Gezi Alemi

e-Posta:    Şifre:     Kaydol | Şifremi Unuttum
 
Gezi Alemi ::::: Sudan ::::: Hartum ::::: Arabamla Afrika - Sudan: 2 (Hartum - Meroe)        
Ülke Şehir Ekleme Düzenleme Gezi Tarihleri Okunma Yorum Yazan 
Sudan Hartum 02 Mart 2012 15 Ekim 2005
19 Nisan 2006
10323 0 Ali Eriç 

 Arabamla Afrika - Sudan: 2 (Hartum - Meroe)
 (Genel)

Üç gün arka arkaya süren yorucu ve kırıcı yolculuktan sonra nihayet saat 21:00 sıralarında Hartum'a varıyoruz. Kayıt için polis karakoluna gittiğimizde kapalı olduğunu öğreniyoruz. Önceden kararlaştırdığımız oteli bulmamız zor olmuyor. Otelden, kayıt için bir günlük izin rica edip yerleşiyoruz. Kayıt işlemi yarın.

Ertesi sabah ilk işimiz kayıt için merkez karakoluna gitmek. Arabayla gitmek istiyorum, niyeyse. Halbuki, sonradan mesafenin çok da fazla olmadığını -iş işten geçtikten sonra- öğreniyorum. Boğucu bir sıcak var ve trafik çok sıkışık. Allahtan, burada Mısır'da olduğu gibi korna kullanılmıyor. İki gündür doğru dürüst uyku uyumamış olmanın ve üç gün süren yorgunluğun verdiği bir moralsizlik ve bitkinlik var. Nedense kendimi birden çok güçsüz hissediyorum. Arabayı park edip, yürüyerek gitmek istiyor canım, zaten -GPS'in de söylediğine göre- iki adım yolumuz kalmış. Etrafı kolaçan ediyorum; kavşakta ağır makineli tüfeklerini kurmuş askerler bekliyor, hemen ötesinde solda (tek yönlü bir caddedeyiz) Enformasyon Bakanlığı tabelasını görüyorum, karşısında da bol korumalı bir başka devlet binası. Arabayı, diğer park etmiş iki arabanın arkasına, Enformasyon Bakanlığı'nın kapısının tam önüne park ediyorum. Chris'e de, araba kullanacak halimin olmadığını söylüyorum. Arabadan iniyoruz. Herşey arabada: GPS yerine takılı, fotoğraf çantam iki koltuğun hemen arkasında, bilgisayar, uydu telefonu, aracın triptik belgeleri ve birkaç ıvır zıvırla not defterim ve Mısır rehber kitabımın olduğu evrak çantamı da kendi koltuğumun önüne, yere ters olarak bırakıyorum.

Polis merkezine gidiyoruz, öğle tatilindeler. Bir şeyler atıştırmak ve mesajlarımızı kontrol etmek üzere çarşıya doğru yürüyoruz, araba ise park ettiğimiz yerde. Yaklaşık bir saat sonra kayıt işlemi için geri dönüyoruz. Benim pasaportum yanımda ama fotoğraf almayı unutmuşum. Yol köşesinde Chris'ten ayrılıp arabaya doğru yürüyorum. Benim tarafımdaki camda bir gariplik var. Rengi değişmiş, ortası boş... Ne olduğuna anlam veremiyorum başta, daha doğrusu konduramıyorum bir türlü. Neden sonra aklım başıma geliyor, cam kırılmış! Hemen içeriye bakıyorum. GPS yerinde, fotoğraf çantam da... Peki başka? Evrak çantamın yerinde yeller esiyor. Gerçekliğini idrak edene kadar geçen sürede yaptığım garip hareketlerden olsa gerek, o ana kadar camı kırık görüp de ilgilenmeyen insanlar, etrafıma doluşmaya başladılar. Evrak çantamın içinde neler olduğunu hatırlamaya başladığımda, ne büyük bir zarara uğramış olduğumun da farkına varıyordum.
Arabamı bu halde görünce önce bir süre inanamadım (Photo by Chris White)
- İstanbul'dan ayrıldığımdan beri çektiğim 1,500'e yakın kare fotoğraf, - Yazdığım tüm yazılar, - GPS'imdeki bilgileri "indirebilmek" için gerekli program, - Bundan sonraki seyahat için kullanacağım tüm GPS haritalarım, - MP3 çalarımın bundan sonraki şarjı, - Bundan sonraki yazılarımı yazmak ve fotoğraflarımı indirmek için bilgisayarım, - Aracı Sudan'dan yurtdışı etmek için ve diğer ülkelere girip çıkarken kullanmak için triptik belgem, - GSM telefonumun çalışmadığı yerlerde iletişim sağlamak için kullandığım uydu telefonum.

Bütün bunları yitirmiştim ve bazılarını (fotoğraflar örneğin) yerine koymak mümkün değildi. Çıldırmış gibiydim. Etrafımdakilere bağırıyordum, kavşakta bekleyen ve benim bağırışlarıma gelen askere -gözlerinin önünde olan hırsızlığa kayıtsız kaldıkları için- hakaretler yağdırıyordum... Sonradan ressam olduğunu öğrendiğim bir adam beni sakinleştirmeye çalışıp arabasına aldı, askerlerden birini de benim aracın başına dikti ve polis karakolunun yolunu tuttuk.

Karakolda çeşitli rütbede polislere defalarca kim olduğumu, nereden geldiğimi, pasaport bilgilerimi, mesleğimi, Sudan'a neden geldiğimi, olayın nasıl olduğunu ve benzeri bir sürü bilgileri anlattıktan, onlar da bunları not aldıktan sonra artık son görevlide sabrım taştı. Arabamın camının kırık olarak orada durduğunu, içinden bir şey daha kaybolduğu taktirde sorumlusu olacaklarını, bu durumda da gerekirse bakan dahil her türlü yere şikayet etmekten de çekinmeyeceğimi -biraz sert bir şekilde- söyledim. Bir de -yaradana sığınıp- bu seyahatimle ilgili Türkiye'de bir dergiye yazı yazıyor olduğumu ve hırsızlık olayı ve ardından kendilerinin bu sorumsuz davranışlarını yazımda belirteceğimi, bunun da Sudan açısından pek hoş olmayacağını ekledim. Bu son söylediklerimle biraz dikkatlerini çekti sanırım. İçlerinde en rütbeli olanı (3 yıldızı vardı, o nedenle artık Yüzbaşı diyeceğim) beni sakinleştirmeye çalışıp, yanıma bir adam vererek arabamı almak üzere göndereceğini söyledi.

Biz arabanın başına geldiğimizde Chris kenardaki duvara oturmuş, şaşkın gözlerle bana bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Yaklaşık bir saat önce geldiğini ve geldiğinde aracın başında kimse olmadığını söyledi. Buyrun bakalım! Gözünün önündeki hırsızlığa kayıtsız kalan askeri, arabanın başına dikersen olacağı budur işte. Arabanın içinde başka eksik olup olmadığına baktım. Öyle ya! Fotoğraf çantam, GPS'im ve daha neler neler... Ben karakola gittikten sonra bunlar da birileriyle birlikte gidebilirdi. Neyse ki, bugün başka eksilen yok. Arabaya atladık ve yeniden polis merkezine döndük. Son olarak Yüzbaşı Ali Kemal de (adaş çıkınca da işe yarıyor) ifademi aldıktan sonra hırsızları yakalayacakları ve çalınanların hepsini bulacakları konusunda bana söz verdi (!). Bu arada, yardım istemek için Türk Büyükelçiliği'ni aradığımda bana Büyükelçi'nin yerinde olmadığını, ertesi gün aramam gerektiğini söylediler, başıma gelen olayı anlatmış olmama rağmen. Her neyse...

Polis merkezinden ayrıldıktan sonra neleri nasıl yerine koyabileceğimi düşünmeye başladım. Hepsi bir yana, aracın triptik belgesi büyük sorundu ve aracı ülkeye soktuğumu ispat edebilecek ondan başka hiçbir belgem yoktu elimde. Bu durumda Sudan'dan nasıl çıkaracaktım? Hadi çıkardık diyelim, diğer ülkelere sokabilmek için triptik belgem yoktu. Büyük bir çöküntü içinde otele döndüm. Arabayı, otelin camekânının hemen önüne ve kırık camından içeriye ulaşamayacakları şekilde duvara yanaştırıp park ettim. Bu arada Türkiye'yi, şirketi arayıp, Gülşah Hanım'dan (şirketimizin sekreteri) uydu telefonumu geçici olarak kapattırmasını ve kaybolan/çalınan triptik belgeleri yerine yenisinin çıkarılması prosedürünü öğrenmesini rica ettim.

Akşam, bir önceki gece yemek yediğimiz restoranın sahibi olan ve tipi ve konuşmasından oranın "yeraltı"sıyla yakınlığı olabileceğini tahmin ettiğim İbrahim'in (Türk sanmayın, Sudan'lı İbrahim bu) lokantasına gittik. Bir gece önce aramızda öyle bir samimiyet oluşmuştu ki (nedense), hesabı bile almadıydı, "Benim misafirimsiniz" deyip. İbrahim'e olayı anlattım ve çalanların bu işten ne kadar kazanabileceklerini umuyorlarsa, iki katını ödemeye hazır olduğumu söyledim. Tanıdığı herkese haber salıp bir şekilde kulaklarına gitmesini sağlamasını rica ettim. Hemen haber salacağını söyledi, merak etmemem gerektiğini ekleyerek.
Fırının önünde, ertesi günün ekmekleri paketleniyor
O gece gözüme uyku girmedi, yattıktan sonra uzunca süre. Kalkıp, otelin karşısındaki ekmek fırınının önüne, fotoğraf çekmeye gittim, gecenin birbuçuğunda... "Nereden çıktı şimdi, fırının önünde fotoğraf çekmek, o saatte?" diyeceksiniz? Hartum'da gece fırınların önünü görseniz, siz de fotoğraf çekmeden duramazsınız.

Efenim! Ekmekler fırından tepsilerle çıkınca tepsiler, fırının önünde sokağa yayılmış naylon ya da brandaların üzerine boca ediliyor. Ekmekler soğuduktan sonra iki-üç kişi başlıyor bu ekmekleri sekizerli-onarlı torbalamaya. Torbalanan ekmekler o koca branda ya da naylon yaygıların etrafına asker gibi diziliyor. Ekmek dağıtımı için bekleyen arabalar da bunlardan ellişer-yüzer torba alıp dağılıyorlar.

Ben fotoğraf çekmeye gittim ya, herkes işi gücü bırakıp benim başıma üşüştü. Bir kısmı domino oynuyordu, hadi biz de dahil olduk oyuna. Daha sonra şarkı söylemeye başladılar. Hadi benden de Türkçe şarkı fasılları falan derken, saat üçbuçukta zor kurtuldum. Daha sonraki günlerde, ne zaman görseler koltuğumun altına bir torba ekmek sıkıştırıp, akşama dominoya çağırdılar, bir daha kısmet olamadı ama...

Ertesi gün sabah ilk olarak Büyükelçiliği aradım. Ali Bey (soyadını öğrenme fırsatım olamamış, telaştan) görevinin o gün itibariyle sona erdiğini, ertesi günü Türkiye'ye dönüyor olduğunu ve öğleden sonra da Sudan Cumhurbaşkanı'na veda ziyaretinde bulunacağını, hemen gelebilirsem sevineceğini söyledi. Hemen bir taksiye atlayıp elçiliğe gittim. Daha önceki görüşmelerden de beni hatırlayan sekreteri Ayda Hanım (Sudan'lı kendisi) beni bekletmeden içeri aldı. Ali Bey'e seyahatimi ve durumumu anlattım. Büyük bir ilgiyle dinledi. Fazla umutlu olmamam gerektiğini söyleyip, Ayda Hanım'dan, bende telefonları olan iki polis yetkilisini aramasını ve kendisinin de konuyla özellikle ilgileniyor olduğunu belirterek gereken hassasiyetin gösterilmesini rica etmesini istedi. Ben de, çalınan eşyaların bulunması durumunda gerekli ödüllendirmeyi en tatmin edici şekilde yapmaya hazır olduğumun eklenmesini rica ettim. Ayda Hanım, sağolsun, hemen iki görevliyi de arayıp ricalarımızı iletti.

Elçilikten ayrıldıktan sonra şirketi aradım, triptik belgesi ile ilgili sonucu öğrenmek için. Cevap, yaşadığım hırsızlık olayından da şok ediciydi: Yeni bir triptik belgesi için aracın Türkiye'ye dönmesi gerekli! Bunu söyleyen, Türkiye'de triptik belgesi vermek konusunda -maalesef- tek yetkili organ olan Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, yani kısa adıyla TTOK. Bunun bu kadar "ucuz" olamayacağını düşündüm. Herhalde dünyada triptik belgesini tek kaybeden ben değildim ve her kaybeden kişi de arabasını yükleyip ülkesine göndermek zorunda kalmıyordu. Bizde olmaz ama, yapanlar var; örneğin arabasıyla Güney Amerika'yı turlayan bir İsviçreli'nin triptik belgesini Şili'de çaldırdığını düşünsenize.
FOTOGRAF: Petr Adam Dohnálek / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
Barlas'tan (ortağım) TTOK'nun bağlı olduğu uluslararası kuruluşun izini bulup, yetkili kişilerle görüşmesini ve durumu netleştirmesini rica ettim. Ayrıca, TTOK'nun söylediklerinin doğru olması ihtimaline karşın, Sudan'dan, özellikle Hartum'dan aracı bir konteynere koyup İstanbul'a taşıyacak nakliyeci araştırmalarını da istedim. Bu arada bir internet café'ye girip MSN'i de açtım, hızlı haberleşme için. İyi ki yapmışım; Barlas'tan hızlı yanıtlar gelmeye başladı. Öncelikle, geçmişten tanıdığımız UND Uluslararası Nakliyeciler Derneği) Yönetim Kurulu Üyesi Edip Bey'le (Bakımcı) görüştüğünü, Hartum'da kedisinin de ortak olduğu bir şirketin ve şirket yetkilisinin adını verdiğini bildiren mesajı, daha sonra da TTOK'nun bağlı olduğu İsviçre'deki FIA'nın (Uluslararası Otomobil Federasyonu) Türkiye'den sorumlu yetkilisi Ms Deborah Smith'in kontakt bilgilerine ulaştığını, kendisini aradığını, ancak yemekte olduğu için bir saat sonra tekrar arayacağını, bu arada kendisine, durumu ve TTOK'nun "çözüm önerisini" açıklayan bir e-posta gönderdiğini açıklayan ikinci mesajı geldi. Bir süre beklemem gerektiğini anlayınca, café'den ayrılıp, Edip Bey'in vermiş olduğu telefondan, Bakımcı Spare Parts şirketinden Mehmet Bey'i (Utlu) aramaya karar verdim. Mehmet Bey 15 dakika sonra beni almaya gelmişti bile, yanında Sudanlı yardımcısıyla birlikte. Önce arabanın haline bakmaya gittik. Daha sonra da Hartum'un "Hırsızlar Çarşısı"na götürdüler beni. Orada, birkaç kişiye, çalınan eşyaların eşkâlini bırakıp, getirenin memnun edileceğini -bizzat benim ağzımdan da- söyledikten sonra ayrıldık. Mehmet, daha sonra beni, kaybolan triptik belgesi nedeniyle, aracın Sudan'dan çıkarılması, hatta belki de Türkiye'ye gönderilmesi sırasında yaşayacağım sorunları çözebilecek Sudan'lı bir gümrük komisyoncusuna götürdü. Bana, neler yapılması gerektiğini tek tek anlatan Hommeida el-Sheikh, ertesi gün ilk olarak polisten, olayla ilgili tutulan tutanağın onaylı bir kopyasını almam gerektiğini söyledi. Hommeida'nın yanından ayrıldıktan sonra Mehmet'in iş yerine gittik. Bu arada Barlas telefonla arayıp, Ms Smith'ten bir mesaj geldiğini, mesajda, prosedürün hiç de TTOK'nun anlattığı gibi olmadığını, kendisinin hemen bir bülten yayımlayıp tüm ülkelere çalınan belgenin geçersiz olduğunu bildirdiğini, yerine yeni belgenin hazırlanması için de derhal TTOK'na gerekli talimat mesajını göndereceğini belirttiğini söyledi. Mehmet'in bilgisayarında mesajlarımı açtığımda, Ms. Smith'in bana bile "cc" verdiği mesajı kutuma düşmüştü bile. Ms Smith mesajında, Carné de Pasage en Duane (triptik belgesi) prosedüründe durumun açıkça belirtildiğini, ilgili madde numaralarını da vererek açıklıyor ve TTOK'nu açıkça "bu prosedüre uygun hareket etmesi" için uyarıyordu. Düşünebiliyor musunuz, TTOK sırf başına, alıştıkları rutin işlerin dışında yeni bir "dert" almamak için, hiç araştırma gereği duymadan, benden arabamı geri getirmemi istiyor. Böylece, hayatlarında ilk defa karşılaştıkları Afrika'ya arabasıyla seyahat etmek isteyen bir "deli"ye akıllarınca haddini de bildirmiş olacaklar; "Ne işi var dı kardeşim oralarda. Gitmeseydi!".

Sonuçta yeni belge çıkarılma işini çözmüştük. Eskisiyle ilgili sorunu da gümrükçü halledecekti, biraz zor olacaktı ama... Yeni çıkacak belgeyle birlikte eski bilgisayarımı da getirtirdim deee... Giden fotoğrafları getirtmem mümkün olamayacaktı.

Ertesi sabah doğruca polis merkezine, Yüzbaşı Ali Kemal'in yanına gittim, raporun kopyasını almaya. Uzunca bir süre hazırlanan raporun kopyası konusunda anlaşamadık. Resmi evraklarının kopyasını veremezlermiş. Sonunda benim için bir yazı hazırlayıp imzalamaya ikna oldular. Yaklaşık iki saat sonra "Yüzbaşım" elinde avuç içi kadar bir kağıda Arapça yazılmış (tabii ki Arapça olacak da) iki satır yazıyla çıka geldi. "Bu nedir?" dedim. "Rapooor!" dedi. Şöyle bir baktım, ne benim adım var, ne arabanın plakası yazılı... Yüzbaşıya, bu "rapor"un herhangi bir işe yaramayacağını, rapor denilen şeyin benim triptik belgem, bilgisayarım, uydu telefonumla ilgili bazı detayları da içeriyor olması gerektiğini, içinde aracın plakasının da bulunması gerektiğini sakin olmaya çalışarak anlattım. Ali Kemal bu sefer matbu bir tutanak formuyla birlikte gelip karşıma oturdu ve "Ne yazmamı istiyorsun?" diye sordu. Bir kağıda İngilizcesini yazıp önüne koydum. Aynen Arapça'ya tercüme etti, altını kaşeleyip, imzalayıp bana verdi ve "Bu başka kimseye yapılmaz, bilmiş ol" dedi. Arkasından da ekledi "Eminim ki bugün ya da yarın seni arayıp buraya çağıracağız". "Neden o?" diye sorunca, "Hırsızları yakalayıp eşyalarını bulacağız da ondan". "İnşallah!" deyip elini sıkıp yanından ayrıldım. Artık arabanın kırılan camıyla ilgilenmem gerekiyordu. Mehmet'in elemanını da yanıma alıp cam aramaya gittik. Tam birisiyle pazarlık ediyorduk ki, cep telefonum çaldı, karşımda Ayda Hanım, Türk Büyükelçisi'nin sekreteri. "Biraz önce polis merkezinden aradılar ve sizin eşyaları bulduklarını söylediler" dedi. Daha Ali Kemal'in yanından ayrılalı 1-2 saat ancak olmuştu. Derhal merkeze gittim. Ali Kemal direkt "patronu"nun yanına çıkardı beni. Birazdan elinde benim çantayla bir polis memuru girdi içeri. Çantayı açtım, bilgisayar (çalışır vaziyetteydi), uydu telefonum, triptik belgesi, not defterim, Mısır rehber kitabım ve diğerleri. Eksik olanlar harici hard-disk ünitesi (içinde yalnızca MP3 dosya yedekleri vardı, yani önemsiz), dijital ses kayı cihazı (bazı ses kayıtlarıyla birlikte, çok fazla önemli değil) ve bilgisayarın AC adaptörü... Hiç önemi yoktu. En önemlileri eksiksiz bulunmuştu ve sorunlar bir anda kökünden çözülmüştü. "Patron"dan başlayarak tüm polislere teşekkür ettim, ellerini sıktım, Yüzbaşı Ali Kemal'le sarılıp vedalaştık. Formaliteleri tamamlayıp, gerekli "ödül" dağıtımını hallettikten sonra -bir daha bırakmamak üzere- çantamı koltuğumun altında kıstırıp merkezden ayrıldım.

Restoran sahibi İbrahim'in girişimi mi, Büyükelçi'nin konuyla ilgileniyor olduğu mu, Mehmetler'le "hırsız pazarı"ndaki boy göstermemiz mi, poliste benim bir "journalist" olarak ortalığı bulandırmam mı, yoksa hepsi birden mi böyle bir "tereyağından kıl çekme" sonucunu sağladı, bilemiyorum. Ama sonuçta tam "eşeğini yeniden bulan" mutlu bendim işte.

Bu arada, gösterdikleri yakın ilgi, destek ve çabalarından ötürü;

- Türk Büyükelçisi Ali Bey'e ve sekreteri Ayda Hanım'a - UND Yönetim Kurulu Üyesi Edip Bakımcı'ya - Sevgili Mehmet ve Özgür Utlu kardeşlere, özellikle bu konuda ve sonrasındaki yakın dostluk, misafirperverlik ve samimiyetlerine, - Barlas'a ve Gülşah Hanım'a, - Kuzey Hartum Polis Departmanı çalışanlarına, özellikle Yüzbaşı Ali Kemal'e, - Ve tabii ki sevgili eşim Buket'e, bana telefonla moral destek sağladığı ve benim için -eminim ki- geceler boyu uykusuz kaldığı için hepinizin huzurunda teşekkür etmek isterim. Bu yazıyı okuyorsanız bilin ki onların sayesinde oldu.

Sonra ne mi oldu? Orijinal olduğu iddia olunan bir camı -oturması için çeşitli yerlerini tıraşlatarak- camcıda taktırdım. Buralarda Land Rover servisi falan hak getire tabii. Takarlarken kapı döşemesinin bazı parçaları kayboldu, pencere kolunun kilit segmanı da... Bu nedenle kolu torpidoda taşıyorum, camı açacağımda yerine takıp çevirmek için. Ama artık onu da yapmaya gerek kalmadı, çünkü cam mekanizmadaki yerinden kurtulduğu için artık açılıp kapanmıyor.

Sudan, hazırlık aşamasında fazla üzerinde durmadığım ve programda da fazla zaman ayırmadığım bir ülke idi. Açıkçası, seyahatimin Mısır kısmı bitmeye yakın Sudan rehber kitabını elime alana kadar da bu programımda fazla bir değişiklik öngörmemiştim. Ancak Sudan tarihinin, her nekadar programımda ona kadar ve ondan sonraki bazı ülkelerle karşılaştırılamazsa da, üzerinde durulması gerekli birkaç dönemi barındırması nedeniyle, böyle bir program içerisinde dahi vakit harcanması gereken öneme sahip olduğuna karar verdim.
FOTOGRAF: Petr Adam Dohnálek / Wikimedia Commons / CC-BY-SA 3.0
1988 yılında ilk kez geldiğimde Hartum, birkaç merkezi caddesi dışında asfalt yolu olmayan, havada sürekli bir toz bulutunun asılı olduğu, yollarında tek-tük araçların (ki onların da bir kısmı Birleşmiş Milletler ve diğer bazı yardım kuruluşlarına aitti diye hatırlıyorum) cirit attığı, Hilton ve Meridien Hotel ile birkaç devlet ve askeri bina ve İngilizler döneminden kalan yine birkaç kolonyel yapı dışında pek dikkate değer yapılaşmanın olmadığı "ağır" ve "ruhsuz" bir kentti. Aradan geçen onca yıl (17 yıl, dile kolay) Hartum'un çehresini ve ruhunu değiştirmiş, bu kesin. Değiştiremediği tek şey ise "havada asılı duran toz bulutu". Hartum, yine insanın gözlerini ve genzini yakan bir toz bulutuyla kaplı. Ama, geniş yollar, görkemli modern yapılar, ışıl ışıl ve cıvıl cıvıl caddeler, yemyeşil parklar (o zaman da yeşilliği boldu ama, içinde insanları pek görememiştim sanki) ile o eski Hartum farklı bir çehreye bürünmüş.

Bir de, insanlar sanki daha rahatlamış gibi göründü gözüme. Her ne kadar, -Mehmet'in dediği gibi- başında askerlerin olduğu ve şeriat kurallarıyla yönetilen bir "Cumhuriyet"se de, en azından 1988'deki gibi -örneğin- her ayın -yanlış hatırlamıyorsam- 2. Cuması artık sokağa çıkma yasağı gibi garip yasaklar yok. Evet! O zamanlar öyle bir yasak vardı ve sebebi ise yasağın kendisinden de garipti: İnsanları, ayda bir kez evlerini temizlemeye zorunlu tutmak!

Her neyse! Değişmiş bir Hartum ama, değişmemiş bir alışkanlık. Sudan'da biz "medeniyet koklamış" insanlar için alışık olunmayan bir yavaşlık hala hüküm sürmekte. Eğer Sudan'a gidiyor ve -örneğin- kısa süreli bir iş seyahatinde zamanı verimli kullanarak programladığınız işlerinizi birkaç güne sığdırmak gibi bir hayal kuruyorsanız, unutun. Bazılarının söylediği gibi Sudan IBM'in hâkimiyetindedir. Ama o bildiğiniz IBM değil bu; İnşallah, Bokra ve Maleş IBM'i. Yani bir işle ilgili önce İnşallah, sonra Bokra, yani yarın, ve son olarak da Maleş, yani pardon, özür kuralı çalışır. Hele benim gibi, elindeki işi bir an önce bitirmeye soyunan tez canlı insanları, çıldırtacak derecede ağırkanlıdır Sudanlı.

Sudan'da 19 etnik grup yaşamakta. Bunlar da 500'ün üzerinde alt etnik gruba ayrılıyorlar. Bu beş yüzün üzerinde farklı etnik kimlik de yüzün üzerinde farklı dil konuşuyor. İki buçuk milyon kilometre kare bir alanda yaşayan 38 milyon civarında insanın bu kadar farklı etnik kimlik ve dile sahip olması da tabii sorunları birlikte getiriyor. Yakın zamana kadar Güney Sudan'la başı dertte olan hükümet tam buraya özerklik tanıma bedeliyle barışa ikna etmişken bu sefer de batıda Darfur bölgesinde patlak veren (ya da patlatılan) olaylarla huzursuzluk yaşamakta. Üstü örtülü ve gizliden devlet destekli bir "soykırım"ın yaşandığı Darfur, daha uzun süre Sudan hükümetinin başına dert çıkaracağa ve uluslararası itibarını "yeniden" oluşturmak konusunda her zaman köstek olacağa benziyor. Artık çağın gerisinde kalmış sindirme ve böl ve yönet politikaları ile bu devirde ne kadar sağlıklı ülke idare edilebilir, bilemiyorum.
Ayinin ilerleyen dakikalarında insanların yüzlerindeki mutluluk ifadesi artıyordu
Sudan nüfusunun yüzde 70'i Müslüman Sünnî. Tanrı'yla, alışılmış İslami tapınma yöntemleri dışında daha mistik yöntemlerle ulaşmayı amaçlamış Sufîlik, Sudan'da oldukça yaygın. 12. yüzyılda Bağdat'tan yayılmaya başlayan Kadiriye tarikatına bağlı olan Sudanlı Sufîler, her Cuma günü güneşin batışından bir saat önce Zikr ayinine başlıyorlar. Güneşin batışına kadar süren bu ayinden sonra topluca akşam namazı kılınıyor ve ritüel sona eriyor. Bunların en tanınmışı da artık Hartum'un bir banliyösü haline gelmiş olan, aslında ülkeyi ilk sömürge döneminden (Osmanlı sömürgesi) kurtaran Mehdi'nin başkent (ya da esas adıyla Muhammed Ahmad) yaptığı Omdurman'da gerçekleşiyor.
Alana grubun başında giren şeyhlerden
Akşam namazı, ya da güneşin batışından bir saat önce başlayan bu zikr ayini için Bradt yazarı "Whirling Derwishes" ("Dönerek İbadet Eden Dervişler") ibaresini kullandığı için bizim Mevlevî ayinlerindekine benzer bir tören göreceğimi umuyordum.
Başka bir şeyh
Cuma akşam üstü saat 16:30 sularında, Omdurman'daki Hamid al-Nil'in mezarının olduğu camiin önünde yerimizi aldık. Hamid al-Nil 19. yüzyıl Kadiriye tarikatı şeylerinden. Birazdan cellebiyelerine bürünmüş yaklaşık 100-150 Sufî, başta tarikat liderleri ve sancakları taşıyan sancaktarlar, ellerinde zil, davul ve tefleriyle topluluğa tempo veren ritm takımı olmak üzere alana girdi. Beklediğimden çok farklı, daha çok çalınan ritme (müzik diyemeyeceğim) kendilerini kaptırıp bir süre sonra birbirlerinden tamamiyle farklı figürlerde histerik bir çırpınmaya dönüşen hareketler yapan bu insanları yaklaşık 45 dakika seyrettim.
Gerçek anlamdaki tek "Whirling Dervish" buydu. Üzerindeki "patchwork" kıyafete dikkatinizi çekerim!
Bu çırpınışların, insanların yüzlerindeki ciddi ifadeleri yavaş yavaş yumuşattığını ve bir müddet sonra mutlu suratlara dönüştürdüğünü farkettim. Hatta bu ritüeli, yaklaşık 50m çapında bir dairenin çevresine halka olup izleyenlerin arasında bulunan küçük kadın grupların (ki ayine -sanırım- onlar katılamıyor) da kendilerini o "müziğin" ritmine kaptırıp "mutlu insanlar" kervanına katıldıklarına şahit oldum. Bu manzara hatırıma, her Cuma akşamı disko-barlara gidip kurtlarını döken ve haftanın stresini atan insanları getirdi ama bunu burada söylemeyeceğim.
Tören akşam namazıyla noktalanıyor


Meroe

Meroe, Hartum'un yaklaşık 220km kuzeyinde yer alan bir kent. Özelliğini, eski Kuşit başkenti olmasından alıyor. Kuşitler (ya da Kuş Krallığı, ki Kuş eski Mısır dilinde "perişan, zavallı" anlamına geliyor) M.Ö. 3. yüzyılda, Kral Arkamani zamanında başkentlerini Napata'dan Meroe'ye taşımaya karar veriyorlar. Bu, daha çok Mısır hegemonyasından kurtulmak amacıyla yapılıyor. O kadar ki, yazılaını bile değiştirip Mısır hiyeroglifinden vazgeçerek -bugün bile hala çözülememiş olan- Meroitik yazıyı kullanmaya başlıyorlar. Bu nedenle Meroe ile ilgili tarih bilgimiz daha çok Grek ve Roma çağı verilerine dayanıyor (benimki değil tabii, kaynaklarınki).
Meroe yolunda...
Bu "taşınmanın" krallığa en sağladığı en büyük yarar, daha verimli ve sulak topraklara kavuşulması. Ayrıca, bölgenin demir madeni açısından zengin olması da, buranın kısa zamanda en büyük üretim merkezi olmasını sağlıyor. O kadar ki, günümüzde Meroe için "Afrika'nın Birmingham'ı" deniyor.

Şu anda fazlaca ayakta kalamamış olan Krallık Şehri'ne nazaran daha ilgi çekici olan Kral Mezarları Meroe'ye gezmeye gelen turistlerin en çok ilgi gösterdikleri tarihi kalıntılar. Bir kısmı, önceki dönem mezar şehri olan Nuri'den buraya taşınmış olan toplam yaklaşık 100 mezar, genel olarak iki grupta toplanmış Kuzey Mezarlığı ve Güney Mezarlığı olarak. Güney Mezarlığı daha eski olanı ve M.Ö. 8. yüzyıla kadr dayanan mezarlar var. Genellikle kötü korunmuş ya da son derece özensiz restore edilmiş mezarlar Mısır piramitlerini andırsa da, onlara oranla çok daha gösterişsiz ve küçük (en büyüğünün yüksekliği bile 30m'nin altında), ayrıca şekil itibariyle daha sivri.
Meroe Kral Mezarları Akşam kuzeydeki kral mezarlarının olduğu tepenin arkasında, yine çölde kampımızı yapmak üzere uygun biryer bulduk; yine muhteşem bir çöl gecesine hazırlanmak için. Akşam yemek yapma görevi benimdi. Herşey "hazır yemek" olunca tabii üstlenirim böyle bir görevi. Mönü, önden hazır çorba (Chris domates, ben ise mantar çorbası içtik), arkadan etli kuru fasulye. Yemeğin sonunda elma ve arkasından çay servisi ile Etiyopya seyahat detaylarını belirlemeye başladım. Söylemeye gerek yok, yine kumların üzerine uyku tulumumu serip, milyonlarca yıldızın keyfini çıkararak uykuya dalıyorum.
Çölde bir başka güneş batışı
Ertesi gün kahvaltımızı tamamladıktan sonra, yaklaşık 500m gerideki güney mezarlarını gezmek üzere kampı toparlıyoruz. Güney mezarlarında, seyahatimin o ana kadar beni en cok hüzünlendiren olayını resimledim. Arabanın yanına gelen üç küçük çocuk, sanırım üç kardeş... Yaşları yaklaşık 4 ila 7 arası, ikisi kız, en küçükleri oğlan çocuğu. Küçük olan iki tanesi ablalarının iki yanında ve onun hafifçe arkalarına yapışmış, hele oğlan iyice sinmiş vaziyette. Ürkek gözlerle bana, gözerimin içine bakıyorlar. Yüzüme olabildiğince sevimli bir ifade vererek (artık bende ne kadar olabiliyorsa) iletişim kurmaya çalışıyorum. Hiç sesleri çıkmıyor. Kahvaltıdan kalan ekmeklerle, kutuda kalan karper peynirlerini torbayla ellerine tutuşturuyorum, şaşkın ve korkak ifadeleri hala devam ediyor. Arabanın arkasındaki kutularımdan birinde bulunan bon bon şekerlerinden bir avuç alıp her birine eşit sayıda dağıtıyorum. Yine de yüzlerindeki şaşkın ürkekliği silemiyorum. Bir parça gülümsetebilseydim hiç olmazsa. Fotoğraflarını bu ürkek ifadeleriyle çekebiliyorum ancak. Her zaman yaptığım gibi, görüntüyü onlara da gösteriyorum. Başka yerlerde bütün çocuklar (hatta büyükler bile= fotoğraflarını gördüklerinde neşe çığlıkları ile birbirlerini çekiştirip resimlerini gösterirler, bunların ise gözlerindeki korku hala silinemedi, ben oradan ayrılırken bile sırtımda aynı bakışları hissediyordum. Son derece perişan kıyafetleri, pislikten taşlaşıp kalmış saçları ve kocaman açılmış ürkek gözleri ile...
Ne yaptıysam silemedim gözlerindeki korkuyu
Sudan'ın birçok yerinde göçmenler yaşar. Bunların bazıları devlet tarafından yerleştirilmiş, bazıları ise kendi imkânları ile kendilerine sığınacak bir yerler bulmuşlar. Çoğu savaş ve zulümden kaçıp gelmişler bu yeni "yurtları"na. Ya güneydeki savaştan, ya da Darfur'daki önlenemeyen soykırımdan... Bu çocuklar da belki bu evsizler ordusundan, kim bilir. Gözlerindeki korku da belki yaşadıklarından... Anne ve babaları var mıdır, o bile bilinmez. Bir taş ki, ezdi göğsümü.

Size, sonra anlatacağımı söylediğim Rupert'e, hani şu üç küçük çocuğu ile külüstür bir VW minibüste Afrika macerası yaşayan Avusturyalı'ya, geri dönmek istiyorum burada. Hayalini bile kurmakta hala zorlandığım bir işi başarıyor Rupert. Bu bir kaçış mı, bilinmez, eşini kaybettikten sonra. Ama hayatında ilk kez yapmıyor böyle bir yolculuğu. Daha önce de Asya ülkelerine yapmış benzer bir geziyi. Detaylarını bilmiyorum, çocukları da varken mi... En büyüğü okul çağında. Bu nedenle, zorunlu öğreniminin ilk yılını kendisi vermek üzere devletten izin almış. Demek ki oralarda oluyor böyle şeyler. Arada bir internetten ders programı, ders notları, testler falan indirip, bunlar yardımıyla çocuğunu eğitimini veriyor, onca işine ilave olarak. Her şeyiyle kendisini çocuklarına adamış birisi. Onlarla kurduğu iletişimi, çocuklarla ilişkisini, oyunlarını seyrettikçe kendimden utandım, itiraf edeyim ki. Hiçbir şeylerine karışmıyor, engellemiyor. Bazen yaptıkları afacanlıklar nedeniyle başkalarından, genellikle görevlilerden, işittikleri azarlarda dahi. Çocuklar böyle bir durumda babalarının yüzüne dönüp bakmıyorlar bile. Kendi "yanlışları"nı kendileri yaşayarak öğreniyorlar. Bazen olmadık tehlikeli hareketler yapıyorlar, birileri koşup engellemeye çalışıyor. O anda Rubert duruma müdahale edip, engellemeye çalışanı durduruyor, tehlikeyi bile yaşayarak öğrenmeleri için. Sonuçta çocuk düşüyor, ya kolu, ya bacağı, ya başı biryerlere çarpıp acıyor, ama hiç sesi çıkmıyor. "Yapılmaması gerekenler" ya da "dikkat edilecekler" listesine yeni bir satır daha ekleniyor. Bundan sakın "çocuklarıyla ilgilenmeyen baba" imajı canlanmasın gözünüzün önünde. Aksine, ben hayatımda bu kadar ilgili, ama bilinçli ilgili, bir baba görmedim, bu da bir itiraftır. Her yere, ama gittiği her yere çocuklarını mutlaka yanında götürüyor. Gümrük işlemleri için girdiğimiz görevlinin odasına bile... Wadi Halfa'da arabaları taşıyan mavnanın geleceği balonunu yutmuş, liman binasında mutat beklemelerimizden birindeyiz. Çocuklar birkaç saattir beklemekten artık kendi kendilerini oyalama sürecini aşmış vaziyetteler. Rupert hemen cebinden bir kronometre çıkartıp, tek tek çocukları salonunun içerisinde oluşturduğu bir parkurda koşturarak kronometre tutmaya başladı. Her bir etaptan sonra parkur şekli ve zorluk derecesi değişiyordu. Bu şekilde tam 1.5 saat vakit geçirdi çocuklar, eğlenerek. Ve Rupert'in yüzünde en ufak bir sıkılma emaresi yoktu.
Rupert'in ortancası. Üzerindeki t-shirt'e dikiz... Hemşehrim olur kendisi
Bir ara "Benim için kesinlikle mümkün değil ama, senin için böyle bir seyahati yapmak zor olmuyor mu? Hem zor şartlar, hem üç çocuk..." diye sordum Rupert'e. "Yoo!" dedi. "Bazen örneğin araba arıza yapıyor. Onunla uğraşırken o kadar bunalıyorum ki, işte o zaman çocuklara 'hadi oyun oynayalım' diyorum. Biraz oyun oynuyoruz. Kendime geliyorum. İşe devam ediyorum" dedi. Kendimden utansam mı, yerin dibine mi geçsem, bilemedim. Ve Rupert, o size heyecanla bahsettiğim Wadi Halfa-Dongola yolunu, o kırıcı yolu geçti. Arabası -sanırım- iki kere arıza yapmış ve galiba 4 günde geçmişler. Yanlarında Hollandalı çift de vardı, onları yalnız bırakmadılar. Çok iyi anlaşmışlardı, özellikle çocuklarla. Daha sonra -ben değil ama- Chris onları Gonder'de (Etiyopya) gördü, keyifleri yerindeymiş. Devlet, büyük oğlanın eğitiminin ikinci yılına baba eğitimiyle devam etmesine müsaade etmediği için Tanzanya'dan sonra Mombasa/Kenya'ya dönüp Afrika seyahatlerini noktalayacaklardı. Umarım bir yerlerde tekrar karşılaşırım.

6 Aralık Salı günü sabahı, doğumhane kapısında çocuk bekleyen babalar gibi Mehmet'in bürosunda TNT'yle gelecek adaptörümü bekliyordum. Saat dokuz olsun da telefon edeyim, derken TNT'nin arabası yanaştı ve benim paket geldi. Hartum'da Sony Vaio'nun adaptörünü bulmak hayalden öte birşeydi, tabii.
Mehmet Utlu; can dost.
Mısır yazılarımı tamamlayıp da gönderince, verilen ev ödevini bitirmiş birçocuğun rahatlığıyla o akşam rahat bir uyku uyudum. Rahat uykunun bir sebebi de Mehmet'in mangalda yaptığı özel terbiyeli şiş ve muhteşem salataydı tabii. Mehmet'in deyimiyle "kağıt ve naylon artıkları"ndan başka yiyecek birşey bulamayan koyunların eti, ancak sağlam terbiye edilince yenilecek tat ve kıvama gelebiliyor. O muhteşem şişleri, Türk kebapçısından özel getirttiği lavaşlara sarıp, yanında Sudan'ın neredeyse nar ekşisi kıvamındaki limonlarıyla ekşitilmiş salata eşliğinde "doyum ötesi" dozda yedikten sonra çöken ağırlık, görevini tamamlamanın verdiği rahatlıkla harmanlanınca uyku melekleri göz kapaklarımdaki görev yerlerine avdet ettiler.

Ertesi sabah, rahat bir uykunun verdiği zindelikle hazırlanıp, Mehmetler'le vedalaştıktan sonra, Chris'i almak üzere kaldığı otele yönlendim. Programım, başta planladığımdan sekiz gün gecikmişti ve artık Chris'inkiyle çakışıyordu. Sonuçta Gonder'e kadar iyi bir yol arkadaşım var artık.

Yaklaşık 440km uzunluğundaki Gedaref yolu tümüyle asfalt. Sıkıntısız bir yolculuğa devam ederken Chris Wad Medani'ye gelmeden yolun kenarındaki restoranlardan birinde Nando'nun (çılgın Katalan) bisikletini görüyor. Sonradan anlattığına göre de Nando, restorandaki kerevetin üstünde şekerleme yaparken yarı açık gözüyle gördüğünü önce rüya sanmış, o anda "Yahu bu Daddy'nin arabası (Nando insanlara lakap takmasını sever, bana da -grubun en 'yaşlısı' olmam nedeniyle 'Daddy' diyordu)!" deyip yerinden fırlamış. Yaklaşık 2 saat süren muhabbetimizin ardından Nando'yla vedalaşıp yolumuza devam ettik. Gedaref'e yaklaşırken tabiat artık Sudan'ın alışılmış "çöl" görüntüsünden yavaş yavaş kurtulup, Afrika şekil ve renklerine bürünmeye, yeşillikler hafiften kendini göstermeye başlamıştı. Bu görüntü ertesi gün Gallabat'a yaklaştıkça, artık iyice "Afrikalı"laşacaktı.

Hava karardıktan sonra girdiğimiz Gedaref'teki bir gecelik zorunlu konaklamamızdan sonra ertesi gün, sınır kasabası olan Gallabat'ın yolunu tuttuk. Virajlı ve yer yer kırıcı hale dönüşen taşlık/toprak bir yolla ulaştığımız Gallabat'taki "son şans barı"nda yakıt ikmalimizi yaptıktan sonra (petrol ürünleri Etiyopya'da, Sudan'a oranla oldukça pahalı da) pasaport ve gümrük işlemlerimizi yapmak üzere sınırın yolunu tuttuk. Wadi Halfa'dakinin aksine son derece hızlı ve sorunsuz bir şekilde tamamlanan pasaport ve gümrük işlemlerimizden sonra, Sudan'la Etyopya sınırını bu noktada geçen Atbara Nehri'nin üzerindeki köprüyü aştık. Artık Etiyopya'dayız.



Sudan notlarını tamamlamadan, size Sudan'ın tarihindeki iki sömürge döneminden kısaca bahsetmek istiyorum.

Daha önce belirttiğim gibi, Sudan'ın ilk sömürge dönemi Osmanlılar zamanına dayanıyor. Aslında bu dönemin, gerçek bir Osmanlı sömürgesi olarak görülmesi biraz zor (Mısır'ın kendine özel özerk yapısı ve bunun ötesinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın İstanbul merkeziyetçiliğinden azade, başına buyruk politikası nedeniyle). Mehmet Ali Paşa'nın Memlûkluları Nil'in güneyine sürmesi ve daha sonra Funj Kralı (kaynaklar bunu 'Funj mek'i olarak belitiyor, Funj'lar Arap ve Müslüman olmayan bir halktan, tahminen güney Nil ya da Etiyopya taraflarından 16. yüzyılda başlamış bir krallık) VI. Badi'ye bir mesaj gönderip Melûkluları çekildikleri Dongola'dan kovalamasını istemesine olumlu bir yanıt alamamasının ardından, başında oğlu İsmail ile Bedeviler, Magripliler, Araplar ve Arnavutlar'dan (ki bilindiği gibi Mehmet Ali Paşa da Arnavut'tur) oluşan 4,000 kişilik bir birlik, "fırsattan istifade" etmek isteyen bir avuç Avrupalı ile birlikte önce Memlûklular'ı dağıtıp, arkasından da Funj'u istila ediyor. Amaç aslen, büyük bir köle kaynağı olan Sudan'ın bu rantından menfaat elde etmek. İstilanın ardından, bu işten hoşlanmayan Araplar'ın başlandığı ayaklanma ancak, reformist Ali Hurşit Ağa'nın vali olarak atanmasıyla yatıştırılabiliyor. Vergileri azaltan, genel af ilan eden, el konulan toprakları sahiplerine iade eden ve köle ticaretindeki devlet tekelini ortadan kaldıran Ali Hurşit Ağa'nın reformları ardından, 1839 yılında Beyaz Nil'in de buharlı gemi seferlerine açılmasıyla birlikte Osmanlı kimliğindeki Mısır tahakkümü şimdiki Juba'nın (yakında Güney Sudan'ın başkenti olarak ilan edilecek) bulunduğu yere kadar ulaşıyor.

Mehmet Ali Paşa'nın torunu, Viyana eğitimli Hıdiv İsmail'in Mısır valiliği (ya da Hıdiv'liği) görevini devralmasının ardından Mısır'ın sınırlarını orta Afrika'ya kadar genişletme isteği ve bunu gerçekleştirmek için Sir Samule Baker'ı kullanması, başarısız olunca da yerine "Çin Kaplanı" lakaplı kahraman Charles "Chinese" Gordon'u ataması... Sonuçta "gerdeğe girmenin adabını" bilmeden yapılan işler ve Mehdi'nin (esas adıyla Muhammed Ahmed, bir çobanın oğlu), Gordon'un trajik sonuyla noktalanan isyanı... İşte Osmanlı -ya da Sudan tarihinde bilinen adıyla Turkiya- dönemi böyle noktalanıyor.

Sudan'ın ikinci sömürge dönemi ise, Mısır'da Hıdiv İsmail'in ölçüsüz harcamaları sonucu borçlandığı İngiltere'ye ülkeyi kaptırmasının ardından General Kitchener (hani şu Wadi Halfa'dan başlayan tren yolu inşaatıyla zafere ulaşan general), Omdurman yakınlarında Mehdi'nin ordusuna 1898 yılında yaklaşık 10,000 kayıp verdirerek bozguna uğratıyor ve Sudan'da Mısır kaynaklı İngiliz dönemi başlıyor. İngiltere endüstrisine hammadde kaynağı olarak kullanılan Sudan, bu sayede yeniş demir madenlerinin açılması ve geniş bir alanda makineli pamuk tarımının başlaması gibi kazançlar da sağlıyor. İngiliz tahakkümü 956 yılında bağımsız Sudan Cumhuriyeti kurulup, Mısır ve İngiliz bayrakları indirilene kadar sürüyor.

Biraz da Sudanlılar hakkında konuşalım...Her Sudanlı, sizinle alış-verişi olsun olmasın, sizin için potansiyel bir arkadaştır. Sizden gelecek en ufak bir kıvılcımla, kısa zamanda samimi bir diyalog başlayıverir aranızda. Gözünüzün içine bakarlar, birşey söyleseniz de, muhabbet başlasa diye. Dediğim gibi, bunda bir menfaat beklentisi yoktur. En azından benim bütün ilişkilerimde bu böyle oldu. Duyduklarım da hep beni teyit eder nitelikteydi.

Sudanlı'nın bu iyiliksever misafirperverliğine örnek olması açısından, Gedaref'e doğru giderken yolda -yeniden- karşılaştığımız Nando'nun anlattığı hikayesi çok etkileyici. Biz (Chris ve ben) Nando'dan Dongola'da ilk ayrılışımızdan yaklaşık bir saat sonra,o yola bizden önce çıktığı için, şehrin yaklaşık 30-40km dışında yakaladık ve yanından geçerken selamlaştık. Fakat, durup yeniden bir "veda partisi" düzenlemeyi de düşünmedik, açıkçası. Ben Nando'nun bağırarak birşeyler söylediğini duydum ama Chris'ten bir tepki gelmediği için üzerinde durmadım. Sonradan anlattığına göre, bize soğuk içeceğimizin olup olmadığını sormuş ve eliyle de durmamız için işaret etmiş. Halbuki ben selam verdiğini zannedip pencereden elimi sallamıştım, cevaben. Meğer, adamcağız 38°C sıcaklıkta tüm su stoğunu tüketmiş ve bizden su istermiş. Daha sonra (Dongola'dan sonra yaklaşık 120-130km kadar hiçbir yerleşim yok) çölün ortasında susuz kalakalmış adamcağız. "Bir süre sonra tamamiyle tükendim ve sonunda bulabildiğim bir tabelanın gölgesine sığındım" diyor Nando. Daha sonra, oradan yürüyerek geçen bir Sudanlı, bizim Nando'nun durumunu görüp yanına gelmiş, yarım yamalak anlaşabildiklerinden durumun vahametini kavramış ve Nando'yu elinden tutup bisikletini de iterek yaklaşık 10km ilerideki evine götürmüş. Orada bir-iki gece konuk edip, yedirip içirdikten sonrasını şöyle anlatıyordu, Nando: "Artık Hartum'a varana kadar ne otel, ne de yemeğe para vermedim. Beni her konuk eden, bir sonraki konaklama noktasındaki bir arkadaşının ya da akrabasının ismini verip, elime de bir not tutuşturup beni öyle salıverdi" diyordu. Sudanlı'nın bu konuda hakkını vermek lazım...

Etiyopya'da görüşmek üzere...



Not:

Ali Eriç'in Afrika gezisinin bu yazıdan önceki yazısı Arabamla Afrika - Sudan: 1 (Wadi Halfa)

Ali Eriç'in 186 günlük Afrika gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Afrika - Suriye : 1 (Başlangıç ve Halep) gezi yazısını okuyabilirsiniz.









 Yazılan Yorumlar...
  Henüz Yorum Yazılmamıştır
 Yorum yazmak isterseniz...
 
Yorum Yazabilmek İçin Üye Girişi Yapmalısınız.