşmamışlığın rehaveti doğal olarak kavgalarına bile yansıyor İsveçlilerin. Kavgaya katılan beş, altı kişi bekliyorlar, bekliyorlar sonra aralarından biri diğerine hafif bir yumruk atıyor. Kısa bir süre sonra sanki bir gong çalıyor ve kavgacılar köşelerine çekiliyorlar; hafif hafif geziniyorlar, sonra birdenbire akıllarına bir şeyler gelmiş gibi dönüp birbirlerine “ağır-çekim” bir tekme atıyorlar!

Altı yılda gördüğüm ikinci kavga ise bir göçmen grubu ile yabancı düşmanı bir grup arasında oldu. Genellikle dazlak kafalı olan bu grup üyelerinin en büyük özelliği yeşil askeri parka ve İsveç bayrağından yapılmış tişörtler giyip ellerindeki kocaman İsveç bayraklarıyla caddelerde, meydanlarda İsveçlileri “karakafalar”a karşı cihada çağırmaları. Parkalarının yakasız oluşunun kavgalarda kendilerine üstünlük sağlayacağına inanıyor dazlaklar. Böylece, hasımları yakalarına kolay kolay yapışamayacaklarmış!

Stokholm’ün alışveriş merkezlerinin bulunduğu “Kraliçe Caddesi” anlamına gelen Drottninggatan’ın en kalabalık olduğu bir cumartesi gününün öğle saatlerinde, göçmenlerle dazlaklar karşılıklı sloganlar atarak birbirlerine yaklaşmaya başladılar. Ve az sonra kıvılcım çaktı; ancak iki grupta da dövüş bilen insanlar olmasına karşın kavga gerçekten de son derece kısa sürdü! Birkaç yumruk, bir iki karate darbesinden sonra çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu grup sakin sakin olay yerinden ayrılırken, arkalarında yere serilmiş birkaç dazlak bıraktılar. Göçmen grubunda ise pek bir hasar yoktu. Sonuç olarak, 1814’teki Napolyon Savaşı’ndan bu yana savaşmamış olan İsveçlilerin en ırkçı ve saldırgan kesiminin bile kavga kültürü hayli zayıf denebilir.

Kavga kültürü gibi küfür kültürü de pek gelişmemiş İsveçlilerin. Bu insanların en ağır küfürlerinden biri “Allah’ın belası!” olarak çevirebileceğimiz “fy fan!”dır. Bir de “satan!” yani “şeytan!” derler. Çok kızdıklarında da bizdeki “cehennem ol!” anlamına gelen “cehenneme git!” der İsveçliler. Hemen hemen aynı anlama gelen bir diğer küfür de “ormana git!”. İşte İsveçlilerin en galiz küfürleri bunlar!..



Not: Bu yazı, Murat ÖZSOY'un İsveç ve Filmin İkinci Yarısı adlı kitabından yazarının özel izni alınarak yayımlanmıştır.


Murat ÖZSOY'un "İsveç ve Filmin İkinci Yarısı" dizisindeki yazıları: 





 Yazılan Yorumlar...
Engin D
(06  Aralık 2014)
"Kimisi, devleti, mideye benzetir! "Sağlıklı devlet", "sağlıklı mide" gibi varlığını hiç belli etmezmiş insana! "Sağlıksız devlet" ise tıpkı "ülserli mide" gibiymiş! Her an onu düşünür ve sancısını çekermişsiniz!"
Bu yazdıklarınız tamda günümüzün Türkiyesine uyuyor. Her Türkiye vatandaşının bu günlerde midesi ağrıyor sağlıksız devletimiz yüzünden.
Teşekkür ederim Murat Özsoy
Erdin İVGİN
(06  Aralık 2014)
Kaleminize sağlık Murat Bey,
Bu yazınızda da İsveç ile ilgili ayrıntılı bilgiler aldım. Teşekkürler.