Celestyal Olympia İle Yunan Adaları - 2 (Son) (Girit, Santorini, Pire, Mikanos)


Yunan Adaları gezimiz devam ediyor…Sabah kahvaltıyı yapıp Girit limanına adım attığımızda saat 08.00’di. Bir kaç hafta once gezi programını incelediğimde Girit ve Pire’nin bu gezinin en hızlı ve gereksiz yerleri olduğuna karar verdim. Zira buralar oldukça büyük ve her birinde epi topu 3’er saat kalacak. Üç saatte buraların gezilmesi mümkün değildi. Yine de erken saatte Girit’in başkenti Kandiye’ye (ya da original haliyle Heraklion) ayak basmış bulunduk. Kandiye için özel bir hazırlık yapmamıştık. Niyetimiz bir kaç saat merkezde dolaşmaktı.

Girit Adası, Yunanistan’ın en büyük Akdeniz’in ise beşinci büyük adası. Nüfusu yaklaşık 650.000, idari merkez Heraklion ya da Osmanlı’dan gelen ismiyle Kandiye. Buranın nüfusu yaklaşık 150.000, ikinci büyük şehri de 75.000’lik nüfusu ile Hanya. Tarihi çok eskilere dayanan Girit bizim açımızdan da son derece önemli bir ada. Farklı tarihlerde Osmanlı istilalarına maruz kalsa da 17. yüzyılın sonlarında tamamen Osmanlı hakimiyetine girmiş ve 200 yıldan fazla bir sure böyle devam etmiş. Lozan Andlaşmasından sonra mübadele yıllarında Girit’ten pek çok Türk Anadolu’nun farklı noktalarına göç etmiş. Adada halen 4000 civarında Türk nüfus olduğu söyleniyor. Nazi Almanyası 2. Dünya Savaşı sırasında adayı işgal etmiş. Oldukça kanlı çarpışmalara sahne olan ada, özellikle o dönemde yerel halkın gerilla tarzı çarpışmalarıyla ünlenmiş. 

Girit, Akdeniz’deki büyük adalardan. Büyükçe bir limanı var. Fazla bir tarihi dokusuna rastlamasak da eminim farklı yerlerde başka güzellikler taşıyordur…

Girit denince benim aklıma gelen şeyler, İzmir’de Giritli diye bildiğimiz dostlarımızın ota düşkünlüğü, mübadele, ve kuşkusuz Nikos Kazancakis’in Zorba’sı. Hele bir de bu romanın filmini hangimiz hatırlamaz ki? Anthony Quinn’in başrolde oynadığı, müziklerinin ise Theodorakis tarafından yapıldığı üç oskarlı filmed Quinn’in sirtaki sahnesi halen gözümün önünde. En kısa sürede yeniden seyretmek dileğiyle. 

Gemiden indikten sonra merkeze yaklaşık iki kilometrelik mesafe olduğu için otobüse binmeye karar verdik. Otobüsün nereden hareket ettiğini sorarken taksicilerden birisi yanımıza gelerek 20 €’ya hem Knossos Sarayını hem de merkezi gezdirebileceğini, rehberlik de yapabileceğini söyledi. Yeniden fiyatı sorup 20 € cevabını alınca atladık Mercedes taksiye. Taksici Nikos bizi Kandiye’nin 6 km dışındaki Knossos Sarayına ya da antik kentine getirdi. Yol boyunca Girit, Kandiye hakkında bolca bilgi verdi. Adada bağcılık oldukça gelişmiş. İki tür üzüm var: Sofralık ve şaraplık. Birisi bodur birisi uzun asmalar, Nikos tek tek gösterdi bunları. Zaten şarapları da meşhur. Yüksek bir noktada durup fotoğraf çektik. Gerçekten de Kandiye oldukça büyük bir şehir. En azından adalarla kıyasladığımızda bayağı büyük olduğunu söylemem lazım. Nikos bir kaç kelime Türkçe de biliyor. Bacanağı Mustafa Adanalı imiş. Onunla gayet iyi anlaştığını ve çok sevdiğini söylüyor. Yaklaşık 10 dakikalık kısa bir yolculuktan sonra Knossos Sarayına vardık.

 
Knossos Sarayından kareler…

Nikos, iki buçuk saatte bir yer ne kadar gezilebilirse o kadar gezdirdi bizi…

Girit’in tarihi çok eskilere dayanıyor demiştik ya, işte bu noktada Minos ya da Girit Uygarlığından biraz bahsetmek lazım. MÖ 3500 lerde kurulan Minos Uygarlığı en parlak dönemini MÖ 2700 ile MÖ 1450 yılları arasında yaşamış. Başkent Knosos dönemin en güzel şehirlerinden birisiymiş. Minos gerçek mi efsane mi tam bilinmiyor. Bazılarına gore bir kralın ismiyken bazıları da bunun bir tür ünvan tarzı bir şey olduğunu söylüyorlar. Mitolojiye göre Minos, Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biri. Minos efsanesini uzman Azra Erhat şöyle anlatıyor:

“Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş, ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler.”

 

Minos uygarlığı MÖ 1600’lerde Santorini’deki volkanik patlama sonucunda ortaya çıkan küllerle büyük ölçüde yıkılmış. Hatta Nikos, Sarayın deniz kenarında olduğunu, bu patlamadan sonra denizen çekilerek volkanik kayalarla dolgu olduğunu söyledi. Mesafe oldukça uzun ama neden olmasın ki?

Knosos Sarayı giriş ücreti 6 €. Zaten adalarda hangi manastır ya da antik kenti ziyaret etmek isterseniz ödeyeceğiniz para bu. Biletleri aldık, Nikos bizi kapıda bekleyeceğini söyledi. Saray, 1800’lerin sonlarında İngiliz arkeolog Sir Arthur John Evans tarafından keşfedilmiş. Giriş bölümünde tahıl ambarı olarak kullanıldığı düşünülen dairesel büyük çukurlar yer alıyor. Saray büyük bir iç avluyu çevreleyen yaklaşık 1300 oda ve koridordan oluşuyor. Yakınlarda soyluların konakları ve onların hemen arkasında da tüccar, sanaatkar ve işçilerin oturdukları mahalleler varmış. En ortada Taht Odası yer alıyor. Odanın duvarları camdan koruma içine alınmış, pek çoğu boğa figüründen oluşan renkli fresklerle süslenmiş. Dikkat çeken bir diğer husus da o dönemden kalma su ve kanalizasyon yolları. Pek çokları bunları yüksek medeniyetin bir göstergesi olarak algılıyormuş. Antik kentin oldukça büyük olduğunu söylemem lazım. Gördüğüm diğerlerine nazaran gayet sağlam olduğunu söylemeliyim. Bu arada kazılarda çıkan en önemli parçalar Kandiye’deki Arkeoloji Müzesinde sergileniyormuş.

 
Sağdaki resim tahıl ambarı olarak kullanıldığına inanılan dairesel çukurlar…

Yaklaşık bir saatlik kısa bir turu tamamladık ve hediyelik eşya dükkanını da ziyaret ettikten sonra antik kentten dışarı çıktık. Nikos’un mersedesine atlayıp 5 dakika sonra Kandiye merkeze vardık. Nikos’la buluşma yerimizi ve saatimizi ayarladıktan sonra vurduk kendimizi sokaklara. Böyle dediğime bakmayın, aslanlı çeşme, tiyatro binası, limandaki Venedik Kalesi, bir kaç eski Venedik evi Kandiye’nin tek tük tarihi yapıları. Bu anlamda fazla bir özelliği olduğunu söyleyemem. Hatta turistlerin de oldukça rağbet ettiği, yaklaşık 100 metrelik ve onu kesen dar sokaklardan oluşan alışveriş market bölgesi bu saydıklarımdan çok daha güzeldi. Zeytin ve bilumum zeytin ürünleri, ev yapımı sofra şarapları, boy boy uzo şişeleri, Yunanlılar sahip çıkmış olsa da özel olarak paketlenmiş baklava kutuları, küçük hediyelik eşyalar ve ara sokaklardaki balık tezgahları arasında gezmek hepsinden keyifliydi. Serdar’la İlker’in alışveriş macerası Patmos’dan sonra burada da devam etti. Bir ara bizden koptular ve uzun zaman kendilerinden haber alamadık. Döndüklerinde ise elde bolca paketle ne keyifle alışveriş yaptıklarını anlattılar.

 

 
Merkezden kareler…

Nikos’la buluşarak limana doğru hareket ettik. Yol boyunca yine bilgi vermeye devam etti. Özellikle 2. Dünya Savaşında Almanların bombalamalarında şehrin çok büyük zararlar gördüğünü anlattı. Taksiden indikten sonra Nikos’a 20 € uzatıp teşekkür ettim. O da bana adam başı 20 € ödememiz gerektiğini söyleyince büyük şok yaşadık. Zira ben yolda giderken bir defa daha teyit etmiştim. O da bizde iyi niyetli olduğumuz için ben yanlış anlama olduğunu ve en fazla 20 € daha verebileceğimi söyledim. Hiç itiraz etmeden kabul etti ama “this is nothing” dediğini hatırlıyorum. Normal koşullarda adam başı 20 € Girit koşullarında yüksek bir ücret. Başka gezi yazılarında bu rakamın 40 €’ya kadar indiğini okumuştum. Neyse, kısa bir vedalaşmadan sonra fotoğraf çekerek ayrıldık. 

Kısacık Girit ziyareti sonunda Knosos Sarayından başka beni etkileyen bir şey hatırlamıyorum. Elbette bir kaç saatlik bu ziyaretten daha fazlasını da beklemiyordum. Ama daha çok zaman geçirmemiz gerekirdi, şurası güzeldi diyebileceğim bir şey hatırlamıyorum. Elbette bu sadece Kandiye için geçerli.

 

 
Girit merkezdeki en keyifli yerlerden birisi Pazar sokağı. Tek bir ana sokak ve onu kesen birkaç küçük sokaktan oluşan pazarda hediyelik eşya dükkanlarından balıkçıya kadar ne ararsanız var…

Gemi saat 11.30’da hareket etti. Bundan sonraki durağımız Yunan adalarının en meşhurlarından birisi olan Santorini. Gemi açıkta demirleyeceği için bizi küçük teknelerle sahile çıkaracaklar. Önce extra tur satın alanlar çıkacak sonra da bizler. İlker 13.30’da sıraya girmesine ragmen, bir kişiye 10 adete kadar bilet verildiği için, ancak üçüncü tekneye bilet alabildik. Bu da yaklaşık 30 dakikalık bir gecikme demek oluyor. O kadar yorulmuşuz ki ögle yemeğimizi dokuzuncu kattaki açık büfede aldıktan sonra biraz dinlenmek için kamaraya çekildim. Notlarımı toparladıktan sonra yaklaşık 1 saat kadar uyumuşum. Gemi 16.15’de yanaşacağı için 15.30’da kalktım ve tekne sıramızı beklemek için arkadaşlarla 5. Katta buluştuk. Geminin Santorini’ye yaklaştığı anonsu yapıldıktan sonra hep beraber güverteye çıktık. Bizim gibi yüzlerce insan vardı. Sarp ve uçurum denilebilecek yüksek tepelerdeki beyaz evler eşliğinde Santorini’yi fotoğrafladık. Etrafta pek çok küçük adacık var, bunların çoğu siyah volkanik taşlardan oluşuyor. M.Ö. 1650 yıllarında bilinen en büyük volkanik patlamalardan birisi gerçekleşince meydana gelen büyük çöküntü ile adanın çehresi değişmiş. Denizden fazla yüksek olmayan yerleşim yerlerinin tamamı yokolmuş. Sadece burası değil, kilometrelerce ötede bulunan Girit adasındaki Minos Uygarlığını da mahvetmiş. Oldukça zayıflayan Minos, daha sonra Mikenler tarafından tarih sahnesinden silinmiş.

Allah için Nikos bozulsa da bizi hiç üzmedi. Eminim bacanağına bizden bahsetmiştir. Ama nasıl bilemem tabi. Teşekkürler Nikos…

Santorini, ya da diğer adıyla Thira (Fira diye okunuyor) Yunanistan’ın Kiklad (Cyclades) takım adalarından birisi. Syros, Mikonos, Paros, İos, Milos, Tinos adaları da diğerleri. Nüfus yaklaşık 14.000 ama yaz döneminde geçici olarak 100.000’i geçiyormuş. Minos’lar burayı ticaret merkezi gibi kullanmışlar. Sonra Dor’ların eline geçmiş, onlar adaya Thira (Fira) adını koymuşlar. 13. Yüzyılın başlarında adaya gelen Venedikliler Azize İrene’nin hatırına adaya Santorini adını koymuşlar. Bundan 300 yıl sonra ada Osmanlıların eline geçmiş ama çok itibar gören bir ada olmamış. Bir 300 yıl sonra da Yunanlılar adanın hakimi olmuş. 1956 yılında Amorgos adasında meydana gelen 7,8 şiddetindeki büyük depremle Santorini’nin kuzeyindeki köyler çok hasar görmüş.

 
Gemi yanaşırken Santorini Thira oldukça heybetli ve ilginç duruyor. Bu kadar sarp kayalıkların tepesine yerleşim kurulması çok ilginç. Güvenlik önemli tamam ama yine de diğer taraftaki düzlükleri görünce şaşırmadım dersem yalan olur…

 
Teleferiğin çalıştığı yer oldukça dik. Yukarıya çıkarken merdivenleri de görme şansımız oldu. Kısa zamanımız olduğu için çıkarken yada inerken tercih etmedik ama daha uzun kalsaydık da tercih edeceğimi düşünmüyorum doğrusu…

Santorini küçük limana teknelerle geldik. Burada duty free shop, bir kaç kafe falan mevcut. Yukarıya çıkmak için üç seçeneğimiz var: Bunlardan ilki 580 basamaklık döne döne giden merdivenleri yürüyerek çıkmak, ki bence en tercih edilmeyeni bu. İkincisi aynı merdivenleri adanın bir numaralı vasıtalarından birisi olan eşeklerle çıkmak. Tek yön gidiş ücreti 5 €, turistler tarafından çokça tercih ediliyor. Ancak iki sıkıntı var: Öncelikle dik merdivenlerden eşekle çıkmak alışık olmayanlar için oldukça tehlikeli ve heyecanlı olabilir. Ayrıca yüksek sezonda hem çok kalabalık oluyorlar hem de etrafa bıraktıkları pislik kokularından dolayı burnunuzun direği kırılabiliyor. Üçüncü ve en kısa yol, tek yön 5 € ödeyerek teleferikle çıkmak. En mantıklı görünen yol bu ama yüksek sezonda bir kaç gemi açıkta beklerken uzun kuyruklar insanı canından bezdirebiliyormuş. 

Düşük mevsimde olduğumuz için doğrudan teleferiğe yollandık. Teleferik iki sıra halinde çalışıyor. Bir seferde 6 kabin var ve her kabin 6 kişi alıyor. Bu durumda bir batımda 36 kişi taşıyabiliyor. Biz beş dakika içinde kabinlere doluştuk. Yukarıya çıkarken nefis bir manzara olduğunu söyleyebilirim ama bir o kadar da ürpertici. Geminin de içine girdiği Caldera manzarası müthiş. Yukarı çıkarken sol tarafımızda kalan merdivenlerden yavaş yavaş yukarı çıkan bir kaç kişi gördüm ama eşekle seyahat eden yoktu. Zaten eşekle yolculuk bana hiç mantıklı gelmiyor. Zaten zaman kısıtlı, hayvan yavaş ilerliyor, niye tercih edeyim ki?

 
Aslına bakarsanız adanın merkezi olarak kabul edilen Thira’da oldukça keyifli bir yer ancak çok fazla zamanımız olmadığı için önceliğimizi Oia’ya verdik. Siz siz olun Santorini’de mutlaka fazla zaman geçirmeye çalışın…

 
Gelmeden önce Santori’nin pek çok noktasında mavi kubbeli küçük kiliseler olduğunu sanmıştım. Oysa sadece 3 tane mevcut. Tüm resimlerde kullanılan da bunlar zaten. Müthiş bir pazarlama ve algı olayı bence. Ama Santorini güzel yer kardeşim…

Yukarısı Thira, ana merkez burası. Thira’da ilk yaptığımız şey İa (Oia) otobüslerinin nereden kalktığını sormak oldu. Gelmeden önce rehberimiz Aytunç beye Oia’ya nasıl gidebileceğimizi sorunca net cevaplar alamamıştık. Bunda extra tur satmak istemenin ne kadar etkisi var bilemiyorum ama kısıtlı zamanımız vardı ve orayı mutlaka görmek istiyorduk. Sağ taraftan Thira çarşıya doğru ilerlerken yol boyunca sıralanan araba kiralama dükkanlarından birisi olan Spiridakos Rent A Car’a dalarak fiyat sorduk. Cevap 30 €, her şey dahil. Hemen kontratı imzaladık ve beş dakika sonra beyaz Nissan Micra ile 12 km uzaklıktaki Oia’ya doğru yola çıkmıştık bile. Orada çalışan Filibe’li bir görevli sadece Oia’ya gidip döneceksek 5 €’dan fazla benzin almamamızı söyledi. Biz de öyle yaptık, üç litreden biraz fazla benzine 5 € ödedik.

Oia’ya varınca arabamızı ücretsiz otoparka bıraktık ve attık kendimizi sokaklara.Oia ya da okunuşu ile İa, belki de Santorini’yi Santorini yapan yerlerden biri. Hani Yunanistan denilince akla gelen bir kaç pozdan birisi olan mavi kubbeli yapılarla birleşen beyaz evler ve Caldera manzarası var ya işte o karelerin çekildiği yer Oia. Derin bir uçurum üzerine kurulmuş, kat kat teraslarda bulunan onlarca beyaz ev, aşağılara kadar inen dik merdivenler, dar sokaklarla birbirine bağlanan ilginç yapılar, aralara serpilmiş kafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanları, misafirlerini bekleyen butik oteller, bir kaç kilise ve dini yapı, volkanik adaların harika manzarası ve güneşin dünyada en güzel battığı yerlerden birisi olarak kabul edilen baştan çıkarıcı Oia. Bir çok çiftin evlenmek için tercih ettiği yerlerden birisi. Binlerce insanın uç taraftaki kale sırtlarında toplanarak günbatımını izlediği nefis bir mekan burası. Kısacık zamanımızda elimizden geldiğince çok yere girip çıkarak, bol bol fotoğraf çekerek Oia gezimizi tamamladık. Oia, gerçekten de görülmesi gereken bir yer. Girit’te söyleyemediğimi burada söylüyorum: Keşke biraz daha zamanımız olsaydı da keyfini doya doya çıkarabilseydik.

 

 
Santorini’de ne arasanız var: Farklı mimaride yapılar, dar sokaklar, deniz, harika bir gün batımı, nefis bir doğa manzarası…

Fira’ya döndük ve arabayı sağ salim teslim ettik. Çok fazla vaktimiz olmadığı için Fira’nın sokaklarında kısa yürüyüşler yaptık. Bu sırada aradaki hediyelik eşya dükkanlarından magnet almayı da unutmadık tabi. Magnet fiyatları çeşidine göre 1-2 € arasında değişiyor. Daha pahalı olmasını beklemiştim ama diğer adalardan çok da farkı yok. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı ve artık Santorini’den ayrılma zamanı geliyordu. Geldiğimiz gibi teleferikle aşağıya indik. Bir kaç dakikalığına küçük limandaki duty freeyi ziyaret ettik. Özellikle sigara fiyatları Kuşadası’ndaki duty freeden çok daha uygun olduğundan (Kısa box, üç kartonu 55 €) Cem’in sipariş ettiği sigaraları buradan satın aldım. Kimse pasaport ya da benzeri bir şey sormadı. Yukarıda paketi 4 € olan sigaranın aşağıda bu fiyata satılması ve herkesin alabiliyor olması ilginç doğrusu. 

Santorini (Oia) Hatırası…

Aşağıya inenleri sürekli olarak gemiye taşıyan küçük teknelere atladık ve gemiye vardığımızda saat 20.15 olmuştu bile. Akşam yemeğimizi alakart restoranda aldıktan sonra tüm gece yine o bar senin bu bar benim dolaştık. Biraz kumarhanede takıldıktan sonra Virginnia ve arkadaşlarının şarkı söylediği yerde son noktayı koyduk. Ertesi günkü programımızda Pire ve Atina vardı. Saat 07.15’de kahvaltıda buluşmak üzere sözleştikten sonra her gece olduğu gibi ekibi ilk terkeden ben oldum…

Thira’dan Caldera manzarası eşliğinde Celestyal Olympia…

Pire
Sabah kahvaltımızı yapıp Pire limanına çıktığımızda saatler 07.45’i gösteriyordu. Plana göre gemi limana 06.00’da yanaşmış ve hareket saati de 11.00. Sizin anlayacağınız Girit’ten sonra gezinin çok hızlı geçmesi gereken diğer durağı da Pire ve 12 km uzağında yer alan Atina. Normalde Pire Atina’dan farklı bir şehir ama artık birleştikleri için pek çokları Pire’yi Atina’nın liman bölgesi olarak biliyor. Aslında çok da haksız değiller. İçiçe geçmiş iki şehir gerçektende.

Limandan çıkar çıkmaz taksiciler etrafımızı sarıyor. Girit tecrübesinden sonra daha net bir şekilde konuşuyoruz. Akropol ve popüler noktaları gezdirmek için bizden adam başı 20 € istediler. Fiyatın uygun olduğuna inandırmak için de üstü açık otobüslerle yapılan turların adam başı 25 € olduğunu söylediler. (Dönünce internetten baktığımda kampanyalı iki günlük fiyatın 20 € olduğunu gördüm) Aslında fiyat çok da önemli değil zira bu kadar kısa sürede zaten çok fazla bir şey yapma şansınız yok. Zor da olsa onları ekarte ederek denizi solumuza aldık ve yürümeye başladık. İstikamet limanın E5 ve E6 nolu kapılarının arasında kalan, ana yolun sağ tarafındaki üst geçidin arkasındaki duraktan kalkan M1 hatlı tramvay. Hedefimiz ise tramvaya binerek Atina’nın keyifli meydanlarından birisine açılan Monastıraki durağında inmek, kısa bir yürüyüşle Sintagma Meydanına ulaşmak ve Parlamento binası ile binanın önündeki askerlerin törensel yürüyüşlerini izledikten sonra aynı yoldan gemiye geri dönmek.

 

 
Pire çok büyük bir şehir. Liman her zaman kalabalık ve hareketli. Çok fazla tarihi dokusu yok. Yol boyunca yürürken dikkatimizi çeken kilise ve katedralin fotoları yukarıda yer alıyor…

Tramvay ücreti 1,20 €, aynı bileti 70 dakika boyunca başka bir sefer için de kullanabiliyorsunuz. Yaklaşık 20 dakikalık kısa bir yolculuktan sonra ineceğimiz yere geldik. Sabahın erken saati olduğu için neredeyse bütün dükkanlar kapalı. Monastıraki Meydanında eski bir cami dikkatimizi çekiyor ama herhangi bir tabela göremedik. Meydanın tam ortasında bir havuzlu çeşme yer alıyor. Yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra Sintagma Meydanına ulaştık. 

Atina’nın en büyük meydanının doğusu parlamento binasına ev sahipliği yapıyor. 1834-38 yılları arasında inşa edilen bina 115 metre uzunluğunda. Binanın öyle çok büyük bir albenisini göremedim. Hemen ön tarafında duvara işlenmiş kabartma şeklinde Meçhul Asker Anıtı bulunuyor. Burada iki Yunan askerinin törensel hareketleri binadan çok daha enteresan geliyor bize. Geleneksel kıyafetleriyle törensel yürüyüşler yapan bu askerlere “Efzun” deniyormuş. Hikayesi de var: 1821'de Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bağımsızlık savaşını başlatan kır gerillalarına Yunanlılar, ‘Evzon’ Türkler ise “Efzun” diyormuş. Bağımsızlıktan sonra kurulan Yunan Ordusu'nda Efzunlar özel birlikleri oluşturmuşlar. Efzunların savaş sırasındaki giysileri de üniforma olarak kabul edilmiş. Yunanlılara göre Efzunlar bağımsızlığı sembolize ediyorlar. Bir zamanlar ordunun en güçlü komando birlikleri olan efzunlar bugün sadece tören kıtası olarak görev yapıyorlarmış. Saçaklı fesleri, pileli etekleri ve ponponlu ayakkabıları ile oldukça değişik görünüyorlar. Efzun askeri olabilmek için en az 1.80 boy ve üniversite mezunu olma şartı varmış. Her saat başında bir defa törensel yürüyüşlerini tamamladıktan sonra kıpırdamadan duruyorlar. Bacaklar yerden paralel havalanıp, aynı anda karşılıklı yere vuruluyor. Ponponlu ayakkabılardan çıkan ses oldukça yüksek.

 

 
Sabahın erken saatlerinde Atina sokakları bomboş. Dükkanlar daha açılmamış bile. Monastıraki Meydanında bulunan cami oldukça eski, büyük ihtimalle kullanılmıyor…

Fotoğraflarımızı çektikten sonra hemen yan taraftaki parka girdik. “National Gardens” olarak bilinen park, Atina gibi büyük bir şehrin ortasında adeta cennet gibi kalıyor. Yemyeşil güzelliklerin arasında dolaşırken, sabah sporlarını yapan insanları izlerken büyük bir başkentte değil de sanki bir kasabada geziyormuşsunuz gibi geliyor insana. Parktaki aşılanmamış portakal ağaçlarından yere düşmüş olanlardan tattık. İnanılmaz ekşi geldi bana. Yine de yeşillikler arasında dolaşmak büyük bir keyifti.

Şehir çoktan hareketlenmişti ve dükkanlar da açılmaya başlanmıştı. Monastıraki durağından M1 hattına binerek son durak olan Pire’de indik. Aynı yoldan geriye dönerken Katedral ve kiliseyi de fotoğraflamayı ihmal etmedik. Kısacık Pire ve Atina gezimizin sonuna gelmiştik. Kendimi Atina’yı gezmiş olarak kabul etmiyorum, sadece kısa bir sure gördük diyebilirim. Eminim Atina bundan çok daha fazlasını hakediyor.

Geminin yanaştığı bölümde önemli bir hareketlilik var çünkü burası gemiye biniş yapılan iki limandan biri. Bavulları ile kontrolden geçen yeni misafirlerin yanından ilerleyip kartlarımızı göstererek sıraya takılmadan içeriye girdik. Burada da free shop var, kısaca fiyatları ve ürünleri kontrol ettikten sonra ücretsiz wifi imkanından yararlanarak fotoğraf paylaştık ve mesajlarımıza baktık. Gemide de internet mevcut ama oldukça pahalı olduğu için hiç birimiz kullanmadık. Gemi seyir halindeyken zaman zaman adalara yakın olduğumuz bölgelerde telefonlarımız zayıf da olsa çekiyor ama genelde sinyal yok. Bu yüzden internet daha çok karaya ayak bastığımızda kullanabiliyoruz.

 

 
Sintagma Meydanı Atina’nın en önemli birkaç yerinden birisi olarak kabul ediliyor. Parlamento binası dışında çevresinde önemli kamu binaları ve oteller de mevcut. Askerlerin kıyafetleri ve törensel yürüyüşleri de seyredilmeye değerdi. Elbette Atina hatırası çektirmeyi de ihmal etmedik…

11.00’de kalkması gereken gemi yaklaşık yarım saatlik bir gecikmeyle demir aldı. Güverteden Pire’ye bakınca ne kadar büyük bir liman olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz. Zaten Avrupa’nın en büyük beşinci limanıymış. Büyüklü küçüklü onlarca yük ve yolcu gemisi var. Atina’nın dışarıya açılan kapısı demek yanlış olmaz.

Gezinin son durağı olan Mikonos’a varışımız saat 18.00 olarak planlandığından tüm öğleden sonrayı gemide geçirdik. Yemekten sonra 9. Kattaki güvertede keyifli bir kahve molasıyla birlikte notlarımı toparlamaya çalıştım. Gerçi gezi oldukça hareketli geçtiği için biz dördüncü günde olmamıza ragmen daha ikinci günün ancak ortalarına gelebildim. Önceki gezilerde notlarımı deftere yazdığım için döndüğümde bunları toparlamak bayağı bir zamanımı alıyordu. İlk defa Stockholm’e gittiğimde yanımda Deniz’in küçük tabletini götürüp satın aldığım basit klavyede not tutmuştum. Döndüğümde bana oldukça kolaylık sağlamıştı. Şimdi de aynı taktiği uyguluyorum ama gemi turu bizim normal gezilerimize benzemiyor. Sürekli hareket, her limanda farklı bir adaya uğradığımız için vakit kalmıyor. Olası vakitlerde de yorgunluktan tablete dokunmak bile istemiyor insan. Neyse nasıl olsa en kısa sürede toparlamaktan başka seçeneğim yok.

 

Saat 13.30’da rehberimiz Aytunç Bey Türk misafirleri 5. kattaki Muses Salonda topladı. Ertesi günkü iniş prosedürleri hakkında detaylı bilgiler verildi. En net ve kesin olanı saat 07.00 itibariyle üzerinde oda ve telefon numaralarımızın yazılı olduğu bavullarımızın kamara kapı önüne çıkarılmış ve odanın terkedilmiş olması. Kahvaltımızı yaptıktan sonra resepsiyonda hesabımızı kapatıyoruz ve Türkiye giriş damgası vurulmuş pasaportlarımızı teslim alıyoruz. Sonrasında ise gemiyi terkediyoruz ve dışarıda katlara göre dizilmiş tek sıra halindeki bagaj sürüsünden kendimize ait olanı seçerek geziyi tamamlıyoruz. Bu arada bize verilen mavi tanıtım kartları da hatıra olarak biz de kalıyor.

İniş prosedürleri dışında Aytunç Bey saat 18.00’da yanaşacağımız Mikanos hakkında da uzun uzun bilgi verdi. Anlatımına başlarken “Biz rehberler kendi aramızda adaya Mikanoş deriz” dedi. Yani, adanın gayler arasında çok popular olduğu, eğlence turizminin bir ayağının da onlar olduğu bilgisini teyit etmiş olduk. Ada merkezinin iki öne çıkan özelliği var: Bunlardan ilki bembeyaz evler. Bu açıdan bakınca Bodrum’la oldukça benzerlik taşıyor. İkinci bir özelliği de labirent gibi ilerleyen dar sokaklar. Böyle bir yapılaşmanın sebebi dört mevsim kesilmeyen yüksek rüzgarın etkisinin azaltılması ve sık sık baskın yapan korsanların kasabanın içlerine doğru ilerlemelerini durdurmak ya da yavaşlatmakmış. Böylece kasaba halkı kaçmak için zaman kazanabiliyormuş. İlginç bir hikaye doğrusu…

 
Mikanos’dan kareler…

MİKANOS
Kısa bir dinlenme sonrasında 17.30’da Argo Bar’da buluştuk. Gemi yavaş yavaş merkezden iki kilometre uzaklıktaki limana yanaşıyordu. Gemideki yolcular milliyetlerine göre çıkış kapısına yönlendiriliyor ve buna uygun olarak “Mikonos Shuttle” olarak bilinen, limana yanaşan otobüslerle bu iki kilometrelik mesafeye bırakılıyorlar. Sonrasında saat 20.00’den itibaren de her 15 dakikada bir otobüsler yolcuları gemiye getiriyor. Adaya karşıdan baktığımızda neredeyse ağaç yok gibi geliyor bize. Tepelerin oldukça kel olduğunu söyleyebilirim.

Mikanos, Santorini gibi Kiklad takımadalarından birisi. Yaklaşık 86 km2 yüzölçümüne sahip adanın yerleşik nüfusu yaklaşık 10.000, yazın ise bu sayı 100.000’i geçiyormuş. Kimilerine göre adanın adı Apollon'un torunu Mykons'tan, kimilerine göre ise Delos Kralı'nın oğlundan geliyormuş. Aslında Mikonos’un popülaritesi hemen 5 km uzaklıktaki Delos Adasından geliyormuş. Buraya Apollon adına bir tapınak inşa edilmiş ve zaman içinde çok tanınan bir yer haline gelmiş. Özellikle 1950’lerde Amerikalılar tarafından ziyaret edilen Delos’ta bar ve otel bulunmadığı için hemen yanı başındaki Mikanos’ta konaklama yapılmış. Zaman içinde de turistlerle dolup taşmış. Buna bir de “sınırsız eğlence ve özgürlük” kavramı eklenince patlayıp gitmiş.

 
Sağda Mikanos’un en popüler karelerinden birisi olan “Küçük Venedik”…

Adada yılın neredeyse tamamında kesilmeyen bir rüzgar olduğu için Yunanlılar tarafından “Rüzgarın Adası” olarak da biliniyormuş. Daha çok gece hayatı ve plaj partileriyle bilindiği için yaz dönemi dışında ada oldukça sakin ve kendi halinde. Özellikle temmuz ve ağustos aylarında sabahlara kadar süren çılgın plaj partileri dillere destan. Öyle ki buraları bilen arkadaşlar “bu mevsimde ne işin var Mikanos’da” diye sormuşlardı. Kısmet bu dönemeymiş, belki ileride yazın da görmek nasip olur. Adanın bir de küçük havalimanı var. Merkeze yaklaşık 4 km mesafedeki havalimanına Türkiye’den de uçuşlar yapılıyor.

Otobüsten indikten sonra sahil boyunca yaklaşık 5 dakikalık keyifli bir yürüyüşten sonra meydana ulaştık. Siz benim meydan dediğime bakmayın, epi topu 200-300 metrekarelik bir yer. Rüzgar hakkını veriyor doğrusu, güneş battıktan sonra da böyle devam ederse buralarda durulmaz diye aramızda konuşuyoruz. Meydana açılan kafe ve restoranlardan bazıları henüz açılmamış, burada sezonun başlamadığı çok açık örülüyor. Bazılarında fiyat listeleri asılı, belki çok pahalı değil ama ucuz da diyemeyeceğim. Özellikle güzel manzaralı bir kafede 7 €’luk kahve bayağı tuzlu bir alternatif geldi bana.

 
Mikanos’dan kareler devam ediyor. Özellikle minik bir tepelikde yer alan beş değirmen müthiş anlara ortak olmanızı sağlıyor. Burası aynı zamanda merkezi fotoğraflamak için de güzel bir nokta…

Meydandaki hediyelik eşya dükkanlarını şöyle bir gözledikten sonra kalabalığı takip ederek diğer uçta yer alan yel değirmenlerinin bulunduğu bölgeye doğru yürüdük. Adaya bu mevsimde bir geminin geldiği o kadar açık belli oluyor ki, herkes hemen hemen aynı anlarda aynı yerlerde oluyor, ada boş olduğu için inanılmaz bir görüntü ortaya çıkıyor. Tek bir hedefe odaklanmış 500-600 insan düşünün. Bizde onlardan biriydik ve az sonra “Little Venice” yani “Küçük Venedik” denilen bölgeye geldik. Bu ismin verilmesinin nedenini anlamak oldukça kolay: Tıpkı Venedik’te olduğu gibi kalaslarla desteklenmiş, farklı pastel renklerde evler bulunuyor. Geçmişte nispeten zengin tüccarların evleriymiş. Buraya yapılmasının temel sebebi ise gemilerin hızlı yüklenip boşaltılabilmesiymiş. Bugün için bazıları kafe ve restoran olarak kullanılıyormuş. İzlemesi ve fotoğraflaması keyifli ama sadece kısa bir sure için.

Mikonos merkezi gerçekten oldukça etkileyici bir yer. Bembeyaz badanalı duvarları, daracık sokakları, araları beyaza boyanmış kaldırım taşları, renkli çiçeklerin süslediği balkonları ile gezmesi müthiş keyifli.Pek çok Yunan adasında gördüğümüz mavi ile beyazın uyumu harika doğrusu. Sezon henüz açılmadığı için sokak aralarındaki dükkanların pek çoğu da kapalı, bazıları da açılış hazırlıkları ile uğraşıyorlar. Pahalı ve tanınmış markaların çoğunu burada görebiliyorsunuz. Yolun sonu rıhtım boyunca uzanan yel değirmenlerine çıkıyor. 16. yüzyılda yapılan beş yeldeğirmeni güçlü rüzgarın etkisiyle yüzyıllar boyunca buğday öğütüp un yapmada kullanılmış. Bugün için kasabanın harika bir manzarası var. Ayrıca günbatımı da nefis bir şekilde resmediliyor.

 
Hava karardıkça adanın dar sokakları iyice yalnızlaşıyor…

Burada verdiğimiz kısa moladan sonra kendimizi yeniden kasabanın dar sokaklarına atıyoruz. Orası burası derken saat 20.30 oldu ve rüzgar şiddetini artırdığı için bayağı bir üşüdük. Yeniden meydana geldikten sonra Mikanos’ta yapılacak bir şey kalmadığına karar verip yürüyerek otobüslerin kalktığı noktaya kadar yürüdük. Otobüse bindiğimizde içimizin ısındığını hissettik. Gemiye vardıktan sonra kısa bir mola ve sonrasında doğrudan aç kurtlar olarak restorana yollandık. Yaklaşık 22.30 gibi yemek faslını tamamladıktan sonra bir klasik olan Argo Bara attık kendimizi. Biraz casino biraz Virginnia’nın keyifli ezgileri derken saat hızlıca gece yarısını adımladı. Her zaman olduğu gibi önce ben çuvalladım ve bizimkileri yalnız bırakarak doğruca odaya yollandım.

Ertesi sabah bavullarımızı alıp gemiyi terkederken ilk defa yaptığım bu gemi seyahatini oldukça sevdiğimi düşündüm. Gelmeden önce bazı tereddütlerim olmadı değil: Çok sallanır mı, iç kabin odada rahatsız hisseder miyim, yemekler nasıldır, eğlence var mı, iniş binişler nasıl olur, barlarda sunulan içecekler kaliteli midir, vb. Gemiyle ve genel olarak gemi seyahatiyle ilgili öne çıkan hususları biraz toparlamaya çalışırsak:

-Louis Olympia 12 katlı, kendi çapında oldukça büyük bir gemi. Normal koşullarda gemide olduğunuzu anlamıyorsunuz. Az da olsa zaman zaman hafifçe sallandığınız olabiliyor.

-Fobiniz ve çok paranız yoksa iç kabinler oldukça güzel. Yatmadan yatmaya girdiğiniz için büyük sıkıntı olmuyor. Banyolar küçük ama bu iç-dış neredeyse odaların tamamı için böyle. Odalarda şampuan, duş jeli ve sabun mevcut. Kalan kişi sayısı kadar havlu bulunuyor. Odalar günde iki defa temizleniyor.

-İç dış kabin bir yana mümkünse ikinci kattan değil de 3. Katta kalmaya çalışın. Öyle yada böyle motor gürültüsü geliyor.

-Havuzlar oldukça küçük, pek bir işe yaramaz. Ama güvertede güneşlenmek için bolca şezlong mevcut. Buradaki iki barda garsonlar vızır vızır çalışıyor.

-Çocuklar için gün boyunca aktiviteler var. Akşam da geç saatlere kadar devam ediyor. Çekinmeden yanınızda getirebilirsiniz.

-Gemide küçük bir free shop var ve fiyatları da bizim Kuşadasındakinden daha uygun diyebilirim.

-Gemide kredi kartı yada para geçmiyor. Tüm taleplerinizi size verilen kart ile yapıyorsunuz. Eğer ücret gerektiren bir şey aldıysanız gemiden çıkmadan önce bunu sizden tahsil ediyorlar. Eğer daha önceden kredi kartınızı resepsiyonda tanıtırsanız ayrılmadan önce size yaptığınız harcamalar liste halinde gönderiliyor, itirazınız varsa bildiriyorsunuz.

-Gemide internet hizmeti oldukça pahalı: Dakikası 50 cent falan. Acil değilse limanlar dışında internet unutun.

-Yiyecekler genel olarak güzel. Dilerseniz alakart restoranda dilerseniz açık büfe restoranda yemek alabiliyorsunuz. İçinde domuz olanlar özellikle Türkçe olarak uyarılıyor.

-İçecekler umulandan çok daha güzel ve kaliteli. Su ve soda kapalı servis ediliyor. Kahve çeşitleri yeterli. Tanınmış viski, cin ve votka markalarını bulabiliyorsunuz. Bazı özel içkiler için küçük farklar isteniyor ama neredeyse hiç gerekmiyor.

-Casino, limana yanaşırken kapanıyor ve kalktıktan biraz sonra açılıyor. Normal koşullarda oynayan varsa geç saatlere kadar oyun oynayabilirsiniz.

-Extra turlar oldukça pahalı, bence kendiniz organize ederseniz çok daha uyguna halletmiş olursunuz.

-İniş-binişler oldukça organize yapılıyor. Patmos ve Santorini’de inişler limana yapılmadığı için bu adalara teknelerle gidiyorsunuz. Bu tekneler için erkenden numara sırasına girmeniz adaya en az yarım saat erken varmanızı sağlar.

-Çok sıcak dönemler için bir şey diyemem ama çantanızda mutlaka bir hırka-mont bulundurmanız iyi olur. Geminin içi klimalardan dolayı genel olarak serin, dikkatli olun.

-Gemi yolculuğu, neresi olursa olsun, yorucu bir yolculuk. Zira, her gün yeni yerleri gezmek için ciddi bir efor harcadığınız gibi bir de gemideki aktiviteleri kaçırmama mücadelesi veriyorsunuz. Bu da size en çok 5-6 saatlik uyku anlamına geliyor. Hele bir de bu yolculuk Yunan adaları olunca, bazı adalarda verilen 3-4 saatlik süre size iyice telef ediyor diyebilirim.

-Bence Santorini ve Rodos bu gezideki en keyifli Yunan adaları. Rodos’da çok zamanım var diye fazla rahat hareket etmeyin, nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Santorini’de ne yapın edin Oia’ya gidin. Yaz dışında Mikanos küçük bir kasaba, bir saat yeter. Bu geziye başlarken Girit ve Atina’yı unutun, öylesine gemiden dışarı çıksanız da olur zira bu kadar kısa bir sürede bir fikriniz olması mümkün değil. Patmos umduğumdan çok daha keyifli bir yer. Burada verilen bir kaç saatlik ziyaret yeterli oluyor. 

 






 Yazılan Yorumlar...
Setenay Süzer
(18 Mayıs 2015)
Merhaba Hakan Bey,
Çok detaylı, ama son derece akıcı anlatımla kaleme aldığınız yazınızı su gibi ,ilgiyle okudum .Fotoğraflar da zengin olunca, harika bir sunum olmuş.Ek bilgiler gitmek isteyenler için çok yararlı .Emeğinize sağlık.17-23 Nisanda Karlovy Vary-Prag Budapeşte konaklamalı gezi yaptım ,önceki yıllarda görmüş olmama rağmen Gezi Alemi anlatımlarından çok yararlandım.Günü birlik gördüğüm Cesky Krumlovu vakit bulabilirsem ,İran arası, anlatmak isterim.Selamlarımla
Şükran Şahin
(14 Mayıs 2015)
Hakan bey, yine rotalardasınız. İyi gezmeler.Bende 1 haftadır Porto ve Lizbondaydım.Harika yerlerdi. Yunan adaları favorim. Birkaçına gittim. Sizin rotanızdan yine her zamanki gibi ilham alacağım.Teşekkürler.
TAMER
(14 Mayıs 2015)
Sevgili Hakan,
Yunan adaları hakikaten çok keyifli yerler. Bende geçtiğimiz yaz 4-5 tanesini gezmiştim, hatta Rodos, Santorini ve Mikonosu ETS Turun Cruise gemisiyle dolaşmıştık. Çok da hoşumuza gitmişti. Senin Giritte yaşadığın taksici kazığını aynen bizde Rodosta yiyecektik neredeyse ama araba kirala daha ekonomik ve daha uzun süre dolaşabilmiştik adayı. Bu gemi turlarında değişik natifler bulunuyor, önceden programı ona göre yapmak hangi adada hangi süreçte bulunma isteğinize göre kolaylık sağlıyor. Örneğin Mikonosun gece hayatını yaşamak isteyenler için gece Mikonos limanında konaklayan gemiyi tercih edebiliyorsunuz veya tam tersi. Mikonos çok güzel bir yerdi ama Santorini beni daha çok etkilemişti. Bence tüm gezginler için Yunan adaları görülmesi gereken yerler listesinin başında yer almalı. Özellikle aynı kültürler, aynı tatlar insanı cezbediyor. Eline sağlık