Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Türkiye ::::: Ankara ::::: ANKARA - Örtünün Altındaki Kent        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Türkiye Ankara 25 Temmuz 2011 01 Ocak 2011
01 Ocak 2011
5462 2 Torun Çelebiler 

 ANKARA - Örtünün Altındaki Kent
 (Genel)

İstanbul'dan çıkalım yola. Ankara'ya doğru giderken bu görkemli şehirden uzaklaştığınızı size ilk Sapanca Gölü söyler. Selvi boylu sazlıklar arasında dost canlısı bir maviliktir Sapanca Gölü. Etrafı uçsuz bucaksız yeşille çevrili... Oradaki sayısız çay bahçesinden birinde bir çay içip tost yedim. Ama yol uzun, sonsuza dek kalmayı ne kadar istesem de o ufak cennette, devam etmek zorundayım yola. Bir süre daha yol alıyorum dağların arasında. Dağlar tepelere, tepeler bozkırlara dönüşüyor yavaş yavaş. Ve işte Ankara...

Dört günümü ayırdım başkente. Günün her saatini gözleyeceğim "memurlar şehri"nde. Hani bazı şehirler günün her saatini ayrı yaşar ya, bakalım Ankara kaç saat yaşıyor günü. İlk günün sabahı yollara vurdum kendimi; Ulus, Kızılay, Tunalı... Herkes işine göre ayarlamış kendini, koşuşturup duruyor. Ara sıra birbirine çarpan insanlar etten duvar olmuş, tıkıyorlardı bu kaldırım trafiğini. Bazen de iki çift laf etmek için duruveriyor zaman. Sonra vedalaşıyor dostlar ve yine herkes kendi yoluna.

FOTOGRAF: Türkçe / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Kimi zaman parklarda simit yiyerek keyif yapan sabah kuşlarına rastlıyorum. Dayanamayıp ben de katılıyorum onlara. Bir süre sonra anlıyorum ki hafta içi mesai saatleri arasında hızlandırılmış geçiyor zaman, nefes almaya vakit yok. İlk durak Anıtkabir tabii ki. Daha aslanlı yola adım atar atmaz bir ağırbaşlılık çöküyor üzerime. Biraz da heyecan; kolay mı, Ata'mın huzurundayım! Aslanlı yol biter, müzeler başlar. Müzelerde tarih sahneleri yeniden canlanıyor.

Yaşananlar tüm gerçekliğiyle gözler önüne serilmiş. Maketlerin canlılığı, ses efektleriyle birleşince savaşın ortasında kalmış gibi oluyorsun. Ayrıca bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Tavan süsleri... Görünce âdeta çarpılıyor insan. Mükemmel bir zevk ve işçiliğin birleşimi olduğu kadar mekanın tarihsel havasıyla da tam bir uyum içinde. Sonradan öğreniyorum ki bu süslemeler Cemil Eren'in elinden çıkmaymış -Pek de şaşırmıyorum açıkçası- Bu süslemeler ancak işinin uzmanı birinin elinden çıkabilir ve sonunda mozoleye ulaşıyorum.

FOTOGRAF: Knutux / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Herkesin bildiği gibi Atamız, bu mozolenin altındaki mezar odasında toprağa gömülü. Bir sır gibi saklanan mezar odasının girişi ana binanın arka tarafında kalıyor. Bahçeden ulaşılabilen girişten sokulup yerin yedi kat altına iniyorsun ve tarihin yükünü taşıyan iki kanatlı devasa bir tahta kapıdan içeri giremiyorsun; çünkü o kapı ancak cumhurbaşkanının yazılı izni ile açılabiliyor. Temizlik için bile ayda bir resmi izin alıyorlarmış. Ayrıca lahdin etrafındaki 68 kavanozda Kıbrıs'ın da dahil olduğu 67 ilden toprak bulunuyor. Gezimin sonunda hatıra mağazasına uğruyorum. Hatıra olmadan gezi olur mu hiç? Sonunda çok şirin ay yıldızlı bir kolye ile ve yoğun milli duygularla ayrılıyorum Atamın huzurundan.

Sıradaki durak Ankara Kalesi... Eski, yeniden uyanıyor kale içinde. Ufacık şirin dükkanlar, taş kaldırımlarla süslü, bir arabanın bile zor geçebileceği dar sokaklar ve benim için en can alıcı nokta olan eski Ankara evleri... Ahşap pencereleriyle, süslü kapı tokmaklarıyla ve manasını bir türlü kavrayamadığım ama yine de çok beğendiğim cumbalarıyla eski Ankara evleri karşımdaydı. O evlere bakarken aynı anda birkaç şey birden düşünüyordum. Öncelikle şaşkınlık, "Vay be, biz bu evlerde mi yaşamışız?"... Sonra hüzün, ne olurdu sanki bu evler sadece kale içinde ve tabii ki kaybolmaya yüz tutmuş anılarda kalmasa, şehir içinde de birkaç tane görebilsek hattâ o evlerde yaşasak...

FOTOGRAF: Bjørn Christian Tørrissen / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Ben kendi hayallerimde boğulmuş bir halde dolanırken, ünlü Washington Restoran çıkıveriyor karşıma. Burası da eski bir evin yeniden yapılandırılmış ve restorana dönüştürülmüş hali. Yapının sıcak atmosferi beni içeri davet ediyor, ancak vakit yok. Böylece orada bir yemek ziyafeti, Ankara'ya ikinci gelişimde yapılacaklar listesine ekleniyor. Kalenin görülmeye değer her yerini gezdiğim izlenimine varınca oradan ayrılmak üzere geri dönüyorum. Bu arada, kale içi ne kadar büyükmüş öyle! Boşuna dememişler hiçbir şey göründüğü gibi değildir, diye... Kendimi dükkandan dükkana atarak aynı anda çevreden güzel kareler yakalamaya çalışarak ve tabii bu arada taşlara takılıp bir iki kez yere serilerek, kaleden çıkmayı başarıyorum.

FOTOGRAF: Bjørn Christian Tørrissen / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Hazır yakındayken ve tam da kendimi tarihin derinliklerine kaptırmışken bu kez de Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne gidiyorum. Müze ile ilgili ilk izlenimim eski Osmanlı şatolarının minyatür versiyonunu andırmasıydı. İçeri girdiğimde hem klasik hem de çağdaş görünümlü bir müzeyle karşı karşıya geldim. Öyle ilginç parçalar vardı ki müzede!.. Ne var ki benim favorim Hitit Güneşi oldu. Tüm müzeyi dolanıp tabii ki para bastıktan sonra elimde yeni sikkem ve kartpostallarla müzeden çıktım.

FOTOGRAF: Mutt / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Ver elini eski meclis binaları ya da günümüzdeki adıyla "Kurtuluş Savaşı Müzesi" ve "Cumhuriyet Müzesi". İki yapıda da savaş yıllarının Ankara'sını görmek mümkün. Meclisleri gezerken karşılaştırma yapmaktan kendimi alıkoyamadım. Günümüzde milletvekilleri rahat ve lüks içinde sürdürüyor görevlerini. Oysa bu iki mecliste de savaş ve yokluk yıllarındaki sıkıntının izlerini rahatlıkla fark edebiliriz. O yıllarda sırf bizler için pek çok şey feda ettiler. Tek amaçları, ülkemizin günümüz şartlarına uymasını ve hattâ daha çağdaş bir düzeye gelmesini sağlamaktı. Meclis binalarından ayrılırken bir yandan başta Atatürk olmak üzere bizi bu günlere getiren kahramanlara teşekkür ediyor, bir yandan da günümüz hükümetinin arkasında bıraktığı boşlukları daha iyi kavrıyordum.

Tamamen tarihe adanmış bir günün sonunda Ankara'daki birkaç arkadaşımla Çırağan Et Sarayı'na gittik. Altının ve kırmızı rengin tüm canlılığı ve çekiciliğiyle süslenmiş bu restoran aynı zamanda çok şirin, yemyeşil bir arka bahçeye sahip. Bahçeye bakan bir masaya yerleştik ve hayatımda yediğim en lezzetli karışık ızgarayla tanıştım. Yemeyenlere kesinlikle tavsiye ederim. Böylece başkentteki günümü mükemmel bir akşam yemeğiyle noktalamış oldum.

FOTOGRAF: Babbsack / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Sabah kafamda oluşmuş bir plan vardı. Yine kendimi sokağa attım. Önce Gölbaşı'nda muhteşem bir kahvaltı. Gölbaşı, Anadolu'nun kalbinde ufacık bir göl olan Mogan'ın bir uzantısıdır. Etrafı gecekondu biçimindeki sevimli evlerle ve - bilmem söylemeye gerek var mı - yeşilliklerle çevrili. Aslında betonun yeşile uymadığını düşünürüm fakat bu evler sanki ormana aitmiş gibi oraya uyum sağlamış. Kahvaltım peynirli omlet, çay ve taptaze beyaz ekmek şeklinde. Çay önüme demlik ve ince belli bardakla gelince çok şaşırdım. Bardağı anladım da, ilk defa demlikle çay servisine rastlıyorum. Meğer buradaki restoranların servis biçimi buymuş. Bundan dolayı mı tadı böyle başka ve tatlı geldi bana acaba?

Kahvaltımın ardından gölün etrafında biraz dolaştım ve ardından Kızılay meydanının yolunu tuttum. Kızılay için, herkesin uğrak yeri olması açısından Ankara'nın gökdelensiz Manhattan'ı da diyebiliriz. Bildiğimiz markaların butikleri dışında birçok değişik eşya satan eski tarz çarşılar da vardı. Birçok butiğe girdim çıktım, kapsamlı bir keşif turu yaptım.

FOTOGRAF: Ankaralı Turgut / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Bir sonraki durak Atatürk Bulvarı. Bu bulvarın çok ilginç bir hikayesi varmış. Atatürk bir akşam o meşhur sofralarından birinde, "Ulus'a üç şeritli bir meydan yaptıracağım" demiş. O kadar dar görünümlü bu caddeye üç şeridin yapılmasının bir hayal olduğunu düşünenlere karşı, bulvarın bugünkü görüntüsü yeterli bir cevap olsa gerek. Bu cevap, Atatürk'ün ileri görüşlülüğünü yansıtan bir başka örnek olmuştur.

Ne var ki Atatürk'ten sonra Ankara Palas Oteli kendi park yolunu bulvarın üstüne çıkararak Atatürk'ün anısını zedelemiştir. "Kuğulu Alt Geçidi" de bu zedelenmede büyük pay sahibidir. Üzülerek terk ettim o meydanı ve Ulus'a yöneldim. Bir zamanlar şehrin merkezi olan yerde bir tur attım. Anafartalar Çarşısı, Avizeciler sokağı en çok ilgimi çeken bölgelerdi. Belli ki bir zamanlar çok canlı bir uğrak yeriymiş, fakat popülerliğini kaybetmiş. Öyle çok dükkan var ki burada, bir evi rahatlıkla dekore edebilirsiniz. Fakat o ev, modern olmaktan çok, geleneksel bir hava taşır. Anneannemin evini hatırlıyorum da, sadece ve sadece misafirler için açtığı salonu tıpkı bir müze gibiydi. İşte burası da tam onun zevkine göre.

FOTOGRAF: Çubuk Belediyesi / www.cubuk.bel.tr
Şehrin unutulmuş ilçesi Çubuk'a yöneliyorum şimdi de. İlk hissettiğim şey şaşkınlık. Tamam, iki gündür Ankara'nın geçmişinde dolaşıyorum ama, gözlemlediğim kadarıyla bu şehir önyargılardaki görüntüden uzak, çağdaş bir şehirdi, şu ana dek. Şehrin gerçek geçmişini şimdi gördüm diyebilirim. Sanki bir an için eski, yeni kurulan başkente gittim. Medeniyetin bağrında, medeniyetten uzak bir ilçe Çubuk. Eski ama bir o kadar da sevimli. Babam bana Çubuk'ta oturduğu zamana ait öyküler anlatmıştı. Küçükken ailesiyle birlikte baraja gidip balık tutar, orada piknik yaparlarmış. Şimdi o barajın yanında duruyorum; kim bilir kaç yıl sonra ailenin en küçük ferdi eski anıları ziyarete gelmiş. Babam için birkaç fotoğraf çekip modern kente dönüş yaptım.

Günümün geri kalanını alışveriş merkezlerinde geçirecektim. Ne yalan söyleyeyim, gezinin en sevdiğim bölümü bu. Türkçe öğretmenimiz, "Bulvar kültürü, alışveriş merkezleri adı altında şehre dikilen binalar tarafından katledildi" derdi. Şimdi bakınca, büyük heveslerle gezdiğim bu koca binalar, aslında sokaklarda, doğanın kollarında, yaşanmışlıkların paylaşım ortamında buluşmalarımızı ne kadar da çok erteliyormuş. "İtiraz ediyorum!" dediğinizi duyar gibiyim. Öncelikle şunu söyleyeyim, bana göre bulvar kültürünü yok eden bina dikme hevesi, tamamen "medeniyet" başlığı altında yatan özentiden ibarettir. Hoş, alışveriş merkezlerinde bulvar kültürünün bir yansımasını görmeniz de mümkün. Dikkat ederseniz "yeni insan"ın gereksinimleri ve istekleri sayesinde kilometrelerce uzanan sokak kaldırımlarından ziyade çok katlı merdivenlerle birleştirilmiş bir paket program gibi mağazaların bir araya getirildiğini görürsünüz; ardı arkası kesilmeyen vitrinlerin camlarına bakmaktan birbirinizi de görebilirseniz tabii. Bu yüzden, Tunalı Hilmi'nin -en azından sokak ve cadde isimleri hâlâ değerli kişilerin kimliklerini taşıyor- boylu boyunca uzanan sokaklarında alışverişimi yapmanın keyfini sürdüm.

FOTOGRAF: Public Domain / Wikimedia Commons
Ankara'nın düzenli yaşam biçimini duyumsayarak sonlandırdım gezimi. Bu şehir, İzmir veya İstanbul gibi, günün her saatini ayrı ayrı yaşamıyor, fakat onun da kendine özgü bir tadı var. Değişimi, çağdaşlığı, aynı zamanda da sakinliği sevenler için ideal bir yaşam alanı burası. Ankara için en çok duyduğum sıfat "boş ve sıkıcı" olsa da bu örtünün altındaki gerçeğe bakarsanız, göreceğiniz gerçek sizi çok şaşırtabilir: Ankara bir düzen şehridir ve düzen hayatın temel gereksinimidir. Artık bu örtüyü kaldırmanın zamanı gelmedi mi sizce?
CEREN ÇEPER - 14 yaşındayım. Bilgisayarları, kitap okumayı ve müzik dinlemeyi seviyorum. Bu yazımda Ankara'yı seçmemin nedeni, bana göre çok yanlış tanıdığımız Ankara'yı insanlara anlatmaktı. Keyifli okumalar diliyorum.
Not: Bu yazı, Evliya Çelebi'nin doğumunun 400. yılı anısına hazırlanan ve tüm geliri UNICEF Türkiye Komitesi'ne bağışlanan "Torun Çelebiler Seyahatnamesi, 2011" adlı kitaptan editörlerin özel izni alınarak yayımlanmıştır.








 Yazılan Yorumlar...
NEŞE
(27 Temmuz 2011)

Biz İstanbullular işte böyle turistik bir bakışla inceliyoruz "Başkent"i..İçinde yaşayanlar için çok normal olan detaylar Ceren in gözünde nasıl güzelliklere dönüşmüş!Teşekkürler..

hakangeziyor
(26 Temmuz 2011)

Cerencim, Ankarada yaşayan birisi olarak son dönemde hiç bu kadar keyifli ve doyurucu bir Ankara yazısı okumamıştım. Sen hep emi kardeşim...
Kalemine sağlık...

 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.