ROMA - Dünyanın Başkenti


Tiber Nehri’nin iki yakasını kuşatan
muhteşem kente akşam güneşiyle giriyoruz. Yıllar önce İsveç’te izlediğim De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” filminin sokaklarındayım! Birdenbire her şey
o filmdeki gibi siyah beyaz görünüyor bana. Dokunaklı... Ve çok gösterilmiş bir
film gibi çizik çizik... Gezdiğim her sokak, girdiğim her meydanda beni izleyen
bir çocuk var. Bisiklet hırsızının oğlu! Hüzünle bakıyor bana. Ve “Roma'nın öteki yüzünü unutma sakın!” diyor…

De Sica da tıpkı Rosselini, Fellini, Passolini gibi faşizm ve sonrasında
yaşanan sefaleti, umutsuz aşkları, mafya
temalarını inanılmaz bir başarıyla beyaz perdeye aktaran, İtalya’nın
yetiştirdiği dünya çapında sinema insanlarından.
Kent sokaklarında sürekli karşılaştığımız
faytonlar son derece nostaljik. Kimi binaların caddeye bakan köşelerinde,
“Meryem’in kucağında İsa” benzeri dini
temaları işleyen heykeller görüyoruz. Aynı binanın değişik katlarındaki
pencerelerin farklı mimari tarzları ise hemen dikkatimizi çekiyor. Bina
cephelerine monte edilmiş, loş ışıklı sokak lambaları fevkalade şirin.
Sokaklardaki altları tekerlekli çöp bidonları ise müthiş işlevsel doğrusu!
Bunlar dolduğunda, bir araç gelip hepsini peşine takıp götürüveriyor! Bir
sokakta, mermerin üzerine oyulmuş isim listeleri çarpıyor gözümüze;
31 Mart 1946 tarihi okunuyor en altta.
Kırmızı zemin üzerine yerleştirilmiş beyaz “M” harflerinden metro girişlerini
kolaylıkla bulabiliyoruz.


Kentin neresine gidersek gidelim, ünlü
sürrealist ressam Dali’nin sergi afişlerinden kaçmamız olanaksız. Afişlerde,
Dali’nin incecik bıyıkları yere değil de göğe doğru süzülüyor; dahası,
neredeyse ressamın gözüne girecek kadar da uzun bu sürrealist bıyıklar!
Hakkındaki
“Dâhi mi, kaçık mı, yoksa her
ikisi birden mi?”
tartışması belki sonsuza dek sürecek olan sanatçı,
bıyıklarının sipsivri uçlarına, kırmızı birer de çiçek kondurmuş ki görmeye
değer doğrusu!


Öğleden sonraları, pek çok müze de dâhil
olmak üzere hemen her yer kapalı, çünkü İtalyanlar öğlen uykularına, yani
sevgili siestalarına pek düşkün! İşte bu nedenden dolayı, müze ziyaretlerimizi
siesta saatine kadar tamamlamaya çalışıyoruz. Siestaya da, kapanması mümkün
olmayacak yerleri sıkıştırıyoruz olabildiğince.



Milano ve Venedik, Roma'dan Ayrılmak İstiyor

Otelimizin konuşkan resepsiyoncusu ile
sohbet ediyoruz. Resepsiyoncu, İtalya’nın sınırları içerisinde olmalarına
karşın San Marino ve Vatikan’ın iki ayrı devlet statüsünde olduğundan söz
ediyor. San Marino altı
kilometrekarelik yüzölçümüyle Avrupa’nın en küçük devleti olmasına karşın
dünyanın en eski cumhuriyetlerinden biri imiş! Nüfusu taş çatlasın yirmi küsur
bin, miniminicik ordusu ise sadece ve sadece yüz seksen kişi ile sınırlı
olmasına karşın, bin yıldır bağımsızlığını korumuş olan bu “dağ devletçiği”ni inanması zor ama her yıl üç milyon turist
ziyaret edermiş! Efsaneye göre kentin temeli, Hristiyanların Roma
İmparatorluğu tarafından ağır baskılara uğratıldığı bir dönem olan IV. yüzyılda,
Aziz Marino’nun dağlara yerleşerek İsa’ya inananları çevresine toplamasıyla
atılmış.


İtalyan resepsiyoncumuz devam ediyor, “Roma’da hükümet ve turizm dışında hemen
hiçbir şey yok! Kuzeyin Milano, Venedik gibi hem turistik, hem de sanayi
kentleri Roma’yı finanse etmekten bıktılar ve ayrılmak istiyorlar. Amaçları da,
Kuzey Partisi önderliğinde Padania adlı ayrı bir devlet kurmak!”
.


II. Dünya
Savaşı’ndan bu yana, elli küsur hükümet görmüş bir ülkedeyiz. Yani, bir
hükümetin ortalama ömrü, ite kaka bir yılı buldu bulmadı derken dağılıveriyor!
Ancak, yarım asırdan bu yana kurulan tüm hükümetlerde Hristiyan Demokrat
Parti’nin ağırlığı ciddi biçimde hissediliyor.


Dönemin bilinen dünyasının hani neredeyse
tamamını kaplayan Roma İmparatorluğunun yönetim merkezi olan Roma, asırlar
boyunca dünya tarihinde belirleyici bir rol üstlendiğinden, “Dünyanın başkenti” unvanını almakta pek
bir sakınca görmemiş!





Romulus ve Remus: Roma’nın kuruluşunda kardeş kanı



Tarihi M.Ö. 753’lere dek uzanan Roma’nın,
efsanelere bakılırsa, kuruluşuna bile kardeşkanı karışmıştır. Öyküye göre,
amcaları Alba Kralı, Romulus ile ikiz kardeşi Remus’u bir sepet içine koyup
Tevere Nehri’ne bıraktırır. Bir dişi kurt, çocukları bir yaban inciri ağacı
altında bularak emzirir. Sonraları, bir çoban ikizlere rastlar ve onları yanına
alır. Zamanla serpilip gelişen çocuklar haydutluk yaparak yaşamlarını idame
ettirirler! Bir rastlantı sonucu, kral soyundan geldiğini öğrenen Romulus,
kardeşi ile kendisini sepet içinde nehre terk ettiren amcasını öldürür ve
büyükbabasını iktidara getirir…


Artık sıra, bir kent kurmaya gelmiştir!
Romulus bir sabana, beyaz bir inek ve beyaz bir öküz koşarak Palatium tepesi
üzerine saban iziyle bir çizgi çeker. Bu, ileride kenti çevreleyecek olan
surların yerini belirleyen sınır çizgisidir. İkiz kardeşini alaya alan Remus
bir sıçrayışta çizgiyi aşar. Oysa, Romulus’un affı yoktur, kardeşini gözünü
kırpmadan öldürür; kurduğu kente de kaçakları ve sürgünleri yerleştirir!..


Yine efsaneye göre, Romulus Roma’yı
kurmuştur kurmasına, ancak minicik bir sorun daha vardır! Roma’da kadın nüfus
pek az olduğundan, kentin ilerde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması
kaçınılmazdır! Romulus düşünür taşınır, çareyi komşu Sabinleri şölene çağırmakta bulur. Düğüne çağrılan eşeğin, “ya su lazımdır, ya odun!” dediğinden habersiz
Sabinler de tıpış tıpış davete icabet ederler! Şölen sırasında Romalı erkekler
yapacaklarını yapar, Sabin kadınlarını kaçırıverirler! Küplere binen Sabinli
erkekler de Romalılara savaş açar.


Ancak, atı alan Üsküdar’ı da geçmiştir;
Roma’yı da! Çünkü Sabin kadınları, Romalı eşlerine fena halde ısınmaya
başlamışlardır! Sonunda, kadınlar savaşa müdahale ederek birbirlerini öldürmek
üzere olan Sabinli babaları ile Romalı kocalarını barıştırırlar. Ve öyle bir
barışma olur ki bu, Sabinler Roma’ya taşınır ve iki halk barış içinde
kayınpeder-damat mutluluğunu yudum yudum tadarak bir arada yaşamaya başlarlar! “İçgüveysi” sistemini tersine çeviren
Romalılar “içkayınbaba” yöntemini
yürürlüğe koymuşlardır artık!


Kim bilir, belki de İtalyan erkeklerinin
turist kızlara olan yüksek ilgisinin köklerinde, kardeş katili Romulus’un
bundan 2.700 küsur yıl önce kurduğu Roma’da, erkeklerin şölene davet ettikleri
kadınları kaçırıp kendilerine eş yapmaları efsanesinin etkisi vardır! Bekâr
turist kızlara bir diyeceğimiz yok ama, özellikle evli bayanların, ataları,
Sabinli kadınları kaçırmış olan İtalyan erkeklerine temkinli yaklaşmasında
hayli yarar olabilir!


Romulus, kardeşkanı pahasına da olsa
Roma’yı kurar! Erkek yoktur; kente kaçak ve sürgünleri yerleştirir! Kadın
yoktur; Sabinli kadınları kaçırıp “Ey
Romalı erkekler, işte size eş!”
der ve kente soy sop, bet bereket getirir!
Romulus Roma için elinden geleni yapmıştır! Artık, mutlu olmak onun da
hakkıdır! Otuz üç yıl saltanat sürer. Ancak gün olur, devran döner ve öldürdüğü
ikiz kardeşi Remus’un mu, yoksa kaçırdığı Sabinli kadınların akrabalarının mı
âhı tutmuştur bilinmez, Romulus, bir fırtına sırasında esrarlı biçimde ortadan
kaybolur. Roma’nın kurucusu Romulus, haydan gelip huya gitmemiş, olsa olsa
nehirden gelip fırtınaya gitmiştir!



Batı kültürüne Osmanlı etkisi



Aradan asırlar geçer… Bir saban iziyle
kurulan Roma serpilip gelişir, kabına sığamaz olur! Ona artık karada ölüm
yoktur. Hem koskoca Roma İmparatorluğu’nun yönetim merkezidir, hem de “Dünyanın başkenti” unvanını taşımaktadır gururla! Ancak,
her çıkışın bir inişi vardır ve artık, Roma’nın başkentlik yaptığı imparatorluk
üzerinde karabulutlar dolaşmaktadır…


Roma İmparatoru Theodosius 395 yılında
ölür ve imparatorluk iki oğlu arasında paylaşılır. Artık biri batıda, diğeri
doğuda olmak üzere iki imparatorluk vardır! Batı Roma İmparatorluğu akıncı
toplulukların saldırıları sonucu 476 yılında yıkılıp Roma kartalı artık uçsuz
bucaksız göklerde süzülmez olunca, Yunan ve Roma kültürünün mirasını,
kaçınılmaz olarak Konstantinopolis devralır. Ancak gün olur, devran döner;
Fatih’in İstanbul’u fethetmesi ile birlikte, Bizans’ın bilim, kültür ve din
adamları, yeni bir mirasçı arayışı içerisinde, Batının, özellikle de İtalya’nın
yollarına düşer. Birçoğu da Roma ve Floransa’yı tercih eder. Çünkü Kral John,
Bizans ve Roma kiliselerini birleştirip ortak düşman Osmanlı’ya karşı bir cephe
oluşturmak istemektedir!


Sonuç olarak, İstanbul’un fethi, Roma ve Floransa’da
bilim ve kültürün doruğuna çıkmasında çok ciddi bir rol oynar! Aslında
İtalyanlar, İstanbul’un Osmanlı tarafından fethedildiği 29 Mayıs 1453’ün
yıldönümlerini kırk gün, kırk gece boyunca sürecek şenliklerle kutlasalar
yeridir doğrusu! Roma’yı Roma, Floransa’yı Floransa yapan unsurlar arasında
Türklerin İstanbul’u fethi faktörünü unutmamakta fevkalade yarar bulunsa
gerektir!


Yine, Osmanlının Viyana’yı kuşatmış
olması sayesindedir ki Avusturyalılar kahveyle tanışmış, Mozart da bu
kuşatmadan esinlenerek “Türk Marşı”
bestelemiştir! Bizimkilerin kısaca “kuru
hasan”
deyiverdikleri “korasan”
adlı çöreğin bile ay şeklinde olması tamamen Osmanlı etkisiyledir! Batı
kültürüne bu denli ilham kaynağı olmuşuz, yine de şu Avrupalıların hakkımızdaki
endişelerini giderememişiz! Zaten, iyiliğe iyilik olsaydı, koca öküze bıçak
olmazdı!



Önüm, arkam, sağım, solum tarih



İtalyan ve Avusturyalıları kendi vicdan
muhasebeleriyle baş başa bırakıp biz, “hakkında
söylenebilecek her şeyin zaten söylenmiş olduğuna”
inanılan Roma’ya
dönelim! Bir günde kurulmadığına göre, üç günde, beş günde gezilmesi de hiç mi hiç mümkün görünmeyen Roma, sanatın, tarihin ve
dinin iç içe geçtiği hani neredeyse üç bin yıllık bir kent! Yüz seksen bin
öğrencili Roma Üniversitesi az buz değil, yedi asır öncesine tarihleniyor!
Dünyanın en eski müzik akademisi olan Conservatorio
di Musica Santa Cecilia
’nın tarihi ise 1570’lere uzanıyor.


Zaman zaman Atina’ya benzetilse de şöyle
önemli bir farkı var kentin: Tarihi kalıntılar, Atina’da olduğu gibi tek bir
bölge ile sınırlı kalmayıp sanki tüm kente serpiştirilmiş Roma’da. Her yer,
mebzul miktarda tarihi binayla dolu olduğundan, duvarlara bol bol “Afiş yapıştırmak yasaktır” plaketleri
yerleştirilmiş. Afiş yapıştırmayı aklından geçirenler içinse, plaketin hemen
yanına ilgili kanun maddesinin yazılması da ihmal edilmemiş!


İstanbul gibi çok görmüş geçirmiş bir
kent Roma. O da, tıpkı şehr-i İstanbul gibi, başlangıçta yedi tepe üzerine
kurulmuş! Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan Batı Roma İmparatorluğu’na,
İtalya Birleşik Krallığından İtalya Cumhuriyeti’ne dek pek çok devlete başkentlik yapmış. Üstüne üstlük, Katolik âleminin merkezi Vatikan’a ev
sahipliği yapması nedeniyle de Hristiyanlığın en önemli hac merkezlerinden
birisi olmuş Roma.





Mermer sütunlar, kiliseler ve çeşmeler
kucak kucağa bu kentte. Hele şu Roma İmparatorluğu mirası çeşmeleri ne denli
hayırla ansak yeridir! Bir şişe suyun el yakacak kadar pahalı olduğu bu kentte,
hani neredeyse her köşe başına kurulmuş çeşmelerden kana kana içtiğimiz sular
nedeniyle, Romalıları “su gibi aziz
olun!”
diye anmadan edemiyoruz! Bu kentin turistik bölgelerindeki
meşrubatçı esnafının, çeşme sularının turistler tarafından içilemez derecede
klorlanması için Roma Belediyesi’ne bir müracaatı olmuş mudur acaba diye
düşündüğümüz bile oluyor! Ancak, öyle inanılmaz bir turist akını var ki “Çeşmeler Kenti” Roma’ya, zaten
meşrubatçılar da buzdolaplarında yeterince soğuk su bulunduramıyor olsa
gerektir diye akıl yürütüyoruz!



Gelen, gören, yenen Sezar ve “Sen
de mi Brutus!”



Kentin tarihi merkezinde, Forum, Colosseum ve Pantheon
Tapınağı
bulunuyor. Roma’nın en önemli anıtlarından biri, tabii ki Forum.
Yüzyıllarca, kentin kamu binalarına ev sahipliği yapan Forum, en önemli sosyal
olayların geçtiği merkez. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun izleri tüm canlılığı
ile karşımızda duruyor.


Adını imparator Septimius Severus’tan
alan Zafer Anıtı, bağrına işlenmiş
rölyeflerle Roma’nın bitmez tükenmez zaferlerinin tanığı! Bu üç kemerli tak,
2.200 yıllık olmasına karşın sapasağlam ayakta! Hava karardığında, binlerce
yıllık tarihi eserleri aydınlatmada kullanılan dev projektörler dikkatimizi
çekiyor; “Modulo di illuminazione”
yazmışlar üzerlerine kocaman harflerle. Hemen yanında bir meyve satıcısı; adı
da “Imperial Fruit”! İmparatorluk
başkentinin tam göbeğindeki meyve satıcısına da “İmparatorluk Meyvecisi” gibi bir isim yakışır doğrusu!


Az ilerde Sezar’ın bir heykeliyle burun
buruna geliveriyoruz. “Geldim, gördüm,
yendim!”
sözünün yaratıcısı, ufak, tefek biri gibi görünüyor gözümüze!
Sadece Galya seferinde ordusunun bir küsur milyon insan öldürdüğü rivayet
olunan, dünyayı titreten Roma diktatörü de bu muymuş diye içimizden geçirmeden
edemiyoruz! Oysa, “Akıl, boyda posta
değil baştadır! Boy pos dersen o devede de var!”
diye eskiler boşuna
söylememiş.


Her zaman erguvan renkli ve defne dallı
fatih giysisi giyen, altın bir tahtta oturan, portresini taşıyan paralar
bastıran, üstelik yılın bir ayına adını veren Sezar, kendisini “yaşam boyu diktatör” ilan ederek Roma
Cumhuriyeti’ne öldürücü darbeyi indirmiş. Senatörler, Sezar’ın diktatörlükle
yetinmeyip ileride kendini kral seçtireceği korkusuyla ona bir komplo kurmaya
karar vermişler. Senatoda herkesin gözü önünde öldürülen Sezar, kimi kaynaklara
göre yirmi üç, kimi kaynaklara göreyse otuz beş hançer darbesi almış. Sadece
birinin öldürücü olduğuna inanılan bu darbelerin çoğu da Cassius ve evlatlığı
Brutus gibi en yakın dostları tarafından indirilmiş!
Kimi tarihçiler, Sezar’la ilgili tarihsel bir yanılgıya dikkat çekiyorlar:
Öldürülürken, Sezar “Sen de mi Brutus?”
değil “Ve sen, Brutus, oğlum!” demiş
imiş. Bir diğer tarihsel yanılgı ise sezaryen
ameliyatının, adını Sezar’dan almış olduğu inanışı imiş. Oysa
Sezaryen sözcüğü Sezar’dan değil “kesmek” fiilinin Latince’sinden gelir
imiş! Sezar’a imparator denmesi bile yanlışmış, çünkü Romalı liderlere
Sezar’dan bir kuşak sonra imparator unvanı verilmeye başlanmış. 



Aşk, Fransa’da komedi,
İngiltere’de trajedi, İtalya’da ise opera



Çok hoş bir sütun görüyoruz; üzerinde o
derece çok sayıda savaşçı ve atlı figürü var ki, tüm bunların hangi savaşları
simgelediğini bilmeyi çok isterdik, doğrusu! Forum’un önündeki banklarda yorgun
düşmüş oturuyoruz. Az ötemizde, bir erkek yanındaki sarışın kıza heyecanlı
heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Gerçi, hayli uzaktayız ama o derece ikna edici
konuşuyor ki, erkeğin İtalyan olduğundan hiç mi hiç şüphe duymuyoruz!


Önümüzden mavi elbiseli, beyaz gömlekli
rahibeler geçiyor. Birinin başı açık, diğeri mavi başörtülü. Rahibelerin hemen
ardından gözümüz yine deminki çifte takılıyor. İkna turları sürmekte! Erkek
hararetli hararetli anlatmaya devam ediyor, ardından da bacaklarını kızın
bacaklarının üzerine atıyor; saçları dökülmüş olmasına karşın ikna kabiliyeti
yüksek doğrusu. Aşkın, Fransa’da komedi,
İngiltere’de trajedi, Almanya’da melodram, İtalya’da ise opera olduğu hayli gerçekçi bir tez
galiba.


Yarım kilometrekarelik devlet:
Vatikan



İki tarafı nefis heykellerle süslü Kutsal Melek Köprüsü’nü baştanbaşa
yürüyüp önce Kutsal Melek Kalesi’ne,
ardından da Vatikan’a ulaşıyoruz.
Roma’nın kuruluş efsanesinde geçen, ikiz bebekleri emziren dişi kurt heykeli
burada da karşımıza çıkıyor. Vatikan’ın çok yakınlarında olduğumuz,
vitrinlerdeki hediyelik eşyaların birdenbire Hristiyan motiflere bürünmesinden
de hemen belli oluyor. Her yerde İsa, Meryem tasvirleri ile Roma, Vatikan
turistik kitapları satılıyor.


Faytonların kimileri Vatikan ziyaretçisi
turistleri indirip bindirirken, kimileri de müşteri bekliyor. Hintli iki
rahibeyle fotoğraf çektirip sohbet ediyoruz. Bembeyaz elbiseler giymiş, siyah
başörtülü rahibelerin boyunlarında kocaman haçlar asılı. Bellerindeki mavi
kuşaklar da etek uçlarına dek uzanıyor.





Meydanın iki yanındaki son derece
etkileyici sütunlu yol San Pietro
Kilisesi’
ni kucaklıyor. Vatikan, Neron’un yüzlerce Hıristiyan’ı katlettiği Vatikan Tepesi’ne kurulmuş. Annesini ve
ilk karısını gözünü kırpmadan öldürtüp üvey kardeşini zehirleten Neron’un,
Roma’yı yaktırdığı iddiası, kimi kaynaklara bakılırsa, hiç de gerçekçi
değilmiş! Çünkü, o sırada Roma’dan elli mil uzaklardaymış Neron. Halkın
kendisini suçlamasına son vermek için de yangın suçunu Hıristiyanların üzerine
atıp kıyıma girişmiş! Aradan dört yıl geçmeden, ana katili Neron bu kez de
kendi canına kıymış.
İlginçtir, 64 yılındaki büyük yangında Neron tarafından öldürtülen
havarilerin lideri Aziz Pietro’nun mezarının bulunduğu bölge, günümüzde Katolik
Kilisesi’nin merkezi Vatikan’a ev sahipliği yapmakta. Hiç kuşku yok ki,
Neron’un kıyımı ters tepmiş! VIII.yüzyıldan sonra bağımsız bir devlet olan
Vatikan ortaçağ boyunca inanılmaz bir güce ve öneme sahipti. Ortaçağ
Avrupası’nda papa, Tanrı ile Hıristiyanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen
mutlak otoriteydi. Tanrının istekleri onun tarafından açıklanıyor,
duyuruluyordu. Gereğinde kralları ve imparatorları bile yargılayabiliyordu. İtalya’nın merkezindeki devletlerin başında bulunan papa, çevresindeki saray
erkânıyla tam bir hükümdar gibiydi.





İtalyan Birliği’nin kurulup Vatikan’ın
siyaset sahnesinden silinmesine dek Papalık Devleti Orta İtalya’nın tamamını
yönetiyormuş. Bir süre sonra yitirdiği bağımsız statüyü yeniden kazanması
içinse 1929’lara dek beklemesi gerekmiş Vatikan’ın! Bu tarihte Mussolini, San
Pietro Kilisesi, Katolik Kilisesi yönetim daireleri ile Vatikan Müzelerini
içeren yarım kilometrekarelik bir alanı Papalığa bırakmış.
Papalık Kenti olmasının Roma’ya hayli yararı da olmuş doğrusu! Bu
sayede, II. Dünya Savaşı bombardımanlarından pek fazla zarar görmeden
kurtulabilmiş kent.


Katolik âleminin ruhani liderliğine ev
sahipliği yapan kent bunun doğal sonucu olarak Hristiyan mimarisinin Baroktan Rönesansa dek uzanan her tarzının uygulandığı sayısız kiliseyle tıklım tıklım
dolmuş. Ancak, İtalyan katedral ve kiliselerini dini kuruluşlardan çok müze
gibi düşünen turistleri ciddi sürprizler bekliyor. Çünkü şortla, kısa etekle ya
da omuzları açık giysilerle ne kadar pişmanlık belirtirseniz belirtin, kilise
kapısından içeri adımınızı atmanız mümkün değil!


Topu topu beş yüz küsur vatandaşı
olmasına karşın, Vatikan’ın mal varlıkları arasında, tren istasyonu, helikopter
pisti, postane, pek çok dilde yayın yapan radyo istasyonu, bin dört yüz odalı
Vatikan Müzesi yanı sıra, yarım milyon el yazması kitabı barındıran dev bir
kütüphane de bulunuyor. Bir zamanlar papanın sahte bir belgeyle çevredeki geniş
toprakları sahiplendiği rivayet ediliyor ama daha sonra yanlış hesap nereden
döndüyse topraklar geldiği gibi gidivermiş! Vatikan kendi parasını bile
bastırmış, ancak bunların önemli bölümü koleksiyonculara yönelik.

   

Bir ara, “Vatikan Ordusu”nu oluşturan seksen İsviçreli muhafızdan birkaçı
ile karşılaştık. İnanılmaz hoşluktaki rengârenk üniformalarının, Rönesans
sanatçısı Michelangelo tarafından çizildiği sanılmakta imiş. Otelimizin
resepsiyoncusuna bakılırsa, Vatikan ordusunda muhafızlık gibi görevler babadan
oğla geçermiş, maaşları da hayli dolgunmuş!



San Pietro
Kilisesi 



324 yılında inşasına başlanan San Pietro Kilisesi yirmi yıllık bir
çalışmadan sonra tamamlanabilmiş. Hıristiyan
dünyasının en eski, en büyük ve en kutsal kilisesi
on iki asır boyunca
ayakta kalmayı başarmış olmasına karşın, Rönesans döneminde papanın buyruğuyla
yerle bir edilip yerine yenisi inşa edilmiş. Roma’nın eski heykellerinin başına
gelenler daha da dehşet verici. Eski çağlarda yapılmış binlerce heykel,
Rönesans döneminde kireç yapılmak üzere yakılmış! Michelangelo ve diğer
sanatçılar, bu, “Hıristiyanlık öncesi
sanatı yok etme”
politikasından şikâyetçi olmuşlarsa da kendilerine pek
kulak asan olmamış. Eski Roma heykellerinin yakılması Rönesans’tan çok
sonraları da devam etmiş.





San Pietro Kilisesi merdivenlerinde siyah
elbiseli, beyaz gömlekli, boyunlarında da tabii ki kocaman birer haç bulunan
iki rahibeyle konuşuyoruz. Polonyalı imişler ve on dört günlük hac ziyareti
için Vatikan’a gelmişler… Kilisenin beş kapısından en sağda olanı yalnızca Kutsal Yıl kutlamalarında açılıyormuş.
Zaten adı da “Kutsal Kapı”. En
soldaki kapı adının ise pek cazip olduğunu söylemek hayli zor doğrusu: “Ölüm Kapısı”. San Pietro Kilisesi’ne de
şortla, ya da omuzları açıkta bırakan giysilerle girmenin kesinlikle mümkün
olamayacağı, girişteki uyarı levhalarından ve görevlilerin tavrından kesinkes
belli.


Dışarıda
gördüğümüz çifte anahtarlı süslemelerin benzerleri, kilisenin içinde de
dikkatimizi çekiyor. Tavanlar öylesine ince ince bezenmiş ki, tüm bunların kaç
yılda bitirilmiş olabileceğini soruyoruz hep birbirimize. Binlerce ziyaretçinin
sesi uğulduyor kilisenin içinde. Çok sayıda çarmıha gerilmiş İsa heykeli,
meleklerin taşıdığı papa kabartmaları ve günah çıkartma kabinleri ile
karşılaşıyoruz. Aziz Pietro’nun mezarının üzerindeki doksan dokuz ışık
aralıksız yanıyor. İnanışa göre, bronz bölümde Aziz Pietro’nun başparmağı
bulunuyor. Kilisenin mahzenindeki yeraltı mezarlığında ise papaların mezarları
yer alıyor.


Bir diğer bölümde, ilk Hıristiyanlara
çektirilen işkenceler metal levhalar üzerine resmedilmiş. Bacaklarından
asılanlar, kırbaçla dövülenler, çengellerde sallandırılanlar, çıplak vücudu
dikenlerle sarılıp baş aşağı sarkıtılanlar, göğsü yarılanlar... San Pietro Kilisesi
içindeki hediyelik eşya dükkânlarında bembeyaz elbiseli rahibeler dini motifli
anı eşyaları satıyorlar. Rengârenk kıyafetleriyle İsviçreli muhafızların
bibloları son derece göz alıcı. Son olarak, kilisenin tepesine tırmanıp tüm
Roma’yı kuşbakışı izliyoruz…

Papa Michelangelo’ya vuruyor



San Pietro Kilisesi’nin dev kubbesinin
tasarımı Michelangelo’ya ait. Bir insanın hem dâhi bir heykeltıraş, hem de
dünyanın en büyük kilisesinin dev kubbesini tasarlayabilecek ustalıkta bir
mimar olması, hayal gücümüzün kolay kolay kabul edebileceği bir gerçeklik
değilmiş gibi geliyor bizlere! Dehanın simgesi olarak kabul edilen
Michelangelo, yaratıcılığı nedeniyle kimilerince “tanrısal” olarak bile nitelenmiş! Michelangelo, 89 yaşında ölene
dek eserler verdiğinden toplam yedi papanın hizmetinde bulunmuş.


Kendini beğenmiş, fevri ve insanlara
güvenmeyen biri olarak ün salan Michelangelo’nun cimriliği de sık sık
tatsızlıklara sebebiyet verirmiş. Yeterli aylık alamadıkları için işi terk eden
işçileri bile olmuş. Dâhi sanatçı maliyet hesaplarını iyi yapamayıp sürekli
olarak ek ödemeler rica ederken, işverenlerden de, işin yeterince hızlı
yürümediği gerekçesiyle itirazlar yükselirmiş! Sanatçı, Sistina Şapeli’nin
tavan freskleriyle uğraştığı sırada, sabırsızlıkla eserin ne zaman
bitirileceğini soran Papa’ya, kabaca, “Benim
için mümkün olan en kısa zamanda!”
cevabını vermiş! İskele babası, tahrirat
kâtibi ya da Yalova kaymakamı yerine konmayı içine sindiremeyen anlı, şanlı
Papa küplere binmiş, iskele üzerine fırlayıp asasıyla Michelangelo’ya vurmaya
başlamış! Bunun üzerine işi bırakan Michelangelo’nun geri gelmesi için Papa tam
beş yüz duka altını ödemek zorunda kalmış! Keskin sirke her zaman olduğu gibi
yine küpüne zarar vermiş anlaşılan!




San Pietro Meydanı’nda Mısır
dikilitaşı



Kilisenin dışında yine İsviçreli
muhafızlara rastlıyoruz. Mavi giysili, beyaz yakalı, eldivenli ve bereli
muhafızların değişik bir asker selamı verdiklerini görünce şaşırıyoruz.
Esasında, kıyafetlerine bakıp onları muhafıza benzetemediğimizden olsa gerek şaşkınlığımız!


San Pietro Kilisesi önündeki Vatikan’a
ait meydan, sanki bir sütun ormanıyla çevrelenmiş. Bu sütunların üzerine de
aziz ve şehitlere ait yüz kırk heykel yerleştirilmiş. Elips şeklindeki meydanda
bir o yana, bir bu yana dolaşıyoruz. İkişer katlı iki dev çeşme yanı sıra,
bunların ortasına yerleştirilmiş bir dikilitaşa da ev sahipliği yapıyor bu
geniş alan.


Dikilitaşı Mısır’dan getiren de kimmiş
biliyor musunuz? Hakkında, suçluları aslanlara attığı, üç kız kardeşiyle
yattığı, atını konsül ilan etmek istediği şeklinde türlü çeşitli rivayetler
dolaşan Roma imparatoru Caligula! Kayıtlara bakılırsa, dikilitaşın Vatikan’a
taşınması son derece ciddi sorun olmuş. Sırf bu iş için kullanılan insan ve yük
hayvanı sayısı bini aşmış! Ve tam dört ay sürmüş dikilitaşı taşıma operasyonu!
Ortaçağ boyunca dikilitaşın tepesindeki altın kürenin içinde Jül Sezar’ın
küllerinin bulunduğuna inanılırmış. Oysa içinde olan, sadece ve sadece eski bir
haçtan arta kalanlarmış!


Vatikan çıkışında, Dali’nin, ucuna çiçek
kondurulmuş upuzun bıyıklı resimleriyle bir kez daha burun buruna
geliveriyoruz! Kısa bir Dali sürrealizmi tadıp yolumuza devam ediyoruz.
Tablolarını kaldırımda yapan sokak ressamlarını seyrediyoruz uzun uzun.


Roma sokaklarında bir günde rastladığımız
kadar çok rahibeyi hayatımız boyunca görmemişizdir her halde! Rahibelerin hemen
yanı başındaki vitrinde ise Madonna’nın yarı çıplak afişleri ve çılgın bir rock
müzik! San Giacomo Kilisesi’nin
önünden geçiyoruz şimdi de. Burada da hangi kıyafetlerle kiliseye
girilemeyeceği, sözcüklerin kifayetsiz kaldığı düşünüldüğünden olsa gerek açık
seçik resmedilmiş!


İlginçtir, bizim camilerimize de
bayanların açık kıyafetlerle girmesi mümkün değildir, ancak turistlerin sıkça
ziyaret ettiği büyük camilerin önüne genellikle çeşitli örtüler konulması
âdettendir. Hatta kimilerinde şalvar bile olur şortla gelmiş turistlerin de
camiyi ziyaret edebilmesi için. Oysa Katolik kiliselerde bu tür bir turist sever
yaklaşıma pek rastlayamıyoruz doğrusu.


Bir kilisenin girişinde bizi kocaman bir
yazı karşılıyor. Hele şükür, bir İngilizce yazıya rastlayabildik şu Roma’da!
Kilisenin tarihi ile ilgili bir şeyler öğrenebilir miyiz acaba diye bir solukta
okuyoruz yazıyı. Evet, kilise ile ilgili hiçbir şey anlatmayan yazı ne dese
beğenirsiniz? “Kilisenin restorasyonu
için cömert bir katkıda bulunursanız, adınızı, kiliseye bağışta bulunanlar
listesine yazdırabilirsiniz! Daha ayrıntılı bilgi için papazlarla görüşünüz”
.
Bir de telefon numarası ilave etmişler!


Roma kiliselerinde, benim görebildiğim
neredeyse tek İngilizce yazı da turistlerden para toplamaya yönelikti! Üstelik
insanların bir kiliseye maddi yardımda bulunmasını temin için, adlarını
herkesin görebileceği şekilde listeye yazmak uhrevi meselelere dünyevi
hırsların karıştırılması anlamına gelmiyor mu acaba? Hani, sağ elinin verdiğini
sol elin görmeyecekti?..





Sokaklarda ne zaman bir “Cocco Fresco” tabelası görsek üzerinden
sular akan dilimlenmiş hindistancevizleriyle karşılaşıyoruz. Bir vitrinde,
büyükten küçüğe doğru üst üste dizilmiş bavulları görünce birbiri içine
yerleştirilen tahta Matriyoşka bebeklerini anımsıyoruz hemen! Antik çağlardan
bu yana bir alışveriş çarşısı olan Via
del Corso
bankalar, antika heykeller ve fresklerle dopdolu! Yine aynı
caddede, saçları beline kadar uzanan, belden aşağısı da bulunmayan bir
dilenciyle karşılaşıp şaşakalıyoruz! Yaşam kimilerine karşı gerçekten çok
acımasız!





Papalar bilse, Trevi Çeşmesi’ni
yaptırırlar mıydı acaba?



Aşk Çeşmesi’nin bulunduğu Piazza di Trevi, suların çağıl çağıl
aktığı, gece gündüz tıklım tıklım bir meydan. 1950’lerde ünlü yönetmen
Fellini’nin La Dolce Vita adlı filminde Anita Ekberg ve Marcello Mastroanni’nin
bir gece yarısı yıkandığı ünlü çeşmenin tam karşısındayız!


Trevi Çeşmesi tek başına Trevi Meydanı’nın önemli
bölümünü kaplıyor. İki bin yıllık bir su kemerinin noktalandığı yere kurulmuş
bu çeşme. Asırlar boyunca kaderine terk edilmiş durumdayken, 1453’te papanın
emriyle onarılmış. Papa, bu çeşmeyi şaraptan alınan vergilerle yaptırdığından,
halk, “Bize su vermek için şarabımızı
aldı!”
diye homurdanmış. Aradan iki buçuk asır geçmiş. 1700’lere
gelindiğinde, bu kez de o dönemin papasının emriyle, heykel ve kaya gibi
dekoratif unsurlar eklenmiş çeşmeye. Denizatları tarafından çekilen dev bir
deniz kabuğuna binmiş tanrı Okyanus’un heykeli öyle azametli görünüyor ki!
Etrafına da insan gövdeli, balık kuyruklu mitolojik Yunan deniz ilahlarının
heykelleri serpiştirilmiş.


Trevi Çeşmesi’ne para atıp Roma’ya tekrar
gelebilmeyi dileyenlerin ardı arkası kesilmiyor. Kimileri, çeşmeye arkalarını
dönüp parayı başlarının üzerinden havuza fırlatıveriyorlar. Âşıklar, el ele,
diz dize oturup birbirlerinin gözlerinin içine derin derin bakmakta iken
yankesicilerin de icra-i sanat eylemek için fırsat kolladıkları bir gerçek!
Çeşme başında, şarkı söyleyenler, gitar çalanlar, şarap şişelerini peş peşe devirenler
ise hiç mi hiç eksik olmuyor. Turist kızlara ilan-ı aşk etmek için çeşme
başında bekleşen İtalyan erkeklerinin sayısı da hayli kabarık doğrusu!
Trevi’nin onarılıp süslenmesini buyuran dönemin papaları bu manzaraları
görebilseler, kaderine terk edilmiş çeşme için parmaklarını oynatırlar mıydı
bilemiyoruz!



“İkizleri emziren kurt” heykelleri



Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor! Güne müze
gezintileriyle başlıyoruz. Müzeler, tarihi eserlerle öylesine tıklım tıklım
dolu ki şaşıp kalmamak elde değil doğrusu! Pompeus’un M.Ö. 66 yılında Pontus
Kralı’nı yenmesinden sonra Asya’dan Roma’ya getirdiği ganimet alayının ardı
arkasının tam üç gün boyunca kesilmemiş olduğu düşünülürse müzelerdeki tıklım
tıklımlığın boyutları daha iyi tasavvur edilebilir belki de!


 Museo Della Civilta Romana’yı geziyoruz
önce. Etrüsklerin savaşlarını konu alan çok sayıda heykel ve tablo yanı sıra,
Roma’nın kuruluş efsanesinde geçen “ikizleri
emziren kurt”
heykelleriyle sık sık karşılaşıyoruz. Bundan iki bin yıl
öncesinde Romalıların kurduğu köprülerden tutun da savaş araçlarına kadar pek
çok şeyin mükemmel maketlerini sergilemişler müzede. O dönemin ev aletlerini de
öyle ayrıntılı hazırlamışlar ki, tencereden tavaya, ocaktan kupaya dek hiçbir
detayı eksik etmemişler doğrusu! Kimi ev eşyalarında, aradan iki bin yıl geçmiş
olmasına karşın pek de bir değişiklik olmadığını fark ediyoruz şaşkınlıkla!


Tüm kentin maketinin bulunduğu salona
girdiğimizde, arkadaşlarımızın “aman, şu
köşedeki salonu kaçırmayın!”
sözleriyle uyarılıyoruz! Gösterilen köşeye
aceleyle koşuşturmamızla neyle karşılaşıyoruz dersiniz! Sadece ve sadece boş
bir duvar uzanıyor önümüzde! Şaşkın şaşkın geriye döndüğümüzde, bize,
kaçırmamamız gereken salonu tarif etmiş olan arkadaşlarımızı kahkahalar içinde
buluyoruz! Sonradan öğreniyoruz ki, bu tuzağa düşen ilk biz değilmişiz!..



İki bin yıllık Colosseum, Roma’nın
sembolü



Müzeden ayrılıp tekrar Roma yollarına
revan oluyoruz! İlginç bir trafik lambası ilişiyor gözümüze. Kırmızı lamba,
sarı ve yeşilin neredeyse iki katı büyüklükte! “Sarı ve yeşile dikkat edin ama, kırmızıya iki kat daha fazla dikkat
buyurun!”
anlamına geliyor olsa gerek diye düşünüyoruz.


Ve işte, turist otobüslerinin, çevresine
sıram sıram dizildikleri Colosseum!
Elli bin seyircilik bu amfi tiyatro, hem Roma’nın sembolü, hem de en büyük
anıtı! Bu dev anıtın iki bin yıllık tarihine karşın hâlâ sapasağlam durduğunu
görmek insanda ciddi şaşkınlık yaratıyor. Elips şeklindeki amfi tiyatro elli
yedi metre yüksekliğinde ve tam dört katlı. Amfi tiyatronun birinci katındaki
sütunlar Dor, ikinci katı İon, üçüncü katı ise Korint nizamı sütun
başlıklarıyla bir güzel donatılmış. Roma’nın sembolü olan Colosseum’un üç
katının her birinde seksen tane yuvarlak kemer olduğu söyleniyor. Gerçekten de
öyle mi deyip delinin pösteki sayması gibi amfi tiyatronun maketi üzerindeki
kemerleri tek tek sayıyorum. Doğruymuş!


Colosseum’un içi de dışı gibi son derece
görkemli ve iyi durumda. Gerçi oyun ve dövüşlerin üzerinde yapıldığı platform
yıkılmış ama birazcık iyimserlik oyunu oynayacak olursak bunda da bir hayır
vardır diyebiliriz! Çünkü platform yıkıldığından, altındaki vahşi hayvanların
dövüşler öncesinde tutuldukları odacıkları rahatlıkla görebiliyoruz şimdi.


Bu amfi tiyatronun içinde, sembolik deniz
savaşları, turnuvalar ve ölümle noktalanan her türlü “oyun” coşkuyla sahneleniyormuş o dönemlerde! Halkın iki temel
düşüncesi varmış: “ekmek ve oyunlar”...
Önemli kutlamalar sırasında arena suyla doldurulur ve mini yelken yarışları
düzenlenirmiş. Ayrıca, çukurlar kazılır, kentler, dağlar, orman ve hayvanlardan
oluşan muhteşem bir dekor yaratılırmış. Bu hayali dekorlar sayesinde Romalılar,
tüm dünyaya hâkim oldukları hazzını tekrar tekrar yaşar, ne iyi ettik de geldik
derlermiş birbirlerine!


Gerçi, Colosseum tüm Roma vatandaşlarına
açıkmış, ancak oturma durumu, cinsiyet ve sosyal sınıf gözetilerek sıkı sıkıya
kurallara bağlanmış! Zenginler ön taraftaki beyaz sıralara kurulurken,
yoksullara da gerilerdeki kahverengi sıralar düşermiş. Herkesin haddini ve
oturacağı yeri bildiği bu amfi tiyatroda gladyatör dövüşleri 404 yılında
yasaklanmış olmasına karşın, hayvan dövüşleri bir asır daha sürmüş!


Roma’nın kuruluşunun bininci yıldönümü
nedeniyle 249 yılında düzenlenen şenliklerde, işte bu amfi tiyatroda yüzlerce
hayvan dövüştürülmek suretiyle öldürülmüş! Filden aslana, kaplandan su
aygırına, zebradan zürafaya kadar yüzlerce hayvan... Ancak, anlaşılması zor
olan nokta şu: Bir kent kurulmuş, adına da Roma demişler. Vatana, millete,
Romalılara ve tüm insanlığa hayırlı, uğurlu olsun! E, bin yıl boyunca da her
türlü kaza, belaya karşın haritadan silinmeyip 249 yılına ulaşmış. Buna da bir
diyeceğimiz yok! Bininci yıldönümlerini kutlamak tabii ki dönemin tüm Roma
ahalisinin hakkı! İnanın, gözümüz, hasedimiz yok! Ancak, Roma bin yıl yaşadı
diye, zavallı fillerden, zürafalardan ve hayvanlar âleminin yüzlerce
yaratığından ne istediniz? Ne isteyecekler canım! Öyle ya, “Bir insan bir kaplanı öldürürse, bunun adı spordur; oysa, bir kaplan
bir insanı öldürürse, bu vahşettir!”
değil mi ama?..





Gladyatör dövüşleri



Kutsal
Roma İmparatorluğu’nun başkentinin simgesi olan Colosseum’da bininci yıl
kutlamaları sırasında öldürülenler sadece aslan, kaplanla sınırlı kalmamış! “Ölüme hükmetme” arzusunun bir ifadesi
olan gladyatör dövüşlerinde de iki bin insan çığlıklar ve alkışlar arasında
ölüme yollanmış!


Roma kenti bin yıl ayakta kalmayı başardı
diye sen gel, şenlikler düzenle ve iki bin çaresiz insanı birbirine kırdır!
Roma ahalisi, Colosseum’daki bu kan deryasını izledikten sonra eve gelip çoluk
çocuğuna “E, bugün bir eğlendik, bir
kutladık ki, demeyin gitsin! Ne hayvan kaldı, ne insan!”
mı diyorlardır
acaba diye merak etmemek elde değil doğrusu!


İtalyanlar, “ilk Hristiyanların bu amfi tiyatrolarda aslanlara atıldığı”
tezinin belgesi olmadığını iddia ediyorlar! Tam bu noktada, hemen aklımıza
ülkemizdeki önemli bir rüşvet skandalı geliveriyor! Hani, rüşveti veren sanık, “rüşvetin belgesi mi olurmuş!” dememiş
miydi? Bundan neredeyse iki bin yıl öncesinde de “Hristiyanların aslanlara atılmasından sorumlu devlet bakanı”nın, “bugün 28 Hristiyan aslanlara attık, dün
de 13 tanesiyle aslanlarımızı beslemiştik, yarınki rakamlar ise henüz
belirsiz!”
biçiminde tuttuğu bir envanteri mi bulmak gerekiyor bu iddianın
belgelenebilmesi için bilemiyoruz!


Üstelik, Hristiyanları değil de savaşta
ele geçirilen köleleri aslanlara atmış olmak bu insanlık suçunu hafifletici bir
neden olabilir mi hiç? Şu acımasızlığa bakın bir! Yıl MS 80… İmparator Titus,
Colosseum’um açılışı onuruna oyunlara dokuz bin aslan hediye eder. Bu dokuz bin
aslanı da nasıl mı doyurur? “Suçlu”
ilan ettiği zavallı insanları bu aç hayvanların önüne atıp parçalattırarak!..


Öte yandan, pek çok inancın taraftarları gibi
Hristiyanlar da verdikleri kurbanın sayısıyla doğru orantılı olarak
güçlendiklerinin farkındaydılar. En fazla kurbanı kendi iç çatışmalarında
vermiş ve yine en vahşi öldürme yöntemlerini kendi mezhep çatışmalarında icra
etmiş olsalar da toplumsal selamet gereği bunları unutmak isteyen
Hristiyanlık, Roma İmparatorluğunda Hristiyan olduğu için katledilenlerin
sayısını abartıp bu katliamı dehşetengiz öykülere dönüştürme eğiliminde
görünmektedir!


Sırf eğlence olsun diye arenalarda
insanların aç aslanların önüne atıldıkları ne kadar gerçekse, bu kurbanların
önemli bölümünün Hıristiyan olmaktan daha çok, savaşta ele geçirilip Roma’ya
köle olarak getirilenler oldukları da bir o kadar gerçektir! Ve yine su
götürmez başka bir gerçek daha var ki, o da Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı
kabul ettikten sonra, eski inançlarına bağlı insanların, bu kez Hıristiyanlık
adına çok zalim yöntemlerle katledilmesidir!



Romalı askerler turistlere kılıç
saplıyor



Colosseum çıkışında, üzerinde rengârenk “Roma” yazılı dizi dizi şapkaların hemen
yanında, bir de ne görelim! İki Romalı asker turistlere kılıç çekmesin mi? “Bre aman!” demeye kalmıyor, kılıçlı,
kalkanlı Romalı askerler turistlerin elinden küçük çocuklarını kapıveriyorlar!
Ancak, turistlerde pür neşe! Hiç istiflerini bozmadan ağlanacak hallerine
gülüyor, üstüne üstlük bir de fotoğraf çekiyorlar!


Biraz yaklaşınca, bunların “turizm amaçlı Romalı asker!”
olduklarını kavrıyoruz. Üstüne üstlük, her kılıç saplama sahnesi için de
turistlerden para alıyorlar. Bir ara, “Romalı
asker”
kılığındaki erkek, “Romalı
kadın”
kıyafetli bayanın yırtmacına kılıcını uzatıp eteğini yukarıya kadar
sıyırıveriyor. “Romalı kadın”ın tatlı sert reaksiyonu ise epeyce rötarlı
geliyor doğrusu!


Turizm faaliyetleri arasında, bu, “kılıç saplama” hizmeti hangi kategoriye
dâhil edilebilir tam bilemiyoruz, ancak hayli kazançlı bir meslek olduğu kesin!
Kıyafetten başka sermaye istemeyen, eli kılıç tutan her vatandaşın rahatlıkla
gerçekleştirebileceği bir turizm faaliyeti bu! Bizim turizmcilerimizin de
konuyu ciddiyetle etüt etmesinde yarar olabilir belki! İstanbul’u ziyaret eden
turistlere, ellerinde eğri kılıçlarıyla yeniçerilerimizin surlara tırmanışı
sahnelenebilir! Ya da, Kleopatra kılığındaki animatörlerimiz Pamukkale
travertenlerine şöyle bir uzansa fena mı olur!


Ancak, bizim eski Türk filmlerinde zaman
zaman rastlanan “kol saatli cengâver”
benzeri sevimsiz görüntülerin tekrarlanmaması açısından kılık, kıyafet
yönetmeliğinin bu alanda da üzerinde ciddiyetle durulmasında yarar var tabii ki!
Taytlı, şömizye bluzlu ya da mini şortlu Kleopatraların mümkün mertebe
engellenmesi inandırıcılık açısından fevkalade gerekli olabilir!


Kimi tarihçilere bakılırsa, aşk yaşamı
ile ün salmış olsa da, Kleopatra’nın âşıkları sadece ve sadece Sezar ve Antonius’tan
ibaretmiş. Ayrıca, Kleopatra Mısırlı değil Yunan kökenli. Ailesi üç
asırdan beri Mısır’da yaşamasına karşın, Mısırlılar için o yine de bir Yunanlı. İntiharının gerçek nedeni ise Antonius’un ölümüne duyduğu kederden çok,
Roma’da zincire vurulup sokaklarda dolaştırılacağı korkusuymuş! “Ölüm gelmiş bu cane, baş ağrısı bahane!”
diye boşuna söylememiş eskiler! Üstelik Kleopatra’nın filmlerde gösterildiği
gibi perçemleri de yokmuş. Tıraş edilmiş başına, kıvırcık saçlı bir peruk
takarmış. “Kör ölür, badem gözlü olur;
kel ölür, sırma saçlı olur”
sözünde de bir gerçek payı varmış demek ki.
Roma’da, tarihi binalar ve modern yaşam
fevkalade ilginç bir birliktelik oluşturmuş. Önümüzdeki tarihi binada, elinde
haç bulunan kocaman bir aziz heykelinin altına Levi’s dükkânı azametle
kuruluvermiş! Kent, çevre temizliğini vurgulayan afişlerle dopdolu. “Rome welcomes the world. Take care of her!”
yazıyor afişlerde. Yazının yanında ise, ibret verici bir fotoğraf yer alıyor; Roma sokakları, yerlere atılmış çöpler, boş gazoz şişeleri ile perişan halde. Çevreyi kirletenlere de ciddi bir para cezası uyarısı yer alıyor afişte.


Roma’da reklam sektörü sürekli yeni
arayışlar içinde anlaşılan! Kamyonların üzerine dev ilanlar yerleştirmişler;
kamyon ve dolayısıyla ilan kentin tüm ana caddelerinde dolaşıp duruyor!
İlanlardan birinde, kocaman kurdeleyle paketledikleri Colosseum resmi bir gün
sonraki gösteriyi tüm kente duyuruyor! Yollarda seyyar satıcılarla sohbet ediyoruz.
Tabii, her zaman olduğu gibi, onlar İtalyanca, biz İngilizce sürdürüyoruz
konuşmamızı! Pavarotti’nin adını verip bir arya söyleyip söyleyemeyeceğini
soruyoruz satıcıya. Önce niyetlenir gibi oluyor, sonra utanıp “stop, stop!” diyor kameramıza.


“Dünyanın başkenti”nde günde on beş saate varan yürüyüşlerle kenti olabildiğince çok yaşamaya
çalışıyoruz. Bu arada, yakınlarımıza kart atmayı da ihmal etmememizde yarar var
tabii ki! Kartları alıyoruz almasına da, pul bulmak için şimdi de postane
aramak zorundayız! En yakın postaneyi soruyoruz kartları aldığımız yere. “Tabacchi” denilen tütün dükkânlarından
pul bulabileceğimizi duyunca nasıl seviniyoruz, postane peşinde koşmayacağız
diye!..



Pantheon Tapınağı’na krallarla
sanatçılar yan yana gömülmüş



Adını, çevresindeki barlara bile veren Pantheon’dayız. Çevremiz, pizzacılar,
dondurmacılar ve kafelerle dolu. Roma’nın en alçak noktasında inşa edilmiş olan
ve çok ilginç bir kubbeye sahip bu mabet, M.Ö. 27’lere tarihlendiğine göre şaka
maka iki bin yıllık bir ömrü, pek zarar görmeden geçirmeyi başarabilmiş! Eski
Romalıların tüm tanrılarına adadıkları bu tapınak, sonraları İtalyan kral,
kraliçe ve sanatçılarının gömüldüğü bir ulusal anıt haline gelmiş.
Sanatçıların, kral ve kraliçeler ile aynı yere gömülmesi de bu kentte sanata
verilen değerin bir ifadesi olsa gerek!


Çevredeki polis arabalarının
yoğunluğundan yankesiciler için hayli stratejik bir mevki olduğu belli
Pantheon’un. Tıngır mıngır giden bir faytonu izliyoruz. Çıkardığı sesler öyle
hoş ki.

Navona: Gündüz meydan, gece sirk



Roma halkı, akşam yemeklerini afiyetle
yiyip üstüne de bir fincan espressolarını yuvarladıktan sonra meydan ve çeşme
başlarına doluşmayı pek seviyor anlaşılan. Hem Roma sakinlerinin, hem de
turistlerin en sık uğradıkları yerlerden biri olan Navona Meydanı, gündüz ve gece o derece farklı ki inanılası değil. “Gündüz meydan, gece sirk” gibi bir yer
burası!


Hava bir kararmaya görsün, beş dakikada
karikatür ve portre çizenler sandalyelerine kurulup müşteri beklemeye
başlıyorlar meydanda. Öyle boş duranına da pek rastlamadık doğrusu! Ressam ve
karikatüristlerin karşısındaki sandalyelere müşterilerin biri kalkıp biri
oturuyor. Çevrede de hemen bir izleyici kalabalığı oluşuveriyor. Her halde
içlerinden de yoğun biçimde “benzedi mi,
benzemedi mi?”
analizleri yapıyorlardır, tıpkı bizler gibi! Kısacası, “Caricatura” ilanları hayli
yoğun meydanda. Thatcher’dan İngiltere Prensi Charles’a ve Castro’ya, Clark
Gable’dan Sophia Loren’e kadar kimler yok ki karikatüristlerin müşteri
portföyünde! Hele hele Pavarotti’yi öyle bir çizmişler ki, ünlü tenor, kocaman
ağzını açıp üstümüze doğru geliveren bir balinayı andırıyor!


Satıcılar bağıra, çağıra Roma tişörtleri
satarken pantomimciler de bin bir çeşit icra-i sanat eğliyor Navona
Meydanı’nda. Bir tanesi bembeyaz pudralanmış yüzü ve kravatıyla robot taklidi
yaparken, bir diğeri, “Fingers Dance”
yazılı bir levhanın başında, iki elinin parmaklarına kıyafetler giydirip bir
dansçı çift yaratmış, müzik eşliğinde “parmak çift”i masa üzerinde dans
ettiriyor. Ne demeli, adamın on parmağında on marifet ve bin bir çeşit dans!


Hani, “Fala
inanma, ama faldan da geri durma!”
derler ya, biz bu sözün evrenselliğine,
Navona Meydanı’nda hiçbir kuşkuya yer vermeyecek derecede vâkıf oluyoruz.
İtalyanca, İspanyolca ve İngilizce olmak üzere tam üç dilde fal hizmeti
veriliyor burada! Gitar çalıp şarkı söyleyenlerden “pilli bebek” gibi hareket eden mim sanatçılarına kadar bir
cümbüştür gidiyor meydanda!


Barok stilli bu oval meydanda üç tane de
anıtsal çeşme mevcut. Nettuna Çeşmesi
üzerindeki Neptün ve deniz tanrıları figürleri çok hoş. Bernini’nin tasarladığı
Moro Çeşmesi ise 1600’lerden kalma.
Meydanın ortasındaki Fiumi Çeşmesi de
yine Bernini’nin en önemli yapıtlarından. Ganj, Nil ve Tuna’yı temsil eden
mitolojik nehir tanrıları çeşme başına çökmüş “ne olacak bu nehirlerin hali?” der gibi mahzun mahzun bakıyorlar
insana.

İspanyol Merdivenleri’nde
akordeonlu düğün



Gecenin ilerleyen saatlerinde, kentin en
popüler noktalarından biri olan İspanyol
Meydanı’
na doğru uzanıyoruz ki ne görelim! Bir gelin ve damat yanlarında
davetliler de olmak üzere, hep birlikte merdivenlere kurulmuşlar! “Nikâh salonu tutup paralar sarf
edeceklerine, yeni evliler işin kolayını bulmuş anlaşılan!”
diye düşünüp bu
akıllı çiftin yanına yaklaşıyoruz. Bir de öğreniyoruz ki, bu iş için ta
Polonyalardan gelmişler! Anlaşılan, Roma’da akrabaları yaşıyormuş.


Düğün alayı, hep birlikte merdivenlere
oturup akordeon ve mızıka eşliğinde şarkılar söyleyip havuz başında dans
ediyor. Biz de hayran hayran bu “merdiven üstü düğün”ü izliyoruz.
İzleyiciler arasında, bir de seyyar kestaneci bulunuyor! Köşeye tezgâhını
kurmuş, ellerinde düğün şekeri göremediği davetlilere “düğün kestanesi” satabilme umudunu diri tutmaya çalışıyor!


Stendhal’den Balzac’a, Wagner’den Liszt’e
pek çok ünlünün arşınlamış olduğu İspanyol Merdivenleri’nde hayli sıkı
sayılabilecek yasaklar da var. Duvarlara kesinlikle yazı yazılmayacak,
merdivenlerde yenilip içilmeyecek, temizlik yapılabilmesi için saat 24-02 arası
oturulmayacak, 23-07 arasında da kesinkes gürültü patırtıdan uzak durulacakmış!


Roma ziyaretimiz sona eriyor. Dünyanın başkentine veda ediyor ve yollara
revan oluyoruz yeniden…







 Yazılan Yorumlar...
hakangeziyor
(17 Nisan 2017)
Murat Hocam, çok uzun zaman oldu... Özlettiniz kendinizi.. Umarım bu artık kesin dönüş olmuştur Gezialemine... Elbette bir diyardan bir diğerine gitmekten fırsat buldukça :)
Eylül ayında kalabalık bir grupla gerçekleştireceğimiz Roma-Floransa seyahatimiz öncesi harika bir yazı oldu.
Kaleminize sağlık...