Arabamla Afrika - Ruanda : 2 (Gisenyi, Kibuye, Nyungwe Ormanı Ulusal Parkı)

Islak bir günün ardından derin bir uykudan sonra yeni güne; yani 27 Şubat Pazartesi gününe, zinde açtım gözlerimi. Buraların kahvaltısı; yumurta türevlerinden birisi (ya omlet, ya -eğer derdinizi anlatabildinizse- haşlanmış yumurta ya da çırpılmış yumurta/scrambled egg), kızarmış iki dilim ekmek ve tereyağından oluşuyor. O gün şanslıysanız yanında bir de jöle şeklinde reçel de ilave. Reçelin cinsi ne olursa olsun (portakal, kayısı v.s.) hiç farketmez. Tadı hep aynı, renk değişiyor yalnızca. Maksat "ağız tatlılığı" olsun. Yanında kahve ya da çay seçeneğiniz var tabii. Ama çayınızı "black" (siyah) istemeyi unutmayın, yoksa mutlaka sütlü çay gelir. Bu tabii, benim standartlarımın "üst klas" sınıfındaki otellerde böyle; yani "kahvaltı dahil" olanlarında... "Orta" ve "alt" sınıf otellerimde ise kahvaltı lüksü yok. Bunun için kendi imkanlarınızı seferber etmek zorundasınız. Buketler'le geçirdiğim tatildeki açık büfe "kuş sütlü" kahvaltılar ise mazide artık. Bütçeyi tutturacağız ya...

O sabahki kahvaltıma -arada bir yaptığım gibi- çeşni katmak amacıyla Türkiye'den beri buzdolabımda bulunan "export" kalitede zeytin ve gravyer peynirini de ilave ediyorum. Görkemli kahvaltımın ardından arabamda ufak bir tamirat ve genel "gözle" bakım var. Önceki gün yürüyüş dönüşünde, birkaç gündür kulağımı tırmalayan ve portbagajdan gelmekte olan takırtı artmış, sonuna doğru artık "kafama vuruntu" şekline dönüşmüştü. Sebebini tahmin etmek çok güç değildi benim için; daha önce de başıma geldiğinden biliyorum. Portbagajı, arabanın çatı saçağına bağlayan toplam 10 ayaktan sol en öndeki, daha önce Kenya'da -sanırım- Maasai Mara yollarında kırılmış, Alican'la Kisumu da söküp, yerine arkadaki -fazla taşıyıcılığı olmayan- birisini çıkarıp takmıştık. Kırık ayak da, kaynattırılmak üzere arkada duruyordu ama, pek üzerinde durmamıştım şimdiye kadar. Sonuçta, yeni taktığımız ayağın da aynı şekilde kırılmış olduğunu tespit ettim. Bu tekrarlama can sıkıcıydı ve diğer tüm ayakları tek tek kontrol ettim. İyi ki etmişim; sağ tarafta bulunan öndeki 2 ayakta da aynı kırıklar oluşmuştu. Hepsini söküp, mevcut 6 ayağı eşit şekilde dağıtmaya ve kırıkları kaynattırdıktan sonra hepsini yerlerine takmaya karar verdim. Ve operasyon başladı. Başladı da, yağmur da başladı. Benim böyle bir tamiratı yapmam demek, takım çantasını çıkartmam demektir ki, o da arabanın arkasındaki birçok eşyayı boşaltmamı gerektirir. Yağmur başlayınca, ıslanmasınlar diye tekrar hepsini arabaya yükledik tabii. Başladık yağmurun dinmesini beklemeye. Ne gezer, dineceğine gitgide hızlanıyor. Yaklaşık 1.5 saat bekledikten sonra hava biraz müsaade etti de, gerekli "kavança" işlemini tamamladım. Bu sefer takımları kaldırmıyorum, kaynattıktan sonra yeniden yerine takacağım ya... Arabanın yağ seviyeleri, mazotun suyunun alınması, alt tarafın gözle kontrolu... Bu arada, bir süredir dikkatimi çeken ön diferansiyeldeki yağ "terlemesi"ndeki artışı farkettim ve biraz canım sıkıldı. Ama şu anda yapacak birşey yok. Ciddi bir yağ kaçağı olmadığını biliyorum ama, en kısa zamanda tapayı söküp seviyeye bakmak, gerekirse takviye etmek lazım.

Misafirhanedekilerle vedalaşıp, önceki gün yıkanmak üzere verdiğim çamaşırlar ve yürüyüş ayakkabımı -ıslak olarak- aldıktan sonra, aşağıya, Ruhengeri'ye doğru sallandım. Arabayı fazla zorlamıyorum, sarsılmasın diye. Ne de olsa, portbagajın ayaklarından onda dördü yok. Üzerindeki yük fazla değil (iki stepne, toplam 84kg) ama, sarsıntının oluşturduğu dinamik yük parçalayabilir. Ruhengeri'de önce bir internet café bulup -günlerdir ilk defa- mesajlarıma bakıyorum. Sonra da bir kaynakçı bulup -biraz ben, biraz o- parçaları kaynattırıyorum. Yerlerine montajı ile saati iki ettik bile. Hedef Kivu Gölü kıyısı.

Ruhengeri-Gisenyi yolu

Kivu Gölü
Kivu Gölü, Ruanda'nın en büyüğü olma özelliğinin yanı sıra Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile olan sınırının büyük bir kısmını da oluşturuyor. Kenya'da, Naivasha'da girdiğimizden beri içinde dolaşıp durduğumuz Büyük Çatlak Vadisi'nin yükseklikleri arasına sıkışmış Kivu Gölü'nün deniz seviyesinden yüksekliğini GPS'imde 1,470m olarak okuyorum. Göl kıyısındaki ilk durağım olan Gisenyi'ye ulaşabilmek için, Virunga dağlarının uzantılarını kıvrıla kıvrıla tırmanıp, daha sonra da Kivu'ya doğru iniyorum. Çevremdeki manzara muhteşem. Her taraf yemyeşil. Ruanda'ya girdiğimden beri bitki örtüsünden -neredeyse- toprağın rengini göremedim. Havadaki rutubetin de etkisiyle oluşan puslu görüntü manzarayı daha da büyüleyici hale getiriyor.

Ruhengeri'den yaklaşık 1.5 saatlik bir yolculukla ve oldukça düzgün asfaltlı, fakat virajlı bir yolla Gisenyi'ye varılıyor. Kivu Gölü kıyısının en kuzey ucunda yer alan Gisenyi'nin göl kıyısındaki yüksek palmiyeler arasındaki sahil yolu ve üzerindeki kolonyel tarzdaki evlerle, şehrin üst kesimindeki toprak yollar ve çevresindeki derme-çatma yapılar tamamiyle birbirine tezat teşkil ediyor. Göl kıyısındaki geniş kumsalı, 1,500m rakımı nedeniyle insanı bunaltmayan havası ile tam "kafa dinlenecek" bir yer. Şehrin içindeki otel seçeneklerini tek tek dolaşıp, kendime en uygununu bulmak amacıyla sahil yolunda ağır ağır ilerliyorum. Onun fiyatı, bunun tuvaleti, öbürünün manzarası derken karşıma birden bire bir bariyer çıkıyor. Ne oluyoruz, derken tabelalardan Ruanda'nın bittiğini anlıyorum, 50m ilerisi Kongo (Demokratik Cumhuriyeti). Bariyerin başındaki asker "Eee! Hadi, geçmeyecek misin?" der gibilerinden yüzüme bakıyor. İki manevrayla geri dönüyorum. Bu arada Kongo tarafından üzerinde kocaman "UN" harfleri yazılı beyaz Birleşmiş Milletler araçlarından oluşan bir konvoy gelip Ruanda'ya giriyor. Otelim Palm Beach. Nasıl, fiyakalı, değil mi? Kendisi pek öyle olmamakla birlikte... Akşam yemeği için, özellikle tavsiye edilen, şehrin 6km güneyinde, yine sahildeki Paradise Restaurant'a balık yemeğe gidiyorum. Akşam mönüsü, kömür ateşinde tilapia balığı. Tilapia'nın Türkçe'de karşılığı var mıdır, bilemiyorum (bileniniz varsa kusuruma bakmasın, yemek konusundaki cehaletime yorun lütfen) ama, sanırım buralara özgü bir tatlı su balığı ve diğer tatlı su balıklarına (en azından benim bildiklerime) pek benzemiyor. Az ve iri kılçıklı, lezzetli bir balık. Bu arada, Paradise'ın yakınında, Ruanda'nın en büyük bira üretim tesisi Bralirwa Brewery var. En çok tutulan Primus ve Mützig lokal biralarının yanı sıra, Guinness de burada üretiliyor. Şimdi, biradan söz açılmışken hazır, bu konuyu biraz deşelim, müsaade ederseniz. Ne de olsa, kalem benim elimde.

Efendim, bu bölgelerde bira çok sevilir. Bura insanının en sevdiği içecektir bira. "Bura" derken Kenya'dan itibaren aşağıya doğru, demek istiyorum. Aslında Etiyopya da biraz öyle ama, orada öncelik biraz daha farklı. Ancak bunun sebebini, öyle sömürge ülkelerinin empoze etmesi falan sanmayın sakın. Onlar gelmeden çok öncesinden beri buralarda bira yapılıyormuş. Ama bizim bildiğimiz gibi arpadan değil, muzdan. Eee, yer gök muz olunca, birayı da bundan yapıyorlar tabii. Bunun yapılmasına ilişkin prosedürü de bir yerlerde okudum ama, -açıkçası- pek anlamadım. Bayağı çetrefilli işlemlerden geçiriliyor, içilecek hale gelene kadar. Şimdi anladığım kadar anlatmaya çalışacağım, yanlış olacak. Ancak şurası bir gerçek ki, bizim bildiğimiz malt birasından farklı; hem tadı, hem de sonuçta "yarattığı etki" açısından. Bir kere tattım ama; tatmakla kaldım, daha ileriye gidemedim. Çok sert olduğu kesin ki, içenler kısa sürede sarhoş oluyorlar. Bu biralar yapıldıktan sonra sarı bidonlara dolduruluyor (buraların meşhur bidonları) ve satılmaya götürülüyor, bisikletle. Bidonlar 20lt'lik ve bir bisiklete üç, hatta bazen dört tane bidon yükleniyor. Yanlış duymadınız, bisiklete dedim. Bir de bu konu var tabii, bisiklet konusu.

Bisiklet-kamyonetler

Kisumu'da (Kenya) bisikletle taşımacılık kültürüyle tanışmamdan sonra, buradaki uygulamalarını gördüğümde, Kenya ve Uganda'dakilerin önemi azaldı gözümde. Ruanda'da insan taşımacılığı dışında, eşya taşımacılığı da yapılıyor bisikletle. Kamyonet gibi yani. Bu arada insan taşımacılığı artık şehirlerarası boyutlara varmış vaziyette. Köyden-köye, köyden-kente, kentten-köye insanlar bisiklet-taksilere atlayıp gidiyorlar. Hem de öyle tek tek değil, bazen iki kişi (yolcu olarak) bindikleri de oluyor. Şimdi gelelim eşya taşımacılığına: Evinizde imal ettiğiniz birayı, bahçedeki ağaçlarınızdan topladığınız muz hevenklerini ya da tarladan çıkardığınız patatesi kasabaya satmaya mı götüreceksiniz? Düşünmeye gerek yok. "Nakliyeci"yi çağırın, yükleyin "sele"sine, götürsün, nereye isterseniz. Kaba bir hesapla 100kg civarında olduğunu düşünüyorum, ortalama yük ağırlığının. Bazılarında bu daha da abartılıyordu; herhalde 120-140 kiloyu buluyordu. Normalde o bahsettiğim bira bidonlarından 3 ya da 4 tanesi, ya da 3 patates çuvalı (tanesi 40kg gelse, 120kg eder), ya da 3 koca hevenk muz taşıdıklarını gördüm. Bunun dışında masa, komodin, kapı, kereste v.s. taşıdıklarına da şahit oldum. Bütün bunları fotoğraflamak mümkün değil. Hem araba kullanırken (bunlara hep yollarda, araba kullanırken rastlıyorum çünkü) hem de fotoğraf çekmek mümkün olmuyor (tek başına olmanın zorluklarından birisi). Durup da fotoğraf çekmek de mümkün değil, çünkü istemiyorlar. Çekebildiğim tek "nakliyeci bisiklet" fotoğrafı aşağıdadır.

Yukarıdaki fotoğraftan anlayacağınız gibi, bir yokuş tırmanılmakta. O nedenle kan ter içinde itiyorlar, gördüğünüz gibi. Her üç bisiklette de üçer tane patates çuvalı var. Birazdan tepeye ulaşacaklar ve hepsi bu yorgunluklarını, tepeden aşağıya süzülürken, bir yandan da karşıdan gelen rüzgarla serinleyerek atacaklar. Ama, ne süzülmek. O yükle ve o virajlı yokuştan aşağıya herhalde 60-70km hızla iniyorlar. İnanamazsınız yaptıkları sürate. Beni solluyorlardı ve kesinlikle "ölümüne" gidiyorlar. Virajlarda, bisikleti o yükle yatırışlarını görseniz, şaşkınlıktan küçük dilinizi yutarsınız. Karşıdan hatalı sollama yapıp gelen bir araç olsa (genellikle olmuyor, ama) hiç bir kurtuluş şansları yok. O bisikletlerin frenleri, o kadar yükle yavaşlamayı nasıl sağlıyor, bilemiyorum.

Bisikletlerin hepsi Çin malı Phonix marka. Tamamı vitessiz ve frenler de çubuk fren. Ve o adamlar (yüklüyken değil tabii) o vitessiz bisikletlerle yokuşları, sanki düz yolda gidermiş gibi çıkıyorlar. Ruanda'nın Süpermenleri!

Yol bulabilseydim, böyle güzelliklerle birlikte gidecektim Kibuye'ye

Ertesi gün kahvaltıdan sonra veda ediyorum Gisenyi'ye. Sonraki durağım Kibuye. Kibuye'de Gisenyi gibi Kivu Gölü kıyısına kurulmuş küçük bir kasaba. Gisenyi'den Kibuye'ye, zaman zaman Kivu Gölü kıyısını yalayarak giden bir yol görünüyor haritada; toprak bir yol. Dalıyorum Kibuye yoluna. Hafif taşlık yol yer yer göl kıyısını yakalıyor, bazen göle tepeden bakıyor. Ama çoğunlukla gölden uzaklaşıyor ve gittikçe de zorlaşıyor. Bir ara yolun doğru yol olduğundan kuşkuya düşüyorum. Gördüğüm birilerine Tarzanca yönümün doğru olup olmadığını soruyorum, onaylıyorlar. Yolun kalitesi konusunda ise anlaşamıyoruz. Bir süre daha gittikten sonra yol -neredeyse- tamamen kayboluyor.

Kibuye'ye yaklaşıyoruz

Yaklaşık 15km gelmişim ve gitmem gereken 71km daha var. Geri dönüyorum. Yeniden Ruhengeri'ye dönüp asfalttan gideceğim. 86km yerine, yine yemyeşillikler içinde 210km yol yapıp akşam üstü Kibuye'ye varıyorum. Kivu Gölünün dantel gibi girintili-çıkıntılı sahilinde bir sürü irili-ufaklı koyun olduğu bir bölgede, Kibuye.

Bu seferki otelim Kibuye'nin balıkçı barınağının hemen sırtında ve muhteşem bir manzarası var. Aslında koyun karşısındaki Béthanie Misafirhanesi (kilisenin misafirhanesi) daha güzel bir konumda ama, fazla "dini içerikli" geldiği için oradan vazgeçtim. Akşam yemeğimi de otelin terasında yiyorum. Akşam biraz yazılarımla ilgilenip, yatacağım.

Kivu Gölü kıyısındaki bu iki şirin kasabayı görmek istememin özel bir nedeni vardı. Bu nedeni, daha sonra "soykırım"la ilgili bölümde açıklayacağım.

Odamın önündeki balkondan, Kibuye koyu

Şempanze adlı yaratığı görmek için şimdiye kadar çeşitli girişimlerde bulunmuştuk, hatırlarsanız. Bunların her ikisi de Uganda'da; ilki Murchisson Falls Ulusal Parkı'nda, ikincisi de Queen Elizabeth Ulusal Parkı'nda idi. Hezimetle sonuçlanan ikinci denemenin ardından ben, Entebbe'de Yaban Hayatı Eğitim Merkezi'nde şempanzeleri uzun uzun izlemiş, türlü çeşitli pozlarını da yakalamıştım. Ancak, tüm bu fotoğraflar, diğerleri gibi uçup gitti, biliyorsunuz. Hem bol bol şempanze (kitap öyle diyor, orman şempanze "kaynıyormuş"), hem de halis yağmur ormanı göreyim diye, Ruanda'nın güney batısında, Kivu Gölünün bittiği ve Kongo (Demokratik Cumhuriyeti) ile kara sınırın başladığı bölgede bulunan Nyungwe Ormanları'na gideceğim. Yine ana yolu kullanıyorum. Bu asfalt yol, Ruanda'yı Brundi'ye bağlayan ana karayolu. Haritaya göre, sınıra gelmeden hemen önce Kayanza isimli bir kasabadan batıya dönerek Nyungwe Ormanları'na ulaşabiliyorum. Ruanda'nın üniversite şehri Butare'yi geçiyorum, hesaplarıma göre bir süre sonra Kayanza'yı görmeliyim. Derken karşıma bir bariyer çıkıyor. "Herhalde polis bariyeridir" diyorum ama Ruanda'da daha önce hiç böyle polis bariyeri de görmemiştim. Arabadan inip yolun karşısında oturan polislere doğru gidiyorum. "Bu bariyer ne için?" soruma "Genellikle ülke sınırlarında yollara bariyer konulur" diye bir cevap alıyorum. "E, peki Kayanza?". "O Burundi'de" diyorlar. Nasıl yani? Ne zaman gitti? Niye beni beklemiyor ki? Sonra haritaya bir daha bakıyorum. Michelin'de sınır çizgisi biraz karışık; Kayanza Ruanda'da mı kalıyor, Burundi'de mi, pek seçilemiyor. Neyse, polislerin söylediği doğrudur herhalde, benden daha iyi biliyorlardır. Fakat bu ülke de ne kadar küçük kardeşim. İki kere yanlışlıkla sınıra "çarptım".

Gerisin geriye, Butare'ye kadar dönüp, oradan Nyungwe'ye ayrılacağım. Bu sefer yanlışlık yapmamak için Butare'nin içinde sormaya karar veriyorum. Butare -bir üniversite kenti olmasından herhalde- modern bir şehir. Hazır bulmuşken, bir süpermarketten erzak takviyesi yapıp Nyungwe yolunu da öğreniyorum. Şehir çıkışında sola doğru ayrılıyormuş. Emin olmak için, orada tekrar sorarım. Ama "ora"ya varana kadar yine bir tufan başlıyor. Benim sileceklerim camı temizlemeye yetişemezken, Nyungwe yolu olduğunu sandığım bir yola dönüyorum. Yol ağzındaki benziciye sormak için inip de tekrar arabaya geri dönene kadar sucuk gibi ıslanıyorum. Neyse, en azından doğru yoldayım. Yarın da böyle yağarsa, ormanda işimiz var.

Nyungwe Ormanları'nda gün yavaş yavaş akşama dönüyor.


Nyungwe Ormanı Ulusal Parkı
Nyungwe Ormanı, daha önce de dediğim gibi tam bir yağmur ormanı. Bu ormanlar, batıya, Kongo'ya doğru genişleyerek devam ediyor ve Orta Afrika'yı batıya kadar kaplayarak Afrika'nın yeşil göğsünü oluşturuyor. Hava kararmaya yüz tutmakta; hem güneşin ufka doğru yavaş yavaş yatıyor olmasından, hem de bulutların aldukça kalın ve alçalmış olmasından... Karanlık basmadan Nyungwe Ormanları Ulusal Parkı sınırının hemen dibindeki misafirhaneye varmak istiyorum. GPS'ime göre, birazdan parkın ORTPN'e ait buluşma noktasından geçmem ve yaklaşık 20km sonra da ORTPN'in misafirhanesineulaşmam lazım.

Nitekim, buluşma noktası tam beklediğim yerde çıkıyor karşıma. Tesadüf, iki tane park görevlisi de var. Şempanzeleri görmek istediğimi, zat-ı alilerinin sabah müsait olup olmadıklarını soruyorum. Sabah 06:30'da buluşma noktasında bulunmam gerektiğini söylüyorlar; gelirken yanımda USD70.00 getirmeyi unutmamamı da tembihleyerek... Tam 21km sonra misafirhanenin bahçesine giriyorum. Eğer Nyungwe Ormanları'nda şempanze görmek istiyorsanız ya bu misafirhanede kalacaksınız, ya da Kivu Gölü kıyısında, gölün Ruanda sınırlarının en güneyindeki yerleşimi olan Cyangugu'da bir otelde... Cyangugu'da (Çangugu diye telaffuz ediliyor) kalmanın dezavantajı, buluşma noktasına yaklaşık 70km uzakta olması ve bu nedenle sabah kalkış saatinizin -diğerine göre- en az 1.5 saat öne çekilmesi (bu yollarda ancak ortalama 35km hıza ulaşabiliyorsunuz). Yani, misafirhanede kalan bir kişi, 06:30'daki buluşmaya, kahvaltısını hızlı yapmak ve hızlı hazırlanmak şartıyla en geç 05:30'da, Cyangugu'da kalan ise 04:00'te uyanmak durumunda. Elimdeki rehber kitap, misafirhanede banyo ve tuvaleti olan bir şalenin kahvaltı dahil kişi başı geceliğinin USD20.00, Cyangugu'daki belirtilmiş olan tek otelin (Hotel du Lac Kivu) ise tek kişilik odada kahvaltı dahil USD10.00 olduğunu yazıyor. Bu nedenle ben de misafirhaneyi tercih ettim, Cyangugu'daki otel seçeneğine göre biraz daha pahalı da olsa... Tabii evdeki hesap çarşıya uymuyor bazen. Misafirhaneye vardığımda, misafirhanenin artık ORTPN'e ait olmadığını, artık adının da "misafirhane" değil "lodge" olduğunu, burasının yaklaşık bir yıl önce özelleştirildiğini ve güzelleştirildiğini söylediler. Sonuç: Tek kişilik kahvaltı dahil oda fiyatı 25,000 Ruanda Frankı; yaklaşık olarak USD50.00. O da, kahvaltı hariç. Hem de şalede değil, çünkü onlar şu anda doluymuş. Bitişik odalarda ve duş ve tuvalet dışarıda. "Çok güzel özelleştirmişsiniz. Peki güzelleştirdiniz mi de, bakalım?" dedim. Birşey anlamadılar tabii. Ben de, turizm işinin böyle yapılamayacağını, elimde bir yıl önceki bir kitapta yazılı bilgilerle gelip hayal kırıklığına uğradığımı, böyle giderse hiçbir turistin burada kalmaya gelmek istemeyeceğini, sadece kendilerine değil Ruanda turzmine ve dolayısıyla ekonomisine de zarar vermekte olduklarını, bu konuda Turizm Bakanlığı'na şikayet mektubu yazacağımı, bu yaptıklarının ayıp olduğunu söyleyen uzun bir konuşma yaptım (çok severim, huyum kurusun). Müdiranım geldi, ona anlattılar durumu. O da bu dokunaklı konuşmama karşılık bana kahvaltı dahil 20,000 Frank (yaklaşık USD40.00) gibi "reddedemeyeceğim" bir teklifte bulundu. O yorgunlukla, gecenin saat sekizinde yağmur ormanlarında 1.5 saat daha gidip, ertesi gün de 1.5 saat erken uyanmak hiç cazip gelmiyordu açıkçası. Bir an "kitapta yazılı olandan bir kuruş fazla vermem, yoksa giderim" blöfünü atmayı düşündüm. Ya yemezlerse? Bura insanı pazarlığa alışık değil. Ben öyle bir blöf atarsam eminim ya tükürdüğümü yalayıp "peki sizin dediğiniz olsun" demek, ya da delikanlılıktan ödün vermeyip gecenin karanlığında yollara düzülmek zorunda kalacağım. Müdiranıma, gösterdiği "cömertlik"ten ötürü teşekkür edip, yine de bu durumdan pek hoşnut kalmadığımı ekledim. Akşam yemeği "çoktan seçmeli" tabldot. Fakat yemekler pek lezizdi gerçekten. Sabah 05:40'a kahvaltı istedim (orada alışıklar, herkes o saatlerde kahvaltı istiyor). Ve buz gibi ortak banyoda sıcak duşumu alıp, erkenden yattım.

... ve yavaş yavaş tan ağarıyor, sisler içindeki Nyungwe'nin üzerine

Sabah kalkması hiç zor gelmedi. Serin bir gecede deliksiz bir uykunun ardından zinde olarak uyandım. Hızla eşyalarımı toplayıp hazırlandım ve on dakikada kahvaltı masasına oturdum (Buket'in kulakları çınlasın). Kahvaltım tam 05:40'ta önümde hazırdı. Hızlı bir kahvaltı ardından 05:50'de yola çıktım. Yolda, ormanı sisler içinde görünce dayanamadım ve kenara çekip birkaç kare aldım.

Tam 06:30'da oradaydım. Aynı lodge'da kaldığımız genç bir çiftin dışında, geceyi orada, yani buluşma noktasında, kamp yaparak geçiren -biri bayan- 3 kişi de vardı. Toplam altı kişiyiz. Paraları bayıldık, brifingi aldık ve arabalara binerek yürüyüşün başlayacağı noktaya yollandık. Yine önden giden iz sürücüler, şempanzelerin yeri hakkında telsizle rehberimize bilgi veriyor. Yolda, virajların ortalık bir yerinde arabayı durdurttu, rehber. "Burdan başlayacağız" dedi, yolun karşı kıyısındaki kesif ormanı göstererek. Haydaa! Yahu, bu ormana giriş yok ki! Emin misin burası olduğuna? Hani, sorsaydık bir daha. Arabalardan indik. Ben fotoğraf çantam ve yağmurluğumu aldım. Havanın serin olmasına rağmen (önceden tecrübe) sweatshirt'ümü çıkarıp t-shirt'le kaldım. Evet, ürperiyorum. Ama birazdan iyi gelecek. Ve dalıyoruz ağaçların arasına. Elimizde, rehberin verdiği sopalar. Ben bu sopayı iki elimle çapraz ve önde tutarak sarmaşık ve dalları yarıyorum. Yoksa yürümek imkansız. Yerde sürüngen sarmaşıklar var ve ikide bir insanın ayağı takılıyor. O kadar kesif bir bitki örtüsü var ki, neredeyse adım attığını yeri görmenize engel oluyor. Zaten yere baksanız kafanızı bir dala çarpıyorsunuz, karşıya baksanız ayağınız bir yere takılıyor... Bir süre hafif meyille ine çıka ilerledik. Birazdan dik bir meyil (yaklaşık 50-55°) başladı, aşağıya doğru iniyoruz. Bunun dönüş yolunda bir de çıkışı var tabii. Sarmaşıklara takılmaz da üzerlerine basarsanız, bu sefer de ıslak oldukları için kayıyorsunuz. Neyse, yaklaşık yarım saat-45 dakika kadar bayır aşağı inmiştik ve ben içimden "helal olsun Ali, bu sefer düşmeden becereceksin galiba" diye geçiriyordum ki, önce sol ayağım bir sarmaşığa takıldı ve tökezlendim. Sağ ayağımla sağlam bir zemine basıp da dengemi bulayım derken o da bir başka sarmaşığa (belki de aynı hain sarmaşığın uzantısı) takıldı ve ben uçmaya başladım. Sırtımda kamera çantam, elimde bastonum, daha kanatlarımı açmaya fırsat bulamadan havada bir perende atıp omuzlardan itibaren ilk yere çarpışım, ardından tekrar fırlayıp aynı atraksiyonla ikinci düşüş ve nakavt vaziyetinde çalıların üzerinde takılı kalmam... Rehberler ve askerler koşup bana yardıma geldiler. Kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda diğerlerinden yaklaşık 10m uzakta ve ciddi bir irtifa kaybetmiş olarak yatıyor olduğumu gördüm. Uçarken tek hatırladığım, gözümden gözlüğümün düşmemesi için sahip olmaya çalışmamdı. Gözlüğümü kaybetmem demek -benim için- felaket demek. Arabada yedeğim var tabii ama, ya arabaya kadar... Neyse, olayı orta halli birkaç ezik ve sıyrıklarla atlattık. Kolum ve bacağım sağlam, belimde birşey yok, sırtım ve göğsüm ağrımıyor. Devam!

O kadar uzaktan 200mm+2x telekonvertör ile çekebildiğim en iyi resimler

Bir yarım saat sonra "Tamam" dediler, "geldik". İyi de, etrafta şempanze falan yok ki. Uzakta bir ağacın üzerinde bir noktayı gösterip "İşte!" dediler. İyice dikkatimi toplayıp oraya bakıyorum ama birşey görmek mümkün değil. Çünkü hem uzak, hem de dallardan birşey görünmüyor. Yardımcı olmak için ağaç dallarına şempanzenin kurduğu yuvayı gösterdiler; evet, bir karaltı var yuva olarak. Bu arada belirtmek isterim; şempanzeler her gece farklı bir ağaca kuş yuvası gibi -ama kendi boyutlarına uygun "iri bir kuş yuvası" gibi- yuva yapıp içinde bir ya da iki kişi uyuyorlar. Her gece yer değiştirmelerinin sebebi ise düşmanı şaşırtmak. "Düşmanı kim?" diye sordum; "Pigmeler" dedi rehber. Avlayıp, yiyorlarmış. Boylarına uygun, daha "yere yakın" bulabilecekleri hayvanları yeselerdi ya! Neyse, biz o ağaca biraz daha yaklaşıp elimizdeki objektiflerin ya da -bende olmayan- dürbünlerin yardımı ile hayal meyal bir şempanze gördük. Dalların birine oturmuş, ha bire topladığı ufak meyveleri mideye indiriyordu. Daha sonra ben yuvada bir hareket farkettim, ki bir tane de orada varmış. Biz böylke bir saat kadar bu 1.5 şempanzeyi; birisi yuvanın içinden arada bir kolunu bacağını gösterirken, diğeri de tıkınırken, seyrettik.

Sonra bu hazretler, ağaçta yiyecek birşey kalmadı diye aşağıya inip, ormanın derinliklerinde kaybolup gitti. Biz de elimiz böğrümüzde kalakaldık. "Hadi" dedi rehber, "dönelim artık". Ne yani, bu muydu tüm gürültü? Öyleymiş efendim. Buralarda şempanzeler bu kadar gösterirmiş gül cemalini. Hani kitapta yazılanlar? Bu bence, kitabı yazan iki kişiden biri olan Janice Booth'un yanlışı. Philip Briggs (ki diğeridir) bu tür hatalar yapmıyor çünkü, diğer rehber kitaplarından edindiğim izlenime göre. Gel de arama Uganda'da Murchisson Falls'taki o bir sürü şempanzeyi, gel de hayıflanma kaybolan resimlere.

Bu da diğeri

Kös kös tırmanmaya başladık (bu sefer dönüşte tırmanılıyor ya). Herkes hayal kırıklığı içinde. Ama özellikle geceyi buluşma noktasında kamp yaparak geçiren üçlü gruptan Amerikalı erkek olanı sürekli şikayet ediyor; verilen sözün bu olmadığı, daha çok şempanze görüleceğinin söylendiği konusunda. Bu arada, daha önce; biz ağacın altında kafaları dikmiş şempanzeyi gözlerken, Amerikalı'yla sohbet ediyorduk. Ben Uganda'da, Murchisson Falls'ta çok daha fazla sayıda ve daha yakından, üstelik de gayet rahat ve kısa bir yürüyüşle ulaşılabilen yerde şempanze görülebildiğini, hem de ödenen ücretin bunun yanında komik seviyede (yaklaşık USD8.00) kaldığını anlatıyorum. Söz açıldı; "sen nereden nereye gidiyorsun"a geldi. Ben hikayemi, İstanbul'dan Cape Town'a kendi arabamla gidiyor olduğumu kısaca anlattım ki, arkadan o üçlü gruptaki kız atıldı: "Sen Ali misin?" Kafamı çevirdim, bu kadar da meşhur olduğumu tahmin etmiyordum açıkçası J "Evet" dedim, "İmzalı bir fotoğrafımı ister misin?". "Ben," dedi "Becky, Chris'in arkadaşı". E pes birader. Afrika bu kadar mı küçük? Kızın Afrika'da bir yerlerde olduğunu biliyorum ama, onunla Nyungwe Ormanları'nın içinde karşılaşıp tanışacağım hiç aklıma gelmezdi yani. "Chris sürekli senden söz ediyordu; senden ve arabandan". "Öhöm, sağolsun. Ben de onu severim tabii. İyi çocuktur"la başlayan muhabbettimiz dönüş yolunda da devam etti.

Buluşma noktasına döndükten sonra vedalaşıp ayrıldık. Benim hedefim Kigali, yani başkent. Tanzanya'ya geçmeden önce üç gün kalacağım, birikmiş işleri toparlayıp biraz da dinleneceğim.

Not:
Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Ruanda : 1 (Ruhengeri / Volcanoes Ulusal Parkı)

Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.


 Yazılan Yorumlar...
Nalan
(20 Kasım 2016)
ingilizcede kendi sectiğim odevim ruandayı anlatmak slaytım için sizin yazınızdan yararlanacağım şimdiden teşekkür ediyorum bende ileride ruandaya gıtmek isterim