Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Ruanda ::::: Ruhengeri ::::: Arabamla Afrika - Ruanda : 1 (Ruhengeri / Volcanoes Ulusal Parkı)        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Ruanda Ruhengeri 06 Nisan 2012 15 Ekim 2005
19 Nisan 2006
5515 1 Ali Eriç 

 Arabamla Afrika - Ruanda : 1 (Ruhengeri / Volcanoes Ulusal Parkı)
 (Genel)

Ruanda, pek çoğunuzun gözünde milyonlarca insanın yakın zamanda hunharca katledildiği bir ülke olarak canlanıyor, eminim. Maalesef, benim de gözümün önünden gitmiyor, Coşkun Aral'ın fotoğraflarındaki o içler acısı "insan manzaraları". Bu korkunç manzaraların yarattığı travma, çoğunluğun belleğinde Ruanda'yı, "insanların katledildiği ülke" olarak kalmaya mahkum etti. Bugünkü durum hakkında araştırma yapmaya başlayana kadar -maalesef- ben de aynı yanlış inanışa sahiptim.

24 Şubat Cuma günü yolun solundan sağına, sınır çizgisinin de Uganda tarafından Ruanda'ya geçtim. Seyahatimin Kenya'dan itibaren ki bölümünün Ruanda hariç tamamı -maalesef- yolun ters, pardon, sol şeridinden gidilen ülkelerden oluşuyor. İngilizlerle bu konuda tartışmaya girerseniz, kendilerinin yolun doğru, diğerlerinin ise ters tarafında olduğunu iddia ederler. Böyle bir tartışmada ben de onlara bizim meşhur Laz fıkrasını anlatırım. Hani, Laz bir vatandaşımız (Lazlar kızmasın lütfen!) İngiltere'de şehirlerarası yolda tam yoğun bir saatte ilerliyor; ama alıştığı tarafta, yani sağında... Tabii kalabalık trafik birbirine giriyor; korna çalanlar, kendini dışarıya atanlar falan... Bu sırada radyoda, yolda "bir deli"nin yanlış şeritte gitmekte olduğuna dair uyarı anonsu yayımlanıyor. Vatandaşımız anonsu duyunca kendi kendine söyleniyor: "Kaç 'bir tane', hepsi hepsi..." Neyse! Seyahatimin bitimine kadar bu son krallığım. Ruanda'dan sonra aynı işkenceye devam. Ama alıştım artık.

Sade bir pasaport ve triptik töreninin ardından ülkeye giriş yaptım. Kenya'dan sonra, triptik ve gümrük işlemlerinde artık ne arabaya, ne de içindekilere bakmaz oldular. "Her türlü kaçakçılık işi yapılır!" diye cama bir yazı mı yapıştırsam, ne. İnsan, silah, uyuşturucu, -buralarda çok revaçta olan- elmas v.s... Çalınanların parasını çıkarsam yeter (bak, yine çalınanlardan bahsettim).

Benim ülkeye giriş yaptığım sınır, aslında Uganda ile Ruanda arasındaki ana sınır değil. Daha önce Kenya'dan Uganda'ya girerken yaptığımız gibi, bu sefer de tali bir sınır kapısından Ruanda'ya giriyorum. Bunun aslen iki nedeni vardı. Birincisi, bir "ara plan" olarak gündeme gelen ve Uganda'dan -kısa süreliğine- Kongo'ya geçip, oradan Ruanda'ya girmek, diğeri ise dağ gorillerine yakın bulunmak. Aslında ikisi de birbiriyle bağlantılı. Şöyle ki; dağ gorilleri, merhum Dian Fossey ve onun hayatını anlatan Sisteki Goriller (Gorillas in the Mist) filmi sayesinde dünyaca tanınıp da, bölge meraklıların akınına uğrayınca, bunun iyi bir gelir kaynağı olabileceğini keşfeden -başta- Uganda ve -sonra- Ruanda, konuyu ücretli bir "atraksiyon" haline getirmişler. Öyle ki; ilginin, ücretli olmasına rağmen halâ giderek artması, lokal otoritelerin "arz/talep" kanununu deneme-yanılma yöntemiyle öğrenip, gelen turistlerin maddi sınırlarını zorlamak konusunda cesaretlendirmiş. Bu arada, kendi iç meselelerinden başını kaldıramayan Kongo ise, konuya uzak kalmakta devam ederken, bunu keşfeden turistler de, "yüz görümlüğü" ücretinin düşük olduğu bu yeni ülkeye doğru hafiften seğirtmeye başlamışlar bile. Rakamlardan bahsetmek gerekirse, Uganda ve Ruanda'da 1 saatlik "yüz görümlüğü" ücreti şu sıralarda USD375.00 iken, Kongo'da bu rakam USD225.00. Hepsi de aynı mal, pardon, dağ gorili yani. Çünkü bunların hepsi aynı köyün, Virunga Dağları'nın, çocukları. Bu dağlar, üç ülkenin sınırlarının birleştiği noktada yükselen; üçü aktif altısı sönmüş toplam dokuz volkandan oluşuyor. Goriller de bu dağlarda fink atıyorlar, aileleri ile birlikte.

Uzun lafın kısası; ben zaten Uganda'dan Ruanda'ya geçeceğim ve geçerken USD60.00 vize ücreti ödeyeceğim. Bunu Kongo'dan da girsem ödüyorum, değişen birşey yok. Değişen tek şey şu olacaktı: Uganda'dan Kongo'ya UD30.00 ödeyip vize alarak girecek, orada birkaç gece kalacak, bu arada goril işini de "ucuza kapatacak" ve sonra da Ruanda'ya geçecektim. Ama, Daniél amcamız (bana Uganda'dan Kongo'ya, oradan da Ruanda'ya eşlik edecek "dost") kazık atınca bu iş yattı. Öyle olunca da bendeniz, kafam kızıp Ruandaya geçtim. İşte, neden herkes gibi Butare üzerinden değil de, Kisoro üzerinden Ruanda'ya girdiğimin hikayesi bu.

Ruhengeri/Volcanoes Ulusal Parkı: Altın Maymun ve Goriller

İlk hedef Ruhengeri, sınırdan yaklaşık 40km içerdeki kasaba. Orada gerekli erzak ikmalimi yapıp, goril hazretleri ile görüşmek için randevu aldıktan sonra dağa çıkacağım. Plan, Virunga Dağları'nın Ruanda'daki uzantısını içinde barındıran Volcanoes Ulusal Parkı (Parc des Volcans). Bu park, 13,000 hektarlık bir alana sahip. En yüksek noktası, Kongo ile sınırın tam zirvesinden geçtiği Karisimbi Tepesi, 4,507m.

Ruanda'daki ulusal parklar, ORTPN (Office Rwandais du Tourisme et des Parc Nationaux/Ruanda Turizm ve Ulusal Parklar Ofisi) isimli bir kuruluşa bağlı. Bu kuruluşun, ulusal parklara yakın yerlerde birer ofisleri var ve çok iyi örgütlenmiş bir kuruluş. Tabii bu kadar para akınca, örgütleniyorlar.Tüm ofisler, Kigali'deki merkez ofisle eş-zamanlı uydu bağlantısına sahip falan. Özellikle dağ gorilleri için randevular merkezden veriliyor. Ancak, Uganda'daki gibi turiste eziyet olmasın diye, merkez dışındaki ofislerden de randevu alabiliyorsunuz. Anında görüntü yani.

Şimdi, "Bu randevu ne iş?" sorunuza geliyorum. Efendim! Bu dağ gorilleri, anılan Virunga Dağları bölgesinde yaklaşık 300 fert kalmış vaziyetteler. Bunların, gerek kaçak avcılardan (maalesef bu hayvancıkları çeşitli amaçlarla avlayanlar da var), gerekse bağışıklık sistemlerinin alışık olmadıkları bulaşıcı hastalıklardan korunması gerekiyor. İlki için, dağlarda sürekli devriye gezen askerler var. İkincisi için ise, bu hayvanları görmek için gelen turistlere bazı kısıtlamalar getirilmiş vaziyette. Örneğin, gorilleri toplam 1 saat görebiliyorsunuz. 1 dakika daha fazla görmenize müsaade edilmiyor. Aynı goril ailesi, bir günde en fazla 8 kişilik tek bir grup tarafından ziyaret edilebiliniyor. Gorillere 7m'den daha fala yanaşamıyorsunuz. Eğer o size yanaşmaya kalkarsa, siz uzaklaşmalısınız; tabii yavaş hareketlerle ve geriye dönmeden. Yanınıza aldığınız yiyeceklerden yerlere atılmasına kesinlikle müsaade edilmiyor, daha sonra goriller tarafından alınıp yenilmesin diye. Orman içinde tuvaletiniz gelirse, sizinle gelen "iz sürücüler"den birisi yere maşatesi ile çukur kazıyor, hacetinizi giderdikten sonra üstü toprakla kapatılıyor. Gorillerle birlikteyken onlara doğru hapşımak veya öksürmek kesinlikle yasak. Ve daha benzeri birçok kural.
Tarlada çalışan çiftçiler, Kinigi Köyü
Parkta yaşayan birkaç goril ailesi var. Herbir aile için günde en fazla 8 kişilik bir gruba izin verildiği için, buna göre rezervasyon alınıyor. Yüksek sezonda, bazı zamanlar birkaç haftalık, hatta aylık randevuların dolu olduğu, bu nedenle çok daha önceden başvurmak gerektiği söyleniyor. Benim teşebbüsüm ise yağmur sezonunun ortasına denk geldiği için -böyle bir çılgınlığa kalkışanların sayısının azlığından- birkaç gün sonrasına randevu verilebiliyordu.

Şimdi, bu bir saatlik "görüşme" öyle gidip hazretleri evinde görmek şeklinde olmuyor tabii. Bunun için, sizden çok önce ormana dalıp gorillerin izlerini süren "iz sürücüler" var. Bunlar goril ailesinin yerini tespit ettiklerinde, yola çıkan turist grubunun başındaki rehbere telsizle bilgi veriyor. Rehber de bu bilgiye göre grubu yönlendiriyor. Sabah 07:00'de buluşma noktasında hazır bulunan grup üyelerine önden kısa bir brifing veriliyor; görecekleri goril ailesi ve üyeleri ile ve kurallarla ilgili. Daha sonra araçlarla ulaşılabilecek en yakın noktaya kadar gidilip, oradan yürüyüşe başlanııyor. Yürüyüşten çok "tırmanış" demek daha doğru olur, hem de bir cangılın içerisinde.
Çoban çocuklar, Kinigi Köyü
Neyse! ORTPN'in Ruhengeri'deki ofisinde, 3. gün için randevu aldım. Ancak, bu arada rezervasyon iptali olursa, daha önceki bir gün de gitme ihtimalim olabilir. Ama bunun için, her sabah 06:45'te dağdaki buluşma noktasında hazır bulunmam gerekiyor. Dolayısıyla, 3 gece dağdayım demektir. Kalacağım yer, buluşma noktasının hemen yakınındaki Kinigi Misafirhanesi. Bozuk (ya da, kayalık) 25km'lik bir yoldan Kinigi'ye varıyorum. Bu misafirhane aslen ASOFERWA (Association de Solidarité des Femmes Rwandaises/Ruanda Kadın Dayanışma Derneği) adlı bir yardım kuruluşuna ait.

ASOFERWA, 1994'te yaşanan korkunç soykırımdan etkilenen kadınlar ve kimsesiz çocuklar yararına Ağustos 1994'te oluşturulmuş bir dernek. "Soykırımdan etkilenen" derken, soykırım nedeniyle dul kalan kadınlardan, öksüz kalan çocuklara, soykırım sırasında fiziksel ve duygusal şiddete maruz kalanlara, soykırım sırasında tecavüze uğrayıp AIDS'e yakalananlara ve hatta soykırım suçlaması altında olup da "yeniden eğitim" programına dahil edilenlere kadar geniş bir "soykırım mağduru" insan kitlesine hizmet vermeye çabalıyor. Bu durumdaki kişiler için Ruanda'nın çeşitli yerlerinde kurulan, her biri 100-150 evden oluşan ve 600 ila 1,200 kişiyi barındıran "Barış Köyleri"nde barınma sağlanıyor, iş edindirme eğitimleri veriliyor, kimsesiz çocuklar sahiplendiriliyor v.s.
Kinigi Misafirhanesi, Volcanoes Ulusal Parkı
Kısacası, ASOFERWA'ya ait bu misafirhanede kalmak -bir bakıma- böyle kutsal bir çalışmaya da katkı sağlamak anlamına geliyor.Ruanda'ya yolu düşenler ve Volcanoes Ulusal Parkı'nı ziyaret edecekeler için (ki şiddetle tavsiye olunur) yardımcı olacağı düşüncesiyle aşağıda kontakt bilgilerini veriyorum:

Kinigi Guest House Tel : +250 8533606, +250 8848061, +250 8515146 ve +250 547156 E-posta : kinigi-guesthouse@rwanda1.com Misafirhane müdürü : Ms. Beatrice Mukangenzi Resepsiyon görevlisi : Ms. Rosetter Mbabazi

Her ikisi de İngilizce ve Fransızca biliyorlar. Servisi kaliteli, fiyatları ehven, insanları dost, temiz, huzurlu ve mütevazı bir konaklama yeri. Üstelik buluşma noktasına da -neredeyse- yürüme mesafesinde.
Misafirhane, sırtını heybetli Sabyinyo Dağı'na (3,634m) dayamış
Ertesi sabah 06:45'te buluşma noktasında hazırım. Rezervasyon iptali olmadığı için o günkü "goril turları"ndan birisine dahil olamıyorum. Ben de, aslında daha önceden de planladığım Altın Maymunlar'ı (Latince tanımı cercopithecus kandti) görmeye gideceğim. Primatların bu türü, yalnızca Büyük Çatlak Vadisi'nin Albertine Çatlağı bölgesine mahsus ve özellikle de Volkanlar Ulusal Parkı'nda yaşıyorlar. Bunun dışında, güneyde, Nyungwe Ormanı'nda da küçük bir nüfusun yaşadığı belirtiliyorsa da, dikkate değer kısmı bu bölgede, Virunga Volkanları'nda yoğunlaşıyor. 2004 sayımlarına göre Volkanlar Ulusal Parkı'nda yaklaşık 40 kadar altın maymun olduğu sanılıyor. Dünya Koruma Derneği (World Conservation Union) tarafından nesli tehlikede olan hayvanlar listesinde olması nedeniyle ancak 2003 yılında ziyaretçilere "görücüye" çıkartılmaya başlanan altın maymunlar, kendileri için bir film yapan ve kollayan olmadığı için dağ gorili abileri kadar tanınmış değiller.
Altın maymun
Altın maymun adını, altın sarısı gövde, yanak ve kuyruk tüylerinden alıyor. Turumuz Francis Ndagijimana önderliğinde yapılacak. Önden kısa bir brifing veriliyor, Francis tarafından. Grupta 6 Alman (yaşları -sanırım- 60 ila 75 arası) ile bir de ben (yaşı 47) varız. Almanlar bir arabada, Francis ve ben de benim arabada, yürüyüşün başlayacağı köye kadar gidiyoruz. Bu noktada bizi beş tane asker karşılıyor. İkisi arabaların başında bekleyecek, diğerleri ise bizimle geliyor. Ciddi bir örgütlenme var. Aslında bu örgütlenme daha buluşma noktasından sezilmeye başlanmıştı bile. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgememişler, anlaşılan.
Patates tarlalarından geçerken karşımıza bir bukalemuncuk çıkıyor
Patates tarlalarının içinden yürüyerek, milli park sınırına kadar geliyoruz. Milli park sınırı, yığma taşlarla örülmüş bir duvarla belirlenmiş, yaklaşık 1.5m yüksekliğinde. Francis, bu duvarın, parktaki bufaloların park dışına çıkıp, köylülere ait tarlalarda ürünlere zarar vermelerini önlemek üzere yapıldığını söylüyor.
Volcanoes Ulusal Parkı sınırlarının dibinde bir orman köyü
Ormana dalmamızla çamur başlıyor. Aslında arabalardan indiğimizden beri çamur var ama, batacak kadar değildi. Sık bambu ağırlıklı ormana girdikten sonra ise yer yer çamura batıyoruz, bileğimize kadar. Tam teşekküllü Alman birliği, çamura karşı ayak bilekleri ve baldırlarını kavrayan tozlukları sayesinde çamurdan -nispeten- korunabiliyorlar. Bendeniz ise, pantolon paçalarına kadar çamura batmış bir şekilde ilerliyorum. Başta, Almanlar'ın kuşandıkları bu kadar çeşitli teçhizat fazla ukalâca gelmişti bana ama, şimdi kimin ukalâ olduğu ortaya çıktı tabii. Bu arada, rehberimiz Francis sürekli telsizle konuşarak "iz sürücüler"den maymunların konumuna ait bilgi alıyor. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından maymunların bulundukları yere yaklaştığımızı söyledi ve ardından "iz sürücüler"le karşılaştık. Francis, bu noktada sırt çantalarımızı bırakmamız gerektiğini, bundan sonrasında bambuların çok daha sıklaşması nedeniyle onlarla ilerlememizin çok güç olacağını söyledi. Askerlerden ikisi de çantaların başında bekleyeceklerdi. Francis'e, gideceğimiz mesafenin ne kadar olduğunu sordum; yaklaşık 500m ilâ 1km daha yürüyeceğimizi söyledi. Arada geri dönmek mümkün görünmediği için sırt çantamdan (aslında benim fotoğraf çantamdır) en uygun objektifimi seçip, makineme takmam gerekiyordu. Ormanın sıklığını göz önüne alarak fazla yüksek zoom kullanamayacağımı düşünerek 17-55mm (konvansiyonel makinelerde 25-85mm'ye karşılık geliyor) objektifimi taktım. Sonradan, o objektifi makineyle birlikte kafama vurmak isteyecektim tabii. Maalesef yetersiz kaldı ve diğer büyük objektifi takmadığıma; daha doğrusu, Francis'e inanıp da çantayı almadığıma çok hayıflandım. Tamam, yolumuz gerçekten zordu ama, bir sırt çantasını da idare edebilirdim. Daha iyi fotoğraflar çekmem mümkün olacaktı.
Altın maymunlardan birisi, yeni yemek mekânına ilerliyor
Maymunların bulunduğu yere vardık sonunda. Önce bir tanesini gördük. Arkasından birkaç tanesi daha ortaya çıktı. Sonra hepsi birden etrafımızda atlayıp zıplamaya başladılar. Sanırım 20 civarında maymun vardı etrafta. Bunların bir kısmı da daha yavruydu. Hatta, bir keresinde, annesinin karnına yapışmış olarak onunla dolaşan bir yavruya da rastladım. Meyve ve tohumlarını yedikleri ağaçlarda birşey kalmayınca yer değiştiriyorlar, bir ağaçtan öbürüne "maymun gibi" sıçrıyorlardı. Hareketleri hızlı olduğundan, ancak birşeyler yemek için durduklarında yakalamak mümkün olabiliyordu, fotoğraflamak için. Yalnız, ağaçlar o kadar sık ve dalları ve yaprakları görüşü o kadar kapatıyordu ki, temiz bir fotoğraf yakalamak neredeyse imkânsızdı.

Altın maymunlara da -gorillerde olduğu gibi- 7m'den daha fazla yaklaşmak yasak. Ama, onlar da kendilerine zaten bundan daha fazla yaklaştırmıyorlar hiçbir zaman.
Beni karşılarında fotoğraf çekmeye çalışırken görünce çok şaşırıyorlardı.
Sonunda 1 saatimiz doldu ve bata çıka gerisin geriye döndük. Arabalarımızın bulunduğu yere geldiğimizde bulduğum bir tahta parçası ile ayakkabımdaki ve pantolonumdaki çamurları "kazıyarak" temizlemeye çalıştım. Buluşma noktaına Francis'i bıraktıktan sonra misafirhaneye döndüm. Pantalon ve ayakkabılarım çamurla kaplanmıştı. Yıkasam, ertesi güne kurumaları imkansızdı ve -en azından- başka yürüyüş ayakkabım yoktu. Bu nedenle, çamurların kurumasını bekleyip "çitileme" yöntemiyle temizlik yapmayı tercih ettim. Odamın önünde bununla uğraştığımı gören temizlik görevlisi kadın halime acımış olacak ki, birazdan elinde bir tahta fırçasıyla çıkageldi. Bu işimi biraz daha kolaylaştırdı. Artık ertesi sabaha hazırdım. Duşumu alıp, günün yorgunluğunu atmak için soğuk bir bira yuvarlamak ve yazılarımla uğraşmak üzere restorana gittim.

Misafirhane birkaç tane tek katlı binadan oluşuyor. Bunlardan en büyük olan ana bina resepsiyon, ofis, şömineli oturma odası ve yemekhane ile mutfağı barındırıyor. Benim odamın bulunduğu bir diğerinde ise sırtsırta yapışık iki sıra halinde mustakil odalar var, sanırım 10-12 cıvarında. Önünde geniş bir bahçe bulunan bu binanın dışında bir de yatakhane türü odaların bulunduğu (sanırım 6 ilâ 8 kişilik odalar) bir başka bina var. Son olarak da, çalışanların kaldığı ve çamaşırhanenin bulunduğu dördüncü bir bina mevcut. Bunların hepsi, geniş bir bahçe içerisine serpiştirilmiş.

Ertesi sabah yine saat 06:45'te buluşma noktasındayım. Bu sefer rezervasyonuna gelmeyenler var ve ben gruplardan birisine angaje olabileceğim. Ruhengeri'deki ORTPN ofisinin müdürü Anaclet Budahera da her sabah orada oluyor. Tüm rehberlerle erkenden toplantı yapıp, hangi grubu hangi rehber(ler)in yönlendireceğine karar veriyorlar. Anaclet'e daha önce, ulaşılması fazla zor olmayan bir goril ailesini görmek istediğimi söylemiştim. Bunun için de, Sabinyo Ailesi en uygunu görünüyordu. Ancak, "Sabinyo kuyruğu"na bakılırsa, yer yok. Yer olan birtek Umubano Ailesi grubu, ki bu aile hakkında elimdeki kaynak kitapta bir bilgi yok. Rehberler de, işin zorluğu konusunda -insanları korkutmamak için- pek gerçek bilgi vermiyorlar. Neyse, ne yapalım. Bulduğumuzla yetineceğiz. Hayatımızda ilk defa zor bir yürüyüş yapacak değiliz sonuçta, eğer öyleyse bile.

Yine brifing. Rehberimiz Umubano Ailesi hakkında bilgi veriyor. 8 kişilik bir aile. Anlaşılan nüfus planlaması mantığını kapmış bir aile reisi var, derken sebebini anlıyoruz. Ailede bir tane silver back (gümüş sırt) var da, ondan. Silver back, erişkin erkeklere verilen ad. Böyle adlandırılmasının sebebi de, erişkin yaşa gelmeleriyle birlikte sırtlarındaki tüylerin gümüşî bir renge bürünüyor olması. Dağ gorillerinde, her ailenin bir reisi var; tabii ki bir silver back bu. Bir ailede birden çok silver back olabiliyor. Ama reis yine de tek. Herkes -diğer silver back'ler de dahil- reisin sözünü dinlemek zorundalar. Ayrıca, kadınların da hepsi reise ait. Diğer silver back 'ler ise -eğer reis izin verirse- eşlerden biriyle işi pişirebiliyor.

Şimdi, gelelim bizim aileye, yani Umubanolar'a. Dedim ya, ailede tek silver back var diye. Onun da adı Charlie. "Tek"liğinin nedeni ise çok agresif olması. O yüzden herhalde, ailede başka silver back barınmıyor. Bu agresif abimiz geçenlerde büyük bir aileden (ki 8 tane silver back varmış bu ailede) kadın çalmış, hem de 8 silver back'i de pataklayıp. Bu durum işleri biraz karıştırdı şimdi. Ya bizi de pataklamaya kalkarsa?
Bir yağmur ormanında tırmanıyoruz
Neyse, brifing bitti, arabalara doluşup yürüyüşün başlayacağı noktaya doğru yola çıkıyoruz. Bu sefer 2 rehberimiz var ve rehberlerden birisi yine benim arabada geliyor. Arabaları park edeceğimiz yere 35 dakikada ancak varabildik. Hem önceki günden daha uzakta bir yer, hem de yolu -sonlara doğru- çok bozuktu. Son noktaya doğru zeminin çamuru iyice kayganlaşmaya, arabalar da patinaja başladı. Bu pek hayra alamet değil.

Grupta toplam 6 kişi varız ve bu sefer hepsi genç, yani benim gibi J. Daha önceki grupta Almanlar'la pek iletişim kurma imkanımız olmamıştı ama, bu sefer -belki hepsi ayrı yerlerden gelme ve genç olduğundan- kısa zamanda kaynaşıldı.
İkinci molamızda artık yorgunluk belirtileri başlamıştı
Bir İngiliz (erkek), bir Amerikalı (bayan), bir Kanadalı (bayan), Ruanda asıllı Fransız genç bir çift (tabii birisi erkek, birisi bayan) ve bir Türk (erkek). Sık bir yağmur ormanına giriyoruz ve oldukça dik bir tırmanış başlıyor. Sadece iki kez mola vererek, 2 saat 45 dakika sürekli tırmanıyoruz, gorillerin olduğu bölgeye gelene kadar. Bin metre tırmanmış mıyızdır acaba?

Sonunda "iz sürücüler"le buluşuyoruz. Hedefe vardık anlaşılan. Yine sırt çantalarını bırakma "tavsiyesinde" bulunuyor rehberimiz ama, akıllandım artık. Vermem çantamı. Bayır aşağıya yaklaşık 20-30m "kontrollu bir inişle Umubano ailesine ulaşıyoruz. İlk gördüğümüz, haremin üyelerinden bir anne. Daha sonra bir çocuk, bir tane daha ve bir anne daha derken... Ve işte karşımızda "Muhteşem Charlie".
Charlie ile "göz" temasındayız. Aramızda 10m cıvarında var. Umarım "temasımız" daha ileriye gitmez.
Charlie yemek yiyor. Yok yok, yemek yemiyor; ormanı sömürüyor. Arada bir keyfinin yerinde olduğuna dair çıkardığı homurtulara rehberler ve iz sürücülerden benzeri karşılıklar geliyor. Bu ona "yabancı yerde değilsin, mekanındasın" mesajı için. Onun da keyfi yerinde, nitekim. Charlie onları zaten tanıyor da, ya bizleri? Bizler onun için yabancıyız. Ya kızarsa? Göz temasından kaçınmak gerektiğini söylemişlerdi. Peki ya gözlerini objektifime dikerse ne yapacağım? Basıyorum deklanşöre. Arka arkaya fotoğraf çekerken Kanadalı kız "Ali, sana bakıyor!" diye çığlık atıyor, sevinç ve heyecanla karışık. Dur kızım, bağırma. Keyfini kaçırmayalım reisin. Ne de olsa 200kg çekiyor kendisi. Buradan aşağıya "hızlı inmek" de var sonra.
Annelerden biri, ismi lâzım değil.
Arkamda bir homurtudur gidiyor. Yaklaşık 50° eğimli sırtta, ıslak sarmaşıkların üzerinde kaymadan, zar zor ayakta durmaya çalışırken kafamı -dengemi kaybetmemeğe dikkat ederek- arkaya doğru döndürüyorum. "Analar"dan biriyle "oğullar"dan birisi "kavga oyunu" oynuyor. Arada bir aşka gelen oğlan, ayağa kalkıp -o herkesin bildiği tarzda- ellerini yumruk yapıp, göğsüne vurarak, anneyi "kavga"ya davet ediyor. Başlıyor bir döğüş; alt alta, üst üste. Genellikle anne galip geliyor, cüsseden dolayı ama -yenilen pehlivan güreşe doymazmış- oğlan ha bire "dansa davet" faslında. Bir ara nasıl olduysa; onlar yukarı tırmandı, biz de onlardan uzaklaşmak için ("7m kuralı") aşağıya doğru kaydık, derken bir yuvarlandılar, oğlan benim 2m önüme düştü. Ben hemen uzaklaşmaya başladım (yine "7m kuralı"), bir yandan elimdeki koca zoomla netlemeye çalışarak. Ne mümkün, 2m önümde kerata.
...ve kavgacı oğlu.
Bizler böyle "Ay, Charlie bana baktı! Aman, bebek zıpladı! Dur anne hopladı!" diye heyecan va şaşkınlık içinde ordan oraya seğirtirken bir saat doldu tabii.

Goriller -ve diğer birçok primatlar- su içmiyorlar. Su ihtiyaçlarını, yedikleri besinlerden elde ediyorlar. Latince adı, dağ gorillerini ilk keşfeden Alman bilimadamı/kaşif Yüzbaşı Robert von Beringe'nin adına ithafen gorilla gorilla beringei olarak verilmiş. Uganda'daki Bwindi Dağ Gorilleri'nden farklı oldukları yapılan DNA testleri sonucu kanıtlanan Virunga dağ gorillerinden günümüzde 300 kadar kalmış bulunuyor. Bunların da yarıya yakın bölümü Ruanda'daki Volkanlar Ulusal Parkı'nda yaşıyorlar.
Bu da en küçük bebeğimiz. Daha 6 aylık kendisi
Size gorillerle ilgili konuyu kaparken, son olarak -daha önce adından bahsettiğim- Dian Fossey hakkında bilgi vermek istiyorum. Dian Fossey, Amerikalı bir primatolojist (basitçe "maymunbilimci" yani), hayatının son bölümünü adadığı dağ gorillerinin uzmanı. Virunga'nın dağ gorillerini dünyanın tanımasını sağlayan Fossey, ölümüne kadar geçen 20 yılı aşkın araştırma döneminde, Virunga Dağları'nın Ruanda sınırları içerisinde kalan kısmında bulunan Karisoke Araştırma Merkezi'nde araştırmalarını sürdürüyor ve zamanının çoğunu geçiriyordu. Ve burada, 1985 yılında hunharca öldürüldü. Öldürülüşünün sebebi hiçbir zaman bilinemedi ve failleri yakalanamadı. Tahminler içerisinde en ağırlıklı yer tutanı, araştırmalarının başından beri cesurca savaştığı "goril avcıları" tarafından katledilmiş olabileceği idi. Ancak, az olmakla birlikte, söylentilerden bir diğeri de, Ruanda'da bulunduğu sürece hükümetle işbirliği yapmaktan kaçındığı ve araştırmalarını başına buyruk yürüttüğü için devletle sürekli sürtüşme halinde olduğu ve bu nedenle "yok edilmesine" karar verildiği yönünde.

Ölümünden üç yıl sonra, Fossey'nin yaşamını konu alan Sisteki Goriller (Gorillas in the Mist) filmi çevriliyor ve film büyük bir sansasyon yaratıyor. Dünyanın gözü bu nesli tehlikede olan hayvanlara çevriliyor. Bu sayede, bugün Ruanda ekonomisine önemli girdi sağlayan turizm gelirinde de hatırı sayılır bir katkısı oluyor.
Küçük bebeğimiz annesiyle.
Haa, bu arada goril avcıları, avladıkları gorilleri ne mi yapıyorlar? Evlerinin bir köşesinde, kıymetli misafirlerine gururla göstermek için dünyada ender bulunan hayvanlardan bir parça sergilemekten derin bir tatmin duyan zenginlere, kestikleri ellerini ya da kafalarını yüksek fiyatlara satıyorlar. Peki kafaları anladık, onları duvara asıyorlar da, eller ne iş, derseniz; onlar da "otantik kül tablası" olarak kullanılıyor. Bu söylediklerimi şaka zannetmeyin sakın.

Sürenin dolmasının ardından toparlanıp, dönüş yoluna geçiyoruz. "İniş yolu" demek daha doğru aslında. İniş sırasında, çıkarken zorlandığımız rotadan farklı, daha dik ama kestirme bir güzergâhla başladık. Çevremizdeki kesif ağaçlara ve sarmaşıklara tutunup, kaymamaya çalışarak iniyoruz. Tabii bu "çalışmalarımız"da fazla başarılı olamıyoruz ve herkes, iniş tamamlanana kadar defalarca düşüyor. Ben ve Kanadalı kız sürekli birbirimizin rekorunu kırıyoruz, düşme konusunda. Sonunda o pes ediyor ve oturarak kaymayı tercih ediyor. Böylece, birinciliği ben ele geçiriyorum. Tırmanışta iyice alçalan bulutların arkasından, inişe başladığımızda duyulan gök gürültülerini hafif bir yağmur izledi. Kısa zamanda şiddetini arttıran yağmur, sonlara doğru artık kovayla dökülüyormuşçasına şiddetlenmişti. Üzerime giydiğim yağmurluğu fotoğraf çantama sarmayı düşündüm bir ara, her ne kadar aldığım yer yağmura dayanıklı olduğunu söylediyse de. Yürüyüşün sonuna yaklaşmıştık. Bu saate kadar içine su geçtiyse zaten yapacak birşey yoktu. Hoş, Nikon'un kitapçığında belli miktarda yağmura dayanıklı olduğu yazılıydı. Arabaların bulunduğu yere ulaştığımızda her yerimizden oluk gibi sular akıyordu. Amerikalı kız, tedariksiz geldiği yürüyüşte sadece üzerindeki sweatshirt'le sucuk gibi ıslanmış ve titremeye başlamıştı. Arabalara apar topar bindik. Ben, hafiften dans ederek geri geri inmeye başladım. Yolda arabayı tutmak neredeyse mümkün olmuyordu. Frene basmadan, sürekli viteste geri geri yaklaşık 2km kadar indikten sonra otların başladığı düz bir zeminde dönüş yaptım.

Buluşma noktasına geldiğimizde, üzerimdeki her şey ıslanmış ve vücuduma yapışıyordu. Bir an önce otele dönüp üzerimdekileri çıkarmak ve fotoğraf makinesi ve objektiflerini kurutmak istiyordum. Rehberimiz, son olarak "katılım belgelerimizi" doldurup törenle bizlere takdim etti ve dağıldık. Allahtan benim otelim çok yakındı. Diğerleri bu halde Ruhengeri'ye kadar ne yapacaklar, bilmiyorum.

Otelde üstümden çıkardığım herşey ıslaktı, çamaşırım dahil. Yağmurluğa rağmen böyle olduysa, olmayanların halini düşünmek bile istemiyorum. Fotoğraf çantamın içindeki sünger takviyeli astar da ıslanmış ama ıslaklık ordan içeriye geçmemişti. Makine ve objektifleri yine de kurulayıp yatağa dizdim. Çantayı da, tüm gözlerini açıp kurutmak üzere... bu "tüm gözler"den birisin daha önce hiç farketmemişim. Çantanın altındaki gizli bir gözü açınca içinden yağmurluğu çıktı. Biraz geç oldu öğrenmem ama bundan sonraki yağmurlu yürüyüşlerde örteriz artık. Böylesi olur mu, bilmem ama... Bu sefer artık çamurlarım kazınacak gibi değil. Jan'a (temizlik görevlisi) emanet ediyorum hepsini; o ne yapacağını bilir.

Duşumu alıp kuru giysilerimi giyindikten sonra akşam yemeğimi yiyorum. Yorgunum ve sabah erken kalkıp yola çıkmam lazım. Erkenden yatıyorum.

Devam edecek...

Not: Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Uganda : 2-son (Entebbe - Mbarara)

Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.









 Yazılan Yorumlar...
Raynor
(08 Nisan 2012)

Herkes gibi benim de merak ettiğim coğrafyada üstelik kendi aracınızla seyahat etmek gerçekten cesur iş. Öncelikle tebrikler. Keyifli anlatım ve "Charlie Fotoları" için ayrıca teşekkürler. Elinize sağlık...

 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.