İsveç ve Filmin İkinci Yarısı 6- “Sosyal haklar” mı, “toplumsal lüks” mü?


İsveç’in, minik nüfusuna karşın, ulaştığı yüksek yaşam standardı dünyanın dört bir yanında insanları hayrete düşürüyor. Pek çok ülkede insanların para vererek satın aldığı hizmetler, İsveç'te devlet tarafından ya tamamen ücretsiz, ya da sembolik bir ücretle karşılanıyor. Eğitim her düzeyde ücretsiz. Üstelik, öğrencilerin ailelerine yük olmaması için devlet, her öğrenciye elli yaşına kadar geri ödenmek üzere burs veriyor.

Hastane ücretleri ise komik denecek kadar düşük. Öyle ki, ucuz bir pizzacıda öğle yemeği fiyatına, by-pass ameliyatı da olabilir, kanser tedavisi de görebilirsiniz İsveç'te. İster işsiz olsun, ister ömründe tek bir gün bile sigortalı olarak çalışmamış olsun, hastalandığı takdirde devlet, vatandaşının tedavisini kaça mâl olursa olsun üstleniyor.

İsveç'te yeni doğmuş çocukları olan ana-babalara toplam on sekiz ay evlerinde oturup çocuklarına bakmaları için ücretli izin verilir. Anne ya da baba veya her ikisi birden nöbetleşe olarak on sekiz ay süreyle evde oturup çocuklarına bakabilirler. Bu süre zarfında da hiçbir ekonomik kayba uğramazlar. Küçük çocuğu olan aileler için sekiz saatlik işgünü altı saate indirildiği gibi, her çocuk, on sekiz yaşını doldurana dek ailesine “çocuk yardımı” yapılır. 


Çocuk yuvasında Lucia Bayramı kutlamaları...

Her semtte çocuk yuvasının bulunduğu İsveç’te çocukların hemen hemen tamamı hastanelerde, üniversite mezunu ebeler yardımıyla doğarlar.  İsveç’te en az birkaç kez doktora gözükmeden doğum yapan kadın yoktur. Sürekli kullanılması gereken ilaçlar da devletleştirilmiş olan eczanelerde herkes için ücretsizdir!

Evsizlikten, ABD’deki gibi çöplüklerde, İngiltere’deki gibi sokaklarda ya da Fransa’daki gibi metro istasyonlarında yatan insanlara da pek rastlanmaz İsveç’te. Çünkü, yasalara göre devlet, herkese iyi ya da kötü bir ev bulmak, işsizlere de kendilerini ve ailelerini geçindirebilecekleri asgari bir maaş vermek zorundadır!

İsveç’in “sosyal devlet” anlayışına göre, eğer bir yerleşim biriminde halkın azımsanamayacak bir bölümü maddi sorunlarla karşı karşıya kalmışsa, o zaman o bölgede toplumsal bir sorun var demektir; dolayısıyla da bunun sorumluluğu, sadece o bölge halkına değil tüm İsveç toplumuna aittir; ve toplum, o bölgenin sorununu çözmek zorundadır! Uzun vadeli önlemler alınana dek de insanlar kaderlerine terk edilmez, ekonomik sıkıntıya düşmüş ailelere Sosyal Büro’lar tarafından maddi yardım yapılır...

Amansız vergi müfettişleri ordusu!

Hasılı, bu ülkede, kimse açlıktan, soğuktan ya da bakımsızlıktan ölmez! Devlet kimseye, “Paran yoksa iyi tedavi de yok!..” diyemez. Kimi muhafazakâr partilerce, “toplumsal lüks” olarak nitelenen bu hakların da bir faturası var doğal olarak. Sosyal demokratlar seçimler sırasında sık sık, “refah toplumumuzu sağ kanat partilerinin saldırılarından koruyalım!” diyorlardı. Çünkü, sosyal güvenlik sisteminin pahalılığından sürekli şikâyet eden sağ kanat partileri, İsveç’in bütçe açığını kapatmanın ancak sosyal haklardan kısıntılarla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. İsveç sağının "toplumsal lüks" olarak nitelediği sosyal haklar, her ay maaşlardan kesilen yüksek vergilerle sağlanıyor. Kısacası, “vergi”, “vergi denetimi” ve “amansız vergi müfettişleri ordusu”, İsveç refah toplumunun anahtar sözcükleridir!

Sağ partiler, sürekli olarak “dünyanın en yüksek vergileri”nin baş döndürdüğünden şikâyet edip inişe geçilmesini talep eder. Vergi Ödeyenler Derneği de metrolara ilanlar verip vergilerle ilgili tartışmaları iyice bir kızıştırır! İlanlardaki slogan da şöyle: “Sen fazla mesai yapıyorsun, politikacılar senin kazancının üçte ikisini elinden alıyorlar!”.

Yurtdışına gidip, şu yüksek vergilerden bir, iki hafta için de olsa uzaklaşayım diyenler bile bunu kolay kolay başaramıyorlar çünkü, bu kez de onları “çarter vergisi” bekliyor!

Vergilerin yüksekliğinden genellikle siyasi yelpazenin sağındaki partiler ve “büyük balıklar” yakınıyor! Halkın çoğunluğu ise “şimdi yüksek vergi ödüyorum ama hastalandığımda, yaşlandığımda, işsiz kaldığımda devlet bana bakar, çocuğum olduğunda hem çocuk yardımı, hem de ev kirası yardımı alırım; çocuklarım parasız okullara gider, çocuk yuvalarından yararlanır!”  biçiminde bakıyor vergilendirme sistemine.

San Fransisco Chronicle’da İsveç’le ilgili bir değerlendirmede şöyle deniyor: “Eğer bir şey şişmanlatıcıysa, eğlenceliyse, ya da kazançlıysa, emin olun, İsveç ona karşı bir yasa çıkarmıştır!..”.

İsveç hükümetleri yasaları çıkarmış çıkarmasına ama, ne derler, “zengin arabasını dağdan aşırır, fakir de düz yolda şaşırır!” misali İsveç’in en zenginleri de arabalarını dağdan aşırmayı başarmış ve İsveç’in yüksek vergilerinden kurtulmanın yolunu bulmuşlar. Bir dönem 100 milyon krondan fazla serveti olan 163 İsveçliden 20’si az vergi ödemek için yurtdışında yaşamayı tercih ediyordu!

İsveç Modeli’ne göre hükümetin amacı, üretimi ve tüketimi planlamak değil, sadece piyasa ekonomisinin işleyiş kurallarını düzenlemek! Bu sistemin savunucularına göre, “İsveç Modeli, sınıflar arasında işbirliğine, işçi ve işveren temsilcileri arasında varılan tarihi bir anlaşmaya dayanır. Eşitlikçi bir toplum, zenginlerin de yararınadır. Keskin çelişkilerin ve büyük sınıf farklarının olmadığı bir toplum daha güvenlidir. Çalışanların hayat standardının yükseldiği bir toplumda tüketim artar. Bu da sanayi ve üretim için iyi bir şeydir...”.

Buna karşın, son yıllarda İsveç’in, zenginler için tam bir altın madeni haline gelivermesi, eşitlikçiliği dilinden düşürmeyen bu toplum için hayli düşündürücü olmaya başladı!..


Refah toplumunda güçlü kamu sektörü

İsveç öz itibariyle piyasa ekonomisinin geçerli olduğu bir ülke. İsveç ekonomisinin “12 aile”nin denetiminde olduğu yaygın bir kanıdır. Kapitalist ekonominin olumsuzluklarını gidermek, tam istihdam ve âdil gelir bölüşümü sağlamak üzere “refah devleti” ekonomiye bir dizi müdahalede bulunur. Güçlü bir kamu sektörü ve yüksek vergilerle oluşan inanılması güç bir sosyal güvenlik ağı vardır bu ülkede.

İsveç sanayi, hem dışsatımda hem de dışalımda inanılmaz ölçüde dışa bağımlı. İsveç dış ticaretinin önemli bölümü AB ülkeleri ile gerçekleşiyor. İsveç, yüksek teknolojisi sayesinde “ürettiği malların çok önemli bir bölümünü zengin ülkelere satabilen” ender ülkelerden biri.

Demiryolları, haberleşme, demir madenleri, akarsular, elektrik üretimi, ormanlar ve bankalar alanında, kamu kesimi hatırı sayılır bir ağırlığa sahip. 1971’de yapılan devletleştirme sonucu İsveç’in tüm eczaneleri de devletin kontrolüne girdi. İsveç toplumunda ciddi bir ağırlığa sahip olan kooperatifler de, büyük girişimlerin tekelleşerek fazla kazanç sağlamasını engelleyen bir denge unsuru olmaya çalışıyor.

İsveç’te, GSMH’nın yarıdan fazlası kamu harcamalarına gidiyor. Her üç İsveçliden biri kamu kesiminde çalışıyor. İşin ilginci, muhalefette iken, sürekli kamu sektörünün büyüklüğünden şikâyet eden Sağ Blok iktidara geldiğinde, kamu harcamalarının GSMH içindeki payı, bir dönem yüzde 50’lerden yüzde 75’lere fırladı ve korkunç bir bütçe açığı ortaya çıktı! 

Sonuç olarak, her ne kadar, Sağ Blok muhalefetteyken sürekli kamu harcamalarının yüksekliğinden şikâyet etmişse de, iktidara gelince, yarım asırdan beri ülkeyi yönetmiş olan sosyal demokratların geleneklerini kolay kolay değiştiremedi ve kamu harcamaları azalacak yerde daha da arttı!..

İsveç ekonomisinin zirvede olduğu 60’lı yıllarda, dünyanın dört bir yanından gelen sosyologlar bu refah devletini “geleceğin sistemi!” olarak nitelemişlerdi. Ancak, 70’li yıllarla birlikte, petrol krizi, klasik İsveç sanayi kollarındaki sorunlar, biriken borçlar derken İsveç ekonomisi hafif bir inişe geçti. Ekonomide sorunlar yaşandıkça, refah devletinde çatlaklar belirdi, sağlık hizmetlerinde sorunlar yaşandı, bazı ameliyat tipleri içinse uzun kuyruklar oluştu! Katarakt ameliyatı için birkaç yıl, kalça ameliyatı içinse iki yıla kadar uzayan sürelerde beklemenin kaçınılmaz olduğu dönemler yaşamıştır İsveç!

Refah toplumunun en önemli özelliği, gecekonduların, işsizliğin, açların, çöplüklerde yatanların olmaması ve insanlarda gelecek endişesinin bulunmaması. İşsizlik, üzerinde özellikle  durulması gereken bir konu, çünkü, Avrupa’nın bütününe bakıldığında, yabancı düşmanı ırkçı partilerle yeni-Nazi örgütlerin kitle tabanını, büyük ölçüde işsizler oluşturuyor! Bu anlamda, işsizlik özellikle İsveç toplumunun üzerinde en hassas durduğu sorunlardan biri, çünkü İsveç sonuç olarak bir “göçmen ülkesi”.

İsveç, göçmenlerin kendi dilinde eğitim yapabilmesini devlet politikası haline getirmiş sayılı ülkelerden biri. Türkiye’den Batı ülkelerine göçü konu alan en fazla bilimsel araştırma ve yayının Almanya ve Hollanda’dan sonra İsveç’te yapılmış olması da göç ve göçmenler konusunun İsveç’te kazandığı ağırlığın bir göstergesi. İsveç göçmen politikasının temel direklerinden biri olan, “göçmenlerle İsveçlilerin eşitliği” ilkesi İsveç sendikalarınca da hararetle savunuluyor...


“İşimi kaybedersem, aileme kim bakar?”

Refah toplumunda, yüksek vergilerle sağlanan, “mümkün olabildiğince âdil bir ücret ve gelir dağılımı” gerçekleştirilmiş. Kent-köy ayrımının gitgide ortadan kalktığı İsveç’te, köylüler oldukça yüksek bir konfor düzeyine sahip. İsveç’te, bir dönem yiyecek fiyatlarının baş döndürmesinde en önemli faktör olan köylülere verilen yüksek sübvansiyona karşın, kendilerine yeterli ilginin gösterilmediğinden şikâyet eden İsveç köylüleri, zaman zaman merkezi örgütleri aracılığıyla propaganda kampanyası başlatırlar. Köylülerin dev afişlerde kullandıkları sloganlar da hayli ilginç doğrusu: “Dünyanın en eski mesleğinden bir sonraki köylülüktür!” ya da “Köylüler yumuşaktır, arabalar sert!”.

İsveç’te sosyal haklar, toplumun çevresinde oldukça güçlü bir güvenlik ağı oluşturuyor. Dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca insan, “iş bulamazsam, ya da işimi kaybedersem çoluğum, çocuğum  aç kalır mı?, Hastalanırsam aileme kim bakar?, Çocuklarımı okutmaya gücüm yetecek mi acaba?” gibi binlerce yaşamsal sorunla gece gündüz cebelleşirken İsveçli için bunlar hiç mi hiç sorun değildir! 

En kötü olasılıkla, kısa bir süre işsiz kalsa bile, işsizlik sigortasından maaşının önemli bölümünü alır. Hamile bir bayan, eğer bebeğe zarar verebilecek bir işte çalışıyor ve aynı işyerinde tehlikesiz bir bölüme yerleştirilemiyorsa işe gidemediği süre boyunca “gebelik parası” alabilir. Toplum, hastalara ve yaşlılara bakmakla yükümlü olduğundan, örneğin, yatalak çocuğunun bakımını üstlenmiş olan anne, sanki tam gün bir işte çalışıyormuşçasına devletten maaşını alır.

Yasalara göre altı yaşındaki her çocuk “oyun okulları”na hiçbir ücret ödemeksizin gitme hakkına sahiptir İsveç’te. 7-12 yaş arası çocukların yaklaşık yarısı okuldan önce ve sonra yuvaya, diğer yarısı da belediyelerin anlaşma yaptığı bakıcıların evlerine  gidiyor. Çocukların hakları da yasalarla güvence altına alınmış. İsveç’in, “yeni çocuk sahibi olmuş babalara ücretli evde kalma izni” veren yasaları, ya da “çocuk dövme yasağı” gibi uygulamaları, pek çok gelişmiş Avrupa ülkesinin insanlarını bile hayretten hayrete düşürebiliyor!..


Taşınma yardımı!

İsveç’te öyle ilginç sosyal yardımlar vardır ki bu tür sosyal hakların olmadığı ülkelerden gelenler için bütün bunlar, gerçekten son derece şaşırtıcıdır! Örneğin, İş ve İşçi Bulma Kurumu’na işsiz olduğunuz gerekçesiyle başvurdunuz. Bu başvurudan kısa bir süre sonra “işsizlik parası” almaya başlarsınız.

Oturduğunuz bölgede iş bulamadınız ve iş aramak üzere başka bir kente gitmeye karar verdiniz. Bu durumda “yolculuk harcamaları”nıza ek olarak,  İş ve İşçi Bulma Kurumu, size, bir de “günlük ödenek” verir. Eğer yirmi yaşından küçükseniz, sizinle birlikte gelen “anne, ya da babanızdan birinin de yol masrafları” ödenir aynı kurum tarafından! Diyelim ki, çocuklarınız var ve onları bırakacak kimse bulamadınız, o zaman “çocukların da yol masrafları” ödenir. 

Her şey yolunda gider de iş bulursanız “eşyalarınızın, sizin ve ailenizin, iş bulduğunuz kente taşınma masraflarını” da öder bu kurum! Devletin sorumluluğu bu kadarla da kalmaz. Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığı’nın bürokratları, her halde, “yeni bir kente yerleşmek yeni masraflar demektir!” diye düşünmüş olsalar gerek ki,  kurum hemen size yüklü bir miktar öder. Evliyseniz bu rakam birkaç katına kadar çıkar. Yirmi yaşından küçükseniz ailenizi ziyaret etmek için en fazla altı ay süreyle olmak üzere “ayda iki kere seyahat ödeneği” de alabilirsiniz! Sadece siz değil, anne babanız da sizi ziyaret etmek üzere bu ödenekten yararlanabilir.

Diyelim ki, tüm ödeneklerinizi almanın huzuru içinde, işinize gidip geliyorsunuz! İşe başladığınız tarihten itibaren henüz bir yıl geçmemiş ve “ödenekleri almanın huzuru”, yerini “yeni kentten pişmanlığa” bırakıvermiş! Telaşlanmayın! “Demokrasilerde çare tükenmez!” diye mırıldana mırıldana, İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun yolunu tutun! Geldiğiniz kente dönmek istediğinizi söylemeniz, bu kurumda çalışan görevlinin, çektiğiniz tüm zahmet ve çilelere karşılık, sizin gerisin geriye taşınma masraflarınıza ait bir çeki evinize yollayıvermesine yeter de artar bile!..

Devletin verdiği bu “karşılıksız” yardımlardan yararlanmak için, illa da işsiz olmak da gerekmiyor! Kimi durumlarda, kendi oturdukları kentte işi olduğu halde başka bir kentte iş arayanlar da bu ödeneklerden yararlanıyorlar! İsveç’e “sosyal devlet” denmesinin ve de vergilerin bu derece yüksek olmasının onlarca nedeninden birisi de işte bu tür karşılıksız yardımlar!..


“Atılma tehlikesi yoksa neden çalışsın ki?”

İsveç’te, çok özel durumlar olmadıkça, işveren, işçisini, memurunu işten atamaz. Yani ABD’de “You are hired, you are fired!” ya da “maaşına zam, işine son!” formülünde ifadesini bulan, çalışanın kaderinin, işverenin iki dudağı arasında olması söz konusu değildir İsveç’te. Amerikalılar da bir türlü anlayamıyor bu uygulamayı ve sık sık soruyorlar “işinden atılma tehlikesi içinde olmayan bir insan neden düzgün çalışsın ki?” diye. İsveçliler de, kendini güven içinde hisseden insanların “acaba yanlış bir karar alırsam işimden olur muyum?” gibi kaygıları olmadığı için daha cesur davranabildiğini, dolayısıyla da daha verimli olduğunu söylüyorlar. 

İsveç’te çalışanların 1978’den bu yana “beş haftalık tatil” hakları var. Kimisi, “yılda en fazla bir hafta” olmak üzere tatilini biriktirir, beş yıl sonra da örneğin, on haftalık bir dünya seyahatine çıkar.

Sosyal güvenlik anlayışının İsveç’teki tarihsel gelişimine bakmak için Vikingler dönemine kadar uzanmak gerekiyor. İlk Hıristiyan misyonerler 800’lü yıllarda geliyor İsveç’e. 1000’li yıllarda da ülke Hıristiyanlığı kabul ediyor. O dönemlerde, rahip ve rahibeler, manastırlarda hastalara, yaşlılara bakıyorlar. 1500’lü yıllarda Kuzey Avrupa’daki diğer ülkeler gibi İsveç de Katolik Kilisesi’nden ayrılıp Protestanlığı kabul edince, Katolik Kilisesi’nin mallarına el konuyor, manastırlar kapatılıyor. Böylece devlet, hasta ve yoksulların bakımını kiliseden devralmış oluyor!..


Yaş 35, yolun yarısı bile değil!

Refah toplumunun insanları, inanılmayacak kadar uzun ömürlü; erkekler ortalama 74, kadınlar ise 80 yıl yaşıyor. Bu nedenle de İsveç’te emeklilik, hizmet süresine göre değil, yaş sınırına göre belirleniyor ve bu ülkede ancak 65 yaşında emekli olunabiliyor! Emekli maaşı da, “emeklinin en yüksek gelir sağladığı on beş yılın ortalamasının üçte ikisi” civarında oluyor. 

İsveçliler, “uzun yaşama” konusunda dünya şampiyonluğunu, burun farkıyla İzlanda ve Japonya’ya kaptırmış durumda! Japon ve İzlanda  erkekleri İsveçli erkeklerden, İzlandalı kadınlar da İsveçli hemcinslerinden fazla yaşıyormuş. İsveç kurumları nasıl oluyor da, “ha gayret, biraz daha sağlığınıza dikkat edin de geçiverelim şu İzlanda’yla Japonya’yı!” şeklinde bir kampanyayı hâlâ başlatmıyor şaşmamak elde değil doğrusu!

İsveç’in 65 yaşını geçkin emeklileri, nüfusun “beşte birini” oluşturuyor! İsveç nüfusunun “beşte ikisi” ise 45 yaşın üzerinde! Bunda hem doğumların az oluşunun, hem de son derece gelişkin sağlık sisteminin rolü var. Nüfus, bir de göç olmasa neredeyse hiç artmayacak bu ülkede!..


Bu dilenci başka dilenci!

Her ne kadar, bu kuzey ülkesinin sokaklarında avuç açıp dilenenler pek görülmese de cuma, cumartesi akşamları, ya da yazın, Sergel Meydanı’ndaki metro çıkışında durup, gelip geçenden bir kron isteyen on dört, on beş yaşlarında kızlara rastlamak gayetle mümkündür! Birkaçına sordum bu paralarla ne yapacaklarını; yirmi yaşından büyük birine tekel satış mağazası System’den içki aldıracaklarmış!

Bir de, akşamları, kapanma saatinde Hötorget’teki pazarcıların attıkları sebzeleri toplayan yaşlı insanlar, ya da alkolikler dikkat çeker. Ellerinde koca koca torbalar, sırtlarında çantalarla gezen kimileri de gazoz ve biraların madeni kutularını toplayıp System’deki makineye atar, üç, beş kuruş kazanırlar. Bunu yapanlar ya küçük çocuklardır, ya da kendine iş yaratmak isteyen yaşlı emekliler. 

Kimi ülkelerde kentlerin yarıdan fazlasını kaplayan gecekonduların benzerlerine Avrupa ve Amerika’da bile rastlanırken İsveç’te bu olgu yok. Her ne kadar, İsveç’te hemen herkesin evinde banyo, duş ve kalorifer varsa da, sıkış tepiş evlerde yaşayanların sayısı da yarım milyonu bulmuş!

Gerçi, hemen her şeyde olduğu gibi İsveç’in “sıkış tepiş” kavramı da hayli farklı doğrusu! “Yatak odası başına iki kişiden fazla” düştü mü İsveç standartlarına göre, o ev, “sıkış tepiş” kategorisine giriyor. Yani, bir salon, bir de yatak odaları olan üç kişilik bir aile, “sıkış tepiş yaşıyor!” olarak değerlendiriliyor. Bir de “müthiş sıkışık” yaşayanlar var ki, bir oda ve mutfaktan oluşan bu tür evlerde altı veya daha fazla insan yaşıyor. Ancak, bu vahim durumda yaşayan ailelerin sayısı son derece sınırlı! Bir de bunun tersi var tabii. İsveç’te “en az beş odalı evlerde, tek başlarına oturan ayrıcalıklılar”ın sayısı bir zamanlar elli bini bulmuştu.

İsveç’te bir dönem, TV’si olduğu halde vergisini ödemeyenlerin oranı oldukça yüksekti. TV’sini bildirmeyenleri korkutmak için evin dışından elektronik araçlarla denetimler yapılıyordu zaman zaman! Kontrol gelmeden önce de TV’de diyorlardı ki “Bu hafta şu bölgelerde kontrol yapacağız, vakit varken kendiliğinizden verginizi yatırın ve ceza yemeyin!”. Bu tür uyarıların sık sık yayımlanmasına bakılırsa TV vergisini ödemeyenlerin sayısı hayli kabarıktı. TV vergilerinin ödenmesini sağlamak için “tehdit” yanı sıra, “teşvik” de kullanılıyordu. TV’si olduğunu bildirenlere bir müzik kaseti hediye ediliyordu bir dönem!

Bir telefon alabilmek için yıllarca kuyrukta beklemenin normal karşılandığı ülkelerden kalkıp İsveç’e gelenlerin en çok şaşırdığı şeylerden biri de, başvuruda bulunduktan çok kısa bir süre sonra bir ya da birkaç telefona kavuşabilmek olsa gerek. Bu telefon cennetinde “her on kişiden dokuzuna bir telefon” düşüyor çünkü. Ne ilginçtir, üç kişilik bir ailenin oturduğu evde iki ya da üç telefonun bulunması doğal karşılanıyor insanların pek de öyle konuşkan sayılamayacağı bu ülkede! Bu rakamlarla ABD’yi bile geride bırakan suskun insanlar diyarı, kişi başına düşen telefon sayısında, bir dönem dünya rekorunu elinde bulunduruyordu!.. 


Ruh, vücut ve otomobil!

 “İsveçli, ruh, vücut ve otomobilden oluşur!” derler. Bunda biraz haklılık payı olsa gerek ki, “her on kişiden dördüne bir otomobil” düşüyor İsveç’te! Volvo ya da Saab’ı olmayıp da örneğin, Wolkswagen gibi küçük bir arabaya sahip olanlar da, “umut, fakirin ekmeği!” deyip arabalarının arkasına “büyüyünce Mercedes olacağım!” diye yazdırıyorlar. Halkın yaklaşık yarısının otomobil ehliyetine sahip olduğu İsveç’te, insanlar, sürekli, arabalarını değiştirip, daha yeni bir model alma yarışında!

İsveçliler, yaptıkları binaların, ürettikleri otomobillerin uzun yıllar dayanmasıyla övünürler. Volvo ve Saab, İsveç’in iki büyük otomobil fabrikası. Saab, askeri uçak fabrikası olarak kurulmuş. Adından da açıkça belli zaten bu: SAAB yani Svenska Aeroplan AB (İsveç Uçak AŞ). 2.Dünya Savaşı’ndan sonra uçak yerine araba üretmeye başlayan Saab geçmişiyle bağlarını kolay atamamış olacak ki ürettiği ilk model, otomobilden çok uçağa benziyormuş. Hâlâ da Saablar aerodinamik özelliklerini büyük ölçüde korurlar!

İsveçlinin neredeyse ulusal karakteridir hiçbir şeyi şansa bırakmamak! Bu nedenle, otomobillerde “emniyet kemeri” uygulamasını ilk İsveçlilerin başlattığını öğrenmek hiç de şaşırtıcı gelmiyor insana! Üstelik on beş yaşını doldurmuş herkesin, arka koltukta da emniyet kemeri kullanması uzun yıllardan beri zorunlu İsveç’te.

İsveç’e ilk geldiğimiz günlerden birinde, güpegündüz farları yanan bir otomobil görünce “Her halde unutmuş olmalı!” dedim kendi kendime. Ardından bir tane daha, bir tane daha derken, baktık ki bütün arabaların farları güneş tepede olmasına karşın yanıyor. Hadi akşamcının biri, mahmurluğu üzerinden atamayıp farları yakmıştır diyelim ama bir değil, beş değil istisnasız her aracın farları yanıyor! Sonradan öğreniyoruz ki, gündüz de araç farlarının yakılması zorunluymuş İsveç’te!

Taşıt farlarının gece, gündüz açık bırakılması!” kuralının yürürlüğe girdiğinden beri İsveç’te, burun buruna çarpışmalar azımsanmayacak oranda azalmış. Alaca karanlığın ve gün ağarmasının uzun sürdüğü Kuzey Ülkeleri’nde iyi sonuç veren bu önlem sayesinde sağlık bütçesinden milyonlarca dolar tasarruf yapıldığı gibi, her yıl yaklaşık iki yüz insanın yaşamı da kurtuluyormuş!

İsveç’te kontağı çevirdiniz mi farlar otomatik olarak yanar ve istediğiniz kadar çırpının söndüremezsiniz farları! Bu durum İsveç’te kazaları azaltıyor gerçi ama, yurtdışında da sorun yaratabiliyor zaman zaman!.. Bir arkadaşın arabasıyla İsveç’ten Türkiye’ye geliyoruz. Hemen her geçtiğimiz ülkede güpegündüz yanan farlara takıldı trafik polisleri! Bizi ikide bir çevirip, el kol işaretleriyle farları söndürmemizi söylediler. Gel de ortak lisanımız olmayan polislere “İsveç yasalarını, alaca karanlığı ve otomatik farları” anlat anlatabilirsen!..


Otomobil fabrikasında “sırt okulu”!

Volvo’nun Kalmar’daki otomobil fabrikasında ilginç yöntemler deniyor İsveçliler. Dev robotlar otomobili tuttuğu gibi ters çeviriyor, montajı yapacak işçinin önüne getiriveriyor, işçi de arabaların altlarında sürünmekten ve bundan doğabilecek sakatlıklardan bir ölçüde kurtulmuş oluyor! ABD’deki oto fabrikalarının bile kopya etmeğe çalıştığı bu fabrika modelinin bir diğer özelliği, “işçilere danışılarak” kurulmuş olması. Sonuçta, Taylor’un klasik “yürüyen bant” modeli, yerini “küçük bir grup işçinin bir arabanın tamamını üretmesi” modeline bırakmış. Evvelce, bütün işi, banttan gelen arabanın belli bir vidasını sıkmak olan işçi, bu fabrika modeliyle birlikte, otomobilin tümünün işleyişini görebiliyor ve üretimin tümüne hâkim olabiliyor.

Volvo deyince insanın aklına hemen “sırt okulu” geliyor. Dünyanın en önde gelen sırt ağrısı uzmanı bir İsveçli profesör ve bu uzmanın bütün araştırmalarını da Volvo şirketi finanse ediyor. Bu profesör, sırta en uygun koltuk tipini yaratıyor, Volvo da bunun reklamını yapıp daha fazla araba satabiliyor. Sırt ağrısı uzmanı, sırt ağrısından yakınanlar için de bir okul açmış. Sırtı ağrıyan Volvo işçisi haftada üç, dört kez “sırt okulu”na gidip tedavi oluyor ve bu yöntemle de normalden bir hafta erken sağlığına kavuşup çabucak işbaşı yapabiliyormuş!..


Gözleri görmeyen Sosyal İşler Bakanı!

Eğer İsveç’te, engelliler için ayrılmış özel park yerlerine, engelli olmadığınız halde park ederseniz en ağır trafik cezalarından birini yemeniz içten bile değildir! İsveç’te engelliler için, park yerleri yanı sıra, özel tuvaletler de var! Gerçi bunlar, Paris’teki gibi parayı atıp, kapıyı açınca içinde müzik çalan tuvaletler kadar lüks değil ama, engelliler için özel yapılmış ve içine, tuvaletteyken zor durumda kalırlarsa, örneğin, dengelerini kaybedip düşerlerse yardım isteyebilmeleri için basabilecekleri alarm düğmeleri bile konmuş.


Trafik lambaları, gözleri görmeyenler için, kırmızı ve yeşil ışığı ifade etmek üzere, iki ayrı ses veriyor!

Gözleri görmeyenler için de özel trafik lambaları, daha doğrusu “trafik sesleri” var İsveç’te. Yayalara ayrılmış olan trafik lambaları, gözleri görmeyenler için kırmızı ve yeşil ışığı ifade etmek üzere iki ayrı ses veriyor.  Ayakları tutmayan engellilerin, kendi kendilerine çoraplarını giyebilmeleri için bile çok basit ama son derece pratik aletler üretiliyor İsveç’te!..

Engellilerle ilgili alınan tüm önlemler, bu insanların, “kimseye muhtaç olmaksızın mümkün olabildiğince kendi kendilerine yetebilmelerini” sağlamaya yönelik. Bu politikada da ne denli başarılı olunduğu, bir dönem Sosyal İşler Bakanı olarak görev yapan kişinin, gözleri hiç görmemesine karşın, görevini başarıyla yerine getirmesinden de rahatlıkla anlaşılıyor.

İşitme engelliler için TV’de bazı prog¬ramlara alt yazı konuyor. Hatta filmlerde, örneğin, telefonun çaldığını duyamayan işitme engelliler için ekranda “telefon çalıyor!” yazısı beliriyor.  Ya da filmde, yan odadaki bebek ağlıyorsa ekranın bir köşesine “bebek ağlıyor!” diye bir yazı yerleştiriliyor! Kimi altyazısız televizyon filmlerinde ise, bir spiker, filmin görüntüsünü bozmayacak biçimde ekranın bir köşesine geliyor ve işaretlerle konuyu, duyma ve işitme engellilere aktarıyor.

Böylece, engelli vatandaşlar da toplumun olanaklarından eşit biçimde yararlanmış oluyorlar. Kimi gösteri ve siyasi toplantılarda, kürsüdeki konuşmacının yanında işaretlerle çeviri yapan birisi muhakkak bulunuyor!..


İsveç Milli Marşı’nı değiştirmek isteyen Yunanlı!

İsveçlilerin büyük çoğunluğunun, sözlerini tam olarak bilmediği İsveç Milli Marşı’nın çalındığı yerler, uluslararası spor karşılaşmaları ile kralın bulunduğu bazı resmi törenlerle sınırlı! Her yıl ABD’ye lise ya da üniversite eğitimi görmeye giden beş bin İsveçli genç, en alışamadıkları şeylerden biri olarak Amerikan okullarında her sabah yapılan bayrak törenlerini gösteriyorlar. Öte yandan, her gün televizyonda milli marşları çalınmasa, ya da her sabah okulda bayrak töreni düzenlenmese de İsveçlinin vatanını sevmediğini, İsveçli olmaktan da gurur duymadığını söylemek hayli zor doğrusu!

Bir zamanlar, İsveç Milli Marşı’yla ilgili enteresan bir tartışma yaşanmıştı! Sol Parti’nin Yunan kökenli milletvekili TV’de yaptığı bir konuşmada imparatorluk günlerinden kalma İsveç Milli Marşı’nın şoven içeriğinin değiştirilmesini isteyince kızılca kıyamet koptu! 



“Bütün İsveç gazeteleri, sözbirliği etmişçesine, ‘Yunanlı, İsveç Milli Marşı’nı değiştirmek istedi!’ diye başlık attı. Ardından da, tehdit mektupları yağmaya başladı!”

Milletvekili Chrisopoulos bize bu olayı anlatırken aradan uzunca bir süre geçmiş olmasına karşın sesindeki burukluk hâlâ sezilebiliyordu:

“Bildiğiniz gibi İsveç, eskiden çok güçlü bir devletti. Sık, sık komşularıyla savaşa girer, İsveç köylüleri de o ülkelere gidip katliamlar yaparlardı. İşte İsveç Milli Marşı’nda, bu geçmişin, ırkçı ve milliyetçi biçimde yüceltilmesi söz konusudur. Ben, bu şovenist marşın yerine, barışı ve uluslararası dayanışmayı ön plana çıkaran yeni bir milli marş konmasını savunan bir önerge sundum parlamentoya.

Bunun üzerine, bütün İsveç gazeteleri, sözbirliği etmişçesine, “Yunanlı, İsveç Milli Marşı’nı değiştirmek istedi!” diye başlık attı. Ardından da, tehdit mektupları yağmaya başladı! İşin ilginci, bu olayda, kimi İsveçliler beni desteklerken, bazı göçmenler de, “sen, İsveçlilerin milli marşına ne karışıyorsun ki?” dediler. Oysa, İsveç Parlamentosu’nda görev yaparken ben, artık Yunanlı değil, diğer bütün milletvekilleri gibi İsveçliyim. Sonuç olarak şunu anladım ki, İsveç vatandaşlığına geçmiş dahi olsam, iş, milli marşın değiştirilmesine gelince göçmen olduğum hemen hatırlatılıyor bana!”...


“Hüznün Kuzeyli ustası”, yönetmen Bergman

İsveç’in kültürel alanda en ilgi çeken yönü sinemasıdır. Öyle ki, kimi film eleştirmenlerine göre, İsveçli yönetmen Ingmar Bergman, “film sanatını icat etmiştir!”. Ünlü oyuncu ve yönetmen Woody Allen’a göre ise, Ingmar Bergman, “film kamerasının icadından bu yana, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük rejisörüdür!”. Bütün bunlarda bir gerçeklik payı olsa gerek, çünkü pek çok Amerikalının Holywood filmleri dışında gördükleri ilk yabancı film, Bergman’ın 1956’da çevirdiği “Yedinci Mühür” adlı yapıtıymış!

Kırk yıla kırk film sığdırmış olan bu ünlü yönetmen, 1982’de “Fanny and Alexander”ın çekimleri sırasında kendini o denli mutlu hissetmiş ki, bir daha aynı duyguları yaşaması mümkün olamayacağı için film yönetmenliğini noktalamış! Ardında unutulmaz yapıtlar bırakan Bergman’ın kendi çocukluğunu konu alan son filmi “Fanny and Alexander”, dört Oscar yanı sıra, “İsveç’in gelmiş geçmiş en pahalı yapımı” unvanını da kazanmış!

Bergman’ın ustalığını, “insanların iç yapısını ve İskandinavların ruh halini” ekranlara taşıyabilmesinde görenler var. “Sıkıntının ve hüznün Kuzeyli ustası!” diye de anılıyor kasvetli filmlerin bu ünlü yönetmeni! Birlikte çalıştığı oyunculara göre, kahkaha ve espri dolu bir insan olan Bergman, filmlerine bu yönünü hiç yansıtmamış! Tersine, hep sıkıntılı ve kasvetli filmler çekmiş!

Film öğrencileri okullarda onun sembolizmini okurlar. Oysa, Bergman’a göre, semboller yoktur, her şey gerçektir. Her şey, “anılardır, ışıktır, sesler ve hareketlerdir”.  Çok küçük yaşlardan beri ışığı tanıdığını söylüyor Bergman; gün ışığını, gecenin ışığını, lambaların ışığını… Kaynağı ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin, ışık hep ilgisini çekmiş. Bu nedenle olsa gerek, Bergman’ın filmlerinde “yaz” son derece önemli bir yer tutuyor. Aslında, İsveç’in o uzun kışlarını düşündükçe Bergman’daki bu, “yaz ve güneş tutkusu”na hak vermemek elde değil doğrusu! Yaz mevsimini hem özgürlük hem de bir melankoli olarak görüyor Bergman.



Çocukluğundan beri film yapan İsveçli yönetmen, küçükken, kardeşine Noel’de armağan edilen bir projektöre karşılık tüm oyuncak askerlerini vermiş. Böylece, Bergman’ın bir ömür boyu sürecek film tutkusu başlamış. Bergman, filmlerinde büyük ölçüde kendi yaşamının geçtiği çevreleri anlattığını ve hatta bazı sahnelerin çocukluk anılarının aynısı olduğunu söylüyor.

Babası son derece otoriter bir papaz olan Bergman, cinselliğin tabu olarak gösterildiği “Viktoryan terbiye” ile büyümüş olmasına karşın özellikle kadın oyuncularla çalışmaya, onları dinlemeye bayılıyormuş. “Çünkü” diyor ünlü yönetmen, “kadınlar hiçbir şey saklamaksızın, gerçek duygularını göstermekten çekinmiyorlar!”. Bu nedenle de onun film senaryolarının büyük bölümü kadınlar için yazılmış. Kadınlara karşı da hiç mi hiç ilgisiz kalmamış Bergman! Birçok kadından çocukları olan Bergman, kadınlara ve sinemaya gösterdiği ilgiyi çocuklarından esirgemiş nedense!

İsveç’le ilgili hayli tatsız anıları da var ünlü yönetmenin! Bir gün, “Kraliyet Drama Tiyatrosu” Dramaten’deki provası sırasında mali polis kendisini alıp götürüyor. Dünyaca ünlü yönetmen, sahte vergi beyanında bulunmakla suçlanıyor. Sonradan, suçlamanın asılsızlığı ortaya çıkıyor, ancak hayatı boyunca parayla hiç ama hiç ilgilenmemiş olan Bergman’a tüm bunlar o derece ağır geliyor ki, İsveç’i terk edip Almanya’ya yerleşiyor ve yıllarca Münih’te yönetmenlik yapıyor! 

Bergman bir ara anılarını da yazdı. Anılarında, başarılarından bahsetmek yerine sürekli olarak tatsız yönlerini vurguladı! Öyle ki, kitabı okuyanlar, Bergman’ın en olumlu yönünün, “kişiliğini, hiçbir şey gizlemeksizin apaçık ortaya dökmekten çekinmemesi” olduğunu düşündüler...


Göğüs kraliçeleri ve 217 saniyelik öpüşme rekoru!

Holywood’da dünya çapında üne kavuşan İsveçliler, sadece yönetmen Bergman ile sınırlı değil, çünkü İsveç’in Volvo ve Saab yanı sıra, bir diğer önemli ihraç ürünü de film oyuncularıdır. Beyazperdede Greta Garbo, Zarah Leander ve Ingrid Bergman’la temsil edilen İsveç klasik güzelliği Anita Ekberg’den sonra Ann-Margret ve Britt Ekland ile de sürdü.  Anita Ekberg 60’lı, Britt Ekland da 70’li yılların “göğüs kraliçeleri!” olarak şöhret oldular. Ingrid Bergman ise 1946’da Cary Grant’la çevirdiği “Rebeka” adlı filmde 217 saniye ile “beyaz perdenin en ünlü ve en uzun öpüşmesi!” rekorunun sahibi.

Sarı saçları, çıkık elmacık kemikleri, uzun kolları ve bacakları, ince bilekleri, kocaman gözleri, uzun, ince vücutlarıyla İsveçli kadınlar, sinema dünyası yanı sıra, modacıların da hayli ilgisini çekiyor. Ancak, ansiklopedilere geçecek kadar uluslararası şöhrete sahip İsveçli iki kadından sadece biri, şöhretini güzelliğine borçlu. “Sinema dünyasının tanrıçası!” olarak nitelenen film yıldızı Greta Garbo kadar şöhretli diğer İsveçli bayan, öğretmenlikten yazarlığa geçip 1909’da da Nobel Ödülü alan Selma Lagerlöf. Yeni-romantizmin temsilcisi olan Lagerlöf, yazdığı İskandinav efsaneleriyle ün kazanmış.

İsveç’in dünya çapında yazarlarından biri de, “Olof Hoca”, “Baba”, “Kırmızı Oda” gibi dramların yazarı August Strindberg. İsveç sinemasının altın çağına damgalarını vuran iki usta yönetmen Victor Sjöström ve Mauritz Stiller, Strindberg’den “Matmazel Julie” ve “Baba”yı, Lagerlöf’ten de “Gösta Berling Masalı”nı melankolik bir anlatımla sahneye aktardılar.

Sinemaya yapılan çeşitli biçimlerdeki devlet desteği yanı sıra, seyircilerin ödedikleri bilet ücretinin yüzde onu da İsveç sinemasının en önemli finans kaynağı olan Film Enstitüsü’nün kasalarına akıyor.

“Kişi başına en fazla tiyatro”ya sahip olan İsveç’te son derece kaliteli oyunlar izlemek olası. Deha olarak kabul edilen İsveçli oyun yazarı Lars Norén’in oyunları da tüm dünya tiyatrolarında sahneleniyor. İsveç’in bu alandaki şöhreti, Amerikalı oyun yazarı Eugene O’Neil’in, “Long Day’s Journey” adlı oyununun dünyada ilk kez kendi ülkesinde değil de İsveç’te sahneye konmasını vasiyet etmesi üzerine daha da pekişti!

Kitapları pek çok yabancı dile çevrilmiş olan Jan Myrdal ile kendi evini resimlediği suluboya tablolarında son derece iyimser ve insanın içini ısıtan anlatımların sahibi Carl Larsson da İsveç’in yurtdışında tanınmış önemli kültür adamlarından...


Yaşarken müzelik olan tenisçi ve izindekiler

İsveç’te insanlar spora “delice” denebilecek derecede düşkün! Yelkencilikten sonra en fazla ilgi gören spor tenis. Buz hokeyi ve futbol da son derece popüler. Stenmark’ın kayakta kırdığı rekorlarınsa hesabını bile tutmak hayli zor! Buz hokeyinde de İsveç dünyanın en iyileri arasında.

Dünyanın en iyi yirmi tenisçisinin yaklaşık dörtte biri İsveçli. İşin ilginci, nüfusu topu topu dokuz milyon olan bu soğuk ülkede, açık havada tenis, sadece kısa yaz aylarında oynanabiliyor. İyi de, tüm bu olumsuzluklara karşın nasıl oluyor da dünyanın en iyi yirmi tenisçisinin dörtte biri İsveçli olabiliyor? 

Bu zor denklemin aslında çok basit bir yanıtı var! French Open’ı peş peşe dört, Wimbledon’u da peş peşe beş kez kazanan şampiyon tenisçi Björn Borg İsveçli! Yeni nesil, onu örnek alarak tenise başlamış. “Ben yapabileceğimi yaptım!” diyerek yirmi beş yaşında tenis kortlarına veda eden Borg, uzmanı olduğu “çift elle backhand” tekniğini küçük öğrencilerine öğretmeye çalışıyor.



Björn Borg’un şöhreti de öyle az buz değil doğrusu! Londra’daki Madame Tussaud Müzesi’nde, iki dehşet uzmanı Agatha Christie ve Alfred Hitchcock, giyotinle kesilmiş kafası direğin tepesine asılmış Robespiyer, yeni bir kadınla evlenebilmek için “hükümsüzdür gayrı!” deyip peş peşe öldürttüğü karılarıyla VIII.Henry, yan yana duran Atatürk ve Lenin yanı sıra, Mc Enroe ile birlikte İsveçli tenisçi Björn Borg’un da balmumundan heykellerine yer verilmiş. 

Dünyanın en iyileri arasına muhakkak birkaç temsilcisini sokmayı başaran İsveçli tenisçilerin en önemli özelliği ulusal karakterleri gereği “duygularını hiç ama hiç göstermeksizin” saatlerce şampiyonluk maçı oynamaları! Bu özellikleriyle de bir dönemin bağıran, çağıran, raketlerini fırlatan Mc Enroe, Nastase ve Connors gibi renkli tenis şampiyonlarından ciddi biçimde ayrılıyorlar...


Eski ABBA’cılar nota bilmiyor! 

O dönem moda olduğu üzere apartman topuklu çizmeleriyle sahneye çıkıp 1973 Erovizyon şarkı yarışmasında “Waterloo” adlı parçalarıyla İsveç’e birincilik kazandıran ve İsveç’in, Volvo’dan sonra en büyük ihraç malı gözüyle baktığı ABBA yıllar önce dağıldı. Grubun dağılmasına karşın ABBA’cılar müzikle ilgilerini kesmediler. ABBA’nın iki erkek üyesi Björn ve Benny, bir Rus satranç oyuncusunun Amerikalı rakibine aşık oluşunun anlatıldığı “Chess” adlı müzikali yaptılar. Ancak anlaşılan o ki, bu müzikal eski ABBA’cıları hayli terletmiş. Tiyatro için müzik yapmanın çok daha zor olduğunu söyleyen iki eski pop şarkıcısı “biz eskiden üç, dört dakikada bir pop melodisi çıkarabilirdik ortaya, ancak tek bir müzikal bile insanın tüm ömrünü alabilir!” diyorlar. 

İlginçtir, dünya gençliğinin yıllarca ağzından düşürmediği ezgilerin mimarı olan, müzikaller yapan bu iki insanın çok minik bir kusuru var! Bu iki müzisyen nota okumayı bilmiyormuş! Kendilerine bakılırsa, çok iyi hafızaları olduğu için üzerinde çalıştıkları melodiyi kolaylıkla akıllarında tutabiliyorlarmış! “Melodiyi unutmuşsak, mutlaka beş para etmez bir şeydir o!.. Doğru, dürüst bir şey olsaydı unutur muyduk hiç!..” diyor bu iki ünlü müzisyen. Şimdilerde dağılmış olan bu müzik grubunun adındaki ilk “B” harfini ters çevirerek ABBA’nın amblemini yaratan kişi de sırf bu buluşundan ötürü büyük paralar kazanmış!..



Pop müzik alanında ABBA ve Roxette ile birlikte, İsveç’in en ünlü ihraç ürünlerinden biri de Ace of Base!


Refah toplumunun üniversitelileri eğleniyor! 

İsveç’teki üniversite yaşamımın ilk günüydü. Sınıfa girdik. Kısa bir sohbetten sonra, hoca eline tebeşiri aldı ve tahtaya bir formül yazmaya koyuldu! Dakikalar ilerliyor, hoca yazdıkça yazıyor, formül uzadıkça uzuyor ve tebeşirler de hocanın elinde peş peşe parçalanıyordu!

Çok kısa sürede birinci tahta doldu ama hocanın aldırdığı yok, hemen ikinci tahtaya geçti! O da bitti, üçüncüye, derken o da bitti! Tam, “tahtasızlıktan da olsa, mecbur biraz nefeslenecek galiba!” diye düşünürken, bir düğmeye bastı, tepeden bir tahta inmeye başladı. Hoca, bir yandan kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, bir yandan tepeden inme tahtayı süratle dolduruyor, bu arada da formüller dur durak demeden uzuyor da uzuyor!

Bir süre sonra, bu korkunç gidişat karşısında, her şey benim için anlamını yitirdi ve ben “kısmet bu kadarmış!” deyip kâğıdı, kalemi bıraktım, etrafı seyretmeye başladım. Kimi öğrenciler ofluyor, pufluyor ama kimse pek renk vermeye cesaret edemiyor. Kimileri hocaya yetişmeğe çalışıyor ama ne fayda! Kısa sürede amfinin yarıdan çoğu havlu atıp defteri, kitabı kapadı.

Tam, o tepeden inen tahta da dolmak üzereydi ki amfinin elektrikleri söndü, her yer zifirî karanlık oldu! Zaten, kimsede ağzını açacak hal kalmamıştı, bir de bu çıktı başımıza! Hamiyet Yüceses gibi “Her yeeer karanlııık!..” diye bir çığlık koparmak işten bile değil doğrusu! Tebeşir düşmanı hocamız, “Ben bir bakayım şuna!” dedi ve dışarı çıktı! Çıktı, çıkmasına da bir daha koydunsa bul adamı! Ne gelen var, ne giden! Bizler de karanlıkta, celebin karşısındaki koyunlar gibi bekleşiyoruz. 

Az sonra kapı açıldı, içeri kara gözlüklü, kovboy şapkalı, pelerinli, ağızları purolu üç kişi girdi! Ellerinde meşalelerle kürsüye yaklaştılar! Pelerininde “general” yazılı olanı purosundan derin bir nefes çekti! Sonra, bizlerin sadece birer “hiç!”, birer “sıfır!” olduğumuzu söyledi gürleyerek! Onların emirlerine harfiyen uymak dışında bizler için yapılabilecek hiçbir şey yokmuş! ‘General’ gürleyerek bunları anlatırken zaman zaman da purosunun külünü yanı başındaki yardımcısının avucuna silkiyordu!..

Böylece, İsveç’te üniversiteye yeni başlayanların geleneksel “sıfırlık dönemi”, üst sınıflardakilerin sahneye koyup bizlere de figüranlığın uygun görüldüğü törenlerle açılmış oldu!..


Bir çılgınlık yap “sıfır”lıktan kurtul!

Üniversiteye yeni başlayan ve “sıfır” olarak anılanlar, ikinci sınıflara kendilerini kabul ettirmeden “sıfır”lıktan kurtulup, birinci sınıf öğrencisi olamıyorlar!

Ne mi yapmak lazım “sıfır”lıktan kurtulmak için? Ondan kolay ne var canım! Kentin en merkezi yerinde olmak koşuluyla, bir çılgınlık yap da, ne yaparsan yap! Örnek mi? Yüzünü, gözünü boyamış bir delikanlı, kentin en kalabalık meydanının ortasına yerleştirilmiş dolu bir küvetin içine yarı çıplak uzanmış, ağzı açık kendisini seyredip fotoğrafını çekenlere aldırış bile etmeden rahat rahat gazetesini okuyor!

Biraz ilerde, bir başka “sıfır”, bir takım garip bulamaçlarla dolu tabakları, ya da yumurtaları bir kron karşılığı kafasına atabileceğinizi söylüyor bağıra çağıra. Kimi “sıfır”larsa kent merkezindeki heykellerin üzerine garip kıyafetler giydirmekle meşgul!

Bazıları da, meydandaki otobüs durağının hemen yanındaki havuzun ortasında, gözlerinde dev gözlüklerle, yazlıkta ya da piknikteymişçesine, rahat rahat sosis kızartıp, bira içiyor. Araplar gibi giyinmiş bazılarıysa şampanya kadehlerini tokuşturuyor. 

Kimisi, mihrace kılığına sokulup sevgilisiyle kentin ana caddelerinde tahtırevanla gezdiriliyor. Bir grup “sıfır”sa kent meydanına getirdikleri eski bir arabayı kazmalarla, çekiçlerle paramparça etmekle meşgul! Beyazlar giyinmiş kızlı, erkekli bir grup “sıfır” da, yüzlerini ya beyaza, ya siyaha boyamış bir vaziyette ilahiler söylerken birileri de küçücük bir havuzun içinde sembolik olarak sörf yapmaya çalışıyor!..



18 yaşında “sıfır” bir kızla dans eden dedeler!

Başka bir köşede ise, “Dans Fiyat Listesi”nden kesenize uygun bir dans seçip çok şık kıyafetlerle hazır bekleyen bir kız, ya da erkek öğrenciyle valstan tangoya kadar dans etmek mümkün! Yeni üniversiteye girmiş, 18 yaşındaki “sıfır” bir kızla dans eden 70’lik delikanlılar yanı sıra, torunu yaşındaki “sıfır” delikanlılarla vals yapmak isteyen kentin yaşlı teyzeleri, uzunca bir kuyruk oluşturmuşlar meydanda!

Birisi de “Sıfır’ı yumurtayla besleyin!” diye bir pankart asmış! Bir kron veren oradan bir yumurta alıp “sıfır”a fırlatıyor, “sıfır” da yumurtaların kabukları yüzüne zarar vermesin diye bir tel örgünün ardına geçmiş, suratına yumurta atılmasını bekliyor.

Kimileri kentin göbeğine bir ring kurmuş çamurun içinde güreşiyor. Bir başka köşede de iki “sıfır”, pantolonlarının içine doğru uzanan bir huniden, bir kron ödeyenlere maşrapayla su döktürüyorlar! Kimi “sıfır”lar, eski Romalılar gibi tek omuzları açık kıyafetlerle sokaklarda dolaşıyor. Kimi bayan “sıfır”lar ise, eski zaman generalleri gibi omuzlarına püsküller takmayı uygun görmüşler.  

Bu “Sıfırlık Dönemi”nde en sık rastlanan olaylardan biri de, en kısa sürede bir şişe birayı hangi “sıfır”ın içtiğini belirleme yarışmaları! Bu yarışmalarda herkesin ulaştığı en iyi sonuç kronometreyle ölçülüp yakalarına yazılıyor. Birkaç hafta süren  “Sıfırlık Dönemi” boyunca bütün “sıfır”lar “bira içme performanslarını” gösteren sonuçları herkesin görebileceği biçimde yakalarında taşımak zorundalar!..


Kamyon üstünde toplu sözleşme ve dışkıdan enerji üretimi!

Böylesi bir “Sıfırlık Dönemi” kutlamalarına, birkaç yıl sonra da Stokholm sokaklarında tanık olmuştum. Bu seferkinin özelliği, grup grup “sıfır”ların, icraatlarını, kiralanan kamyonlar üzerinde sergilemesiydi.

Kortejin hemen başında “sosyal içerikli” bir kamyon göze çarpıyordu. İsveç İşverenler Derneği SAF ile İşçi Sendikaları Konfederasyonu LO arasındaki toplu sözleşme görüşmeleri, bu kamyonun arkasında yapılan buz hokeyi maçıyla sembolize edilmişti. Maçın skoru da toplu sözleşmelerdeki ücret artışlarına benzetilerek “%10” şeklinde gösteriliyordu. Kamyonun iki tarafına SAF ve LO flamaları yanı sıra, “Toplu Sözleşme Maçı” yazısı yapıştırılmıştı. Oyuncular da kamyonun arkasındaki küçücük alanda buzhokeyi oynamaya çalışıyorlardı.

Bu “sosyal içerikli kamyon”un hemen ardından, gergin ortamı gevşetmek için olsa gerek, tüylü şapkalarıyla karnaval dansları yapan Latin Amerikalı öğrenciler, bikinileriyle Stokholm sokaklarında arz-ı endam eylediler. Ardından, mafya babaları gibi kara gözlüklü, siyah takım elbiseli, fötr şapkalı karanlık tipler omuzlarında bir tabutla sökün ediverdiler!

Başka bir kamyonun arkasına da “insan dışkısından enerji üretmek!” amacıyla bir fabrika kurulmuş! “Hammadde Bölümü” yazılı levhanın altında beş tane “sıfır”, pantolonları dizlerinde, tuvalete oturmuş vaziyette, Stokholm’ün en işlek caddelerinde kamyonla icraatlarını sergiliyorlar!



Stokholm Üniversitesi öğrencileri, kentin en işlek caddesinde, pantolonları dizlerinde, “insan dışkısından enerji üretme”  projesini hayata geçiriyorlar!

Üzerinde “Transplantasyon” yazılı bir kamyonda da narkoz yerine kocaman bir tokmak kullanıp milleti bayıltan, sonra da testereyle ameliyat etmeye kalkışan tıp öğrencileri görülüyor!

Kimi erkek öğrenciler İskoç eteği giymiş gayda çalıp duruyorlar sokaklarda. Kavuniçi tulumlar giymiş üniversiteli kızlardan birinin sırtında da “ben olgun bir şeftaliyim!” yazıları okunuyor.

Zaman zaman da “sıfırlar”ın elinin endazesi kaçıyor! Bir keresinde, on tane “sıfır”, soyguncu kılığına girip bir bankaya dalmıştı da banka memuru da soygunu gerçek zannedip alarma basınca işin rengi bir anda değişivermişti! Polis anında bankayı basmış ve sıfırları yaka paça götürmüştü. “Her şeyde bir hayır var!” derler. Belki de doğrudur. İlginçtir, eğlenmenin de bir sınırı olmalı deyip haklarında dava açılan “sıfırlar” hukukçu adayıydı! Dolayısıyla, bu dava onlar için iyi bir staj olmuştur her halde...



Not: Bu yazı, Murat ÖZSOY'un İsveç ve Filmin İkinci Yarısı adlı kitabından yazarının özel izni alınarak yayımlanmıştır.

Murat ÖZSOY'un "İsveç ve Filmin İkinci Yarısı" dizisindeki yazıları: 






 Yazılan Yorumlar...
denizci
(16 Ocak 2015)
Keyifli bir anlatım. 30 yıl önceki oralar ve 30 yonraki buralar. Ne denir ki...
TAMER
(11 Ocak 2015)
Murat Bey elinize sağlık çok güzel ve iyi anlatımlı bir yazı olmuş... Bu yazınızı okuyunca Yüce Atatürk ün de askeri ve sivil okulların müfredatına konmasını istediği, dönemin Finlandiya sını ve o ülkedeki kalkınmayı anlatan "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" kitabını anımsadım. İnsan düşünmeden edemiyor, yetmişbeş milyonluk ülkemizde, çalışmaya aç bu kadar genç iş gücü ve olanaklar varken, ödediğimiz vergilerde hatırı sayılır yüksek bir düzeydeyken niçin bu refah seviyesini kendi ülkemizde yakalayamıyoruz?

Sevgiler,
Erdin İVGİN
(08 Ocak 2015)
Kaleminize sağlık Murat Bey,
İsveçle ilgili bu yazı dizinizi okudukça şaşırıyorum. Bu ülke Türkiyenin kaç yıl ilerisinde. Ülkemiz ile karşılaştırınca yıl değil asırlar farkı var gibi. Siz bu gözlemlerinizi yapalı zaten 30 yıla yakın zaman geçmiş.
Teşekkürler.